e -kitap

 yararlanabileceğiniz e- kitap siteleri







HALLAC-I MANSUR



Tasavvufun baş kişilerinden olan Hallac-ı
Mansur, 9. yüzyıldan günümüze kadar
gelen zaman içerisinde izleri silinemeyen bir
düşünce adamıdır, İnsanın “Tanrılaşması”
(Enel Hak) fikrini ortaya koyması, bunu
kişiliğinde özdeşletirme sonucu hayatıyla
ödeyen Mansur, kendinden sonra gelen
tasavufçuları da büyük ölçüde etkilemiştir.
TAVASİN onun zindanda yazdığı
eserlerinden biri, aynı zamanda günümüze
ulaşan tek eseridir. Elinizdeki basıma
Hallac'ın "Vasiyetnamesi” ile aynı
düşünce etrefında toplanan Yezidilerin
kutsal kitapları Mushafa Reş, Kitabu-I Cilve
ve tasavufun batıya yansıyan biçimi olan
Katar Metinlerinden örnekler de kitabın
sonuna eklenmiştir. Mezopotamya Kitaplığı
Dizisinde sunduğumuz TAVASİN'in birçok
bakımdan özel bir yere sahiptir kuşkusuz.

ISBN 975-386-026-9
YABA YAYINLARI : 60
Bilim - Kültür Dizisi
Tarih / Mezopotamya Kitaplığı: 4
ISBN 975 - 386 - 026 - 9
1.Basım, Haziran 1995
2.Basım, Ocak 2001
• 3.Basım, Ağustos 2002
• Vasiyetnameyi Arapçadan Çev.: Selim Atay
• Editör: Aydın Doğan
• Kapak düzeni:D.Piranlı
• Dizgi: Hasan Karagöz
• Basım, cilt: Engin Matbaası
YABA YAYINLARI
Galipdede Cad. 67/1,
80050 Tünel - Beyoğlu /İSTANBUL
Tel/Faks: (0 212) 293 36 06
e-posta: yabayayinlari@hotmail.com
Hallac-ı Mansur
TAVASIN «Ene'l-Hak (:Ben Tanrıyım)»
Çeviren
YAŞAR GÜNENÇ
3. Basım
yaba


İSTANBUL
İÇİNDEKİLER
Çevirmenin önsözü: Mansur'un
Tanrılaşma ve Şeytanlaşma Serüveni.. 8
TAVASİN
1 - Peygamberlik Işığı Üzerine Ta-Sin,...................... 15
2 - Kavrayış Üzerine Ta-Sin ,...................................... 20
3 - Arınmışlık Üzerine Ta-Sin,................................... 23
4 - Daire Üzerine Ta-Sin,........................................... 27
5 - Nokta Üzerine Ta-Sin,.......................................... 30
6 - Sonsuz Zamanın Öncesi
ve Çift Anlamlılık Üzerine Ta-Sin,...................... 38
7 - Tanrısal İrade Üzerine Ta-Sin ,............................. 47
8 - Tekliğin Duyurulması Üzerine Ta-Sin,.................. 49
9 - Tevhidde Kendine Dönük
Bilinçler Üzerine Ta-Sin,.......................................52
10 - Biçimlerden Kopma Üzerine Ta-Sin,................... 55
11 - Gizem Bahçesi,..................................................... 60
EK:
• Hallac-ı Mansur’un Vasiyeti,.................................... 67
• Yezidi'lerin Kutsal Kitapları
ve Şeyh Hâdî'nin İlahisi
(John S. Guest),.......................................................... 71
• Kitab'ül Cilve ... ........................................................ 75
• Mushaf a Reş .............................................................81
• Şeyh Hâdî'nin İlahisi,................................................. 85
5
KATAR METİNLERİ
Yaşar Günenç,,............................................................89
• MARC de SMEDT (Ruh Ekmeği),............................92
• PATER NOSTER,(Babamız).................................... 93
• KATAR ŞİİRLERİ(Denis SAURAT)....................... 94
• Kaybolacak Olsaydın,.................................................97
• WILLIAM BLAKE (Kaplan),................................ 104
+Hallac-ı Mansur’un Eserleri,.................................... 107
Tablo: Jean Piêrre Alaux
7
MaNSUR’UN TANRILAŞMA
VE ŞEYTANLAŞMA SERÜVENİ
Eb u’l Muğis el-Hüseyin bin Mansur el-Hallac, 857 yılında
İran'ın Tur kasabasında doğdu. Dedesinin, Zerdüşt dininden
olduğu söylenir. Tasavvuf eğitimi gördükten sonra
Huzistan'da, Tanrıyla birleşme yolunu öğretmek amacıyla
konuşmalar yapan Mansur, birçok yandaş topladı ama o kadar
da düşman edindi. Kendisini yalancılıkla suçlamaları ve
halkı kışkırtmaları yüzünden, Horasan'a gitti; orada beş yıl
kalıp görüşlerini yaydıktan sonra Bağdad'a geldi. Müritlerinden
dört yüz kişilik bir kalabalıkla Hacca gitti; Mekke’de
onu büyücülükle suçladılar. O zaman, yeniden uzun bir yolculuğa
çıktı; Hindistan ve Türkistan'da yıllarca dolaştı; 902
yılında Mekke'ye geldi. Arafat'ta, kendisini herkesin aşağılamasını
Tanrı'dan diledi. Bağdat'da «kendi cemaati uğruna
lânetlenmiş olarak ölmek» isteğini açıkça dile getirdi: «Ey
Müslümanlar, beni Tanrı'dan kurtarınız.», «Tanrı, benim kanımı
size helâl etmiştir; beni öldürünüz!» diye çağrıda bulunuyordu.(
1) Düşmanları onun idamını istiyorlardı; bu sırada
(1) «Hallac-ı Mansur» (Prof. Dr. A. Schimmel; Çev. Sofi Huri; İstanbul, 1969)
8
«Enel Hak» (Ben Tanrıyım) dediği söylenir. Müritleri tutuklandı.
Kendisi de tutuklanıp dokuz yıl süreyle hapsedildi.
«Ta Sin el-Azal» ve «Miraç» adlı yapıtlarını, bu tutukluluk
yıllarında yazdı. 922 Yılında ölüm cezasıyla yargılandı.
Kendisini astılar, sonra başını kesip bedenini yaktılar ve
küllerini minareden Dicle'ye attılar. «Mucizeler göstermek,
Tanrı'nın gücünü ele geçirip kötü amaçla kullanmak, Tanrıyla
insan arasında aşk bağlantısı kurulabileceğini öne sürmek
», ölüm cezasının gerekçeleriydi. Mansur'un idam edilmesi
sırasında yandaşları, büyük bir ayaklanma gerçekleştirdiler.
«Bir kere her vücudun vahdet içinde olduğu fikri kabul
olununca, mutassavvıf kendini, hem Müslüman, hem kâfir
olarak görür(...) 'Ben Tanrıyım' demek, idam cezasını getirdiğinden,
Sufizm, darağacını, Hıristiyanların Haç'ı yorumladıkları
şekilde tefsir ettiler; yani (başı kesilmeden önce darağacına
çekilen Mansur gibi) dar ağacına yükselme, 'semaya
huruç etmek'tir.(...) Mansur'un asılması -yahut haça gerilmesi-
Asılmış Allah efsanesi gibi çok eski misallere,
İsa'nın haça gerilmesine benzer. »2
Doğu yazınında ve düşüncesinde, Hallac-ı Mansur'un
etkisi büyük oldu. «Hallac'ın gönlüne düşen ateş, benim de
yaşamıma düştü» diyen Feridüddin Attar, «Bîsernâme»'de
şöyle yazdı:
"Ben Tanrıyım." Mevlana Celalettin Rumi de mansur'dan
etkilenmiştir. Yunus Emre, Nesimî, Pir Sultan Abdal,
Kaygusuz Abdal Türk yazınında onun izleyicileridir.
Kaygusuz Abdal "Budalanâme"sinde şöyle yazar:
(2) Aynı yapıt.
9
«Muhît-i zevrak menem, Hak menemdür Hak menem
Tamu vü uçmağ menem, cümle mekân bendedir
Evvel ü Âhir menem, Gani vü fakîr menem
Zakir ü mezkûr menem, küfr ü iman bendedir
Cümleye mabud menem, Kâbe menem put menem
Adem'e maksûd menem, işde fulân bendedir.»
Yine «Budalanâme»'de:
«Hâlik'in emri beni kûze-ger balçığı gibi devrânın çarhı
üzerine koyup dolab gibi döndürdü... Gâh beni kûze dizdi...
Gâh saraylara kerpiç eyledi.. Gâh insan eyledi, gâh hayvan
eyledi. Gâh nebat, gâh maden eyledi. Gâh yaprak, gâh toprak
eyledi.. Nice bin kerre isimler ve lâkablar urundum. Nice
bin kene türlü sûretlerden göründüm.»
Hallac-ı Mansur, bazı konularda, çelişik savlar öne sürmüştür;
bazan kamutanrıcılıktan yana (panteizm) çıkar, bazan
da yalnız seçkinlerin Tanrıya ulaşabildiğini söyler. Ona
göre, Tanrıdan başka varlık olmadığı için, «ben filâncayım»
demek, Tanrının karşısına ayrı bir varlık olarak çıkmak
amacı taşır ve yanlıştır; bu yüzden, «ben Tanrıyım» demek
gerekir.
Mansur'a göre Tanrı, ışık (nur) olarak görünür. Bu
inancın kökleri, binlerce yıllık bir tarihe sahiptir. Eski Mısır'da
Tot (Yunanlıların deyişiyle Hermes) inancına göre
ruhlar, parlak bir ışık kaynağı olan, ölümsüzlük yeri Zuhal
yıldızından koparak, ölümlülük yeri dünyaya düşerler. Dünyada
sınavdan başarıyla geçen ruh, Zühal'e geri döner.3
Yine eski Mısır'da, Ptah inancına göre: «Ptah, var olan
her şeyi yaratmıştır. Ondan önce var olmak ya da var olmamak
yoktu... O zamanlarda ölüm yoktu... Birisi, kendi kendine
hareket ederek nefessiz soluk alıyordu. Başka tarafta
(3) Dünya İnançları Sözlüğü; Orhan Hançerlioğlu (Remzi Kitabevi Yayınları, 1993)
1 0
hiçbir şey yaşamıyordu. Başlangıçta karanlıklar, karanlıkları
örtüyordu. Boşlukta birisi, var olma durumuna geçerek ışınım
gücüyle yaşamaya başladı. Bundan sonra Ptah, yaratma
işlemini gerçekleştirmiştir.4
Mansur'da Hurufilik inancı da vardır. Harflere kutsallık
yükleme, onlardan anlamlar çıkarma demek olan Hurufilik,
Pitagoras'çılığa ve Yahudi Kabala'sına dayanmaktadır. Bu
anlayışa göre, elif harfi, «Allah» adının ilk harfi olup, Tanrı'nın
varlığını simgeler. Tüm harfler ve biçimler gibi elif
de, noktanın uzantısı olduğundan, Tanrının ilk belirmesi
(madde dünyasında görünmesi) nokta biçimindedir.
Mansur, Tanrı'nın, Muhammed'in bedeninde sonra da
kendi bedeninde belirdiğini öne sürer; bu Hıristiyanlığın
Tanrı İsa anlayışıdır.
Mansur, Tanrı'nın, Muhammed'in yüreğini nurlandırdığını
(yüreğin kutsallığı), yine Muhammed'in ve kendisinin
ağzından konuştuğunu (sözün kutsallığı) savlamaktadır. Yüreğin
(gönlün) ve dilin (sözün) kutsallığı, Eski Mısırda da
kabul edilmiştir:
«Ptah, yaratmak istediği tanrılar ve varlıkları, ilk önce
kalbinde tasavvur etmiş ve dille (kelamıyla), arzuladığı şeylerin
olmasını sağlamıştır. Böylece Ptah'ın değişik görüntüleri
olan tanrılar dünyaya gelmişlerdir... Ptah'la birlikte dilin
ve kalbin diğer organlardan üstün olduğu ve insan düşüncesinin
merkezinin kalp olduğu, onun tasavvurunu dilin yürürlüğe
koyduğu düşüncesi yerleşmiş oldu... Karnak'taki Amon
tapınağında Ptolemeler devrinden (M.Ö. 306-168) kalma bir
metin, bize Tanrı Ptah'ın, gerçekleşmesi gereken şeyler için
'Ol' deyince hemen gerçekleştiğini iletmektedir. Bu da, Tanrı'nın,
kalbiyle tasavvur ettiğini kelamıyla yürürlüğe koydu-
(4) Eski Mısır Kraliyet Tanrısı Ttah; Yrd. Doç. Dr. Mürivet Kurhan (Belleten; Türk Tarih
Kurumu, Ağustos 1994)
1 1
ğunu göstermektedir.»5
Hallac-ı Mansur, Şeytan'ı yüceltir. Ona göre, iyiyi tanımak
için, kötüyü bilmek gerekir. Şeytan, insanları bu yönde
eğitmektedir. Yezidiler, Mansur'a büyük saygı duyarlar. Yezidilerin
bir inancına göre: «Hallac-ı Mansur idam edildiğinde
ruhu, bedeninden ayrıldı ve suların üzerinde uçmaya
koyuldu. Rastlantı sonucu, kızkardeşi, su almaya geldi; testisini
Dicle'nin suyundan doldurdu; erkek kardeşinin bu testiye
girdiğini farketmedi; eve döndüğünde susadı ve bu testiden
su içti. Böylece Mansur'un ruhu, onun bedenine girdi;
önce onun erkek kardeşi iken, şimdi oğlu oldu. Bu olaydan
dolayı Yezidiler, ağzı tülbentle kapalı olmadıkça hiçbir dar
ağızlı kaba su doldurup bundan içmezler.»6
Yezidilerin daha önce Türkçe'ye çevirdiğimiz kutsal kitapları
«Mushaf’a Reş» ve «Kitab-ül Cilve» ile «Şeyh
Hâdî’nin İlâhisi» konuya açıklık getirmesi açısından, bu kitaba
alınmış bulunmaktadır.
Mansur'un Arapça yazmış olduğu Tavasin, Ayşe Abdurrahman
tarafından İngilizceye çevrilmiş biçimiyle, Pakistan'ın
Lahor kentinde 1978 yılında yayımlanmıştır. Biz
bu İngilizce metni Türkçeleştirirken, Mansur'un özel evrenine
ilişkin oldukları ve çevrilemeyecekleri gerekçesiyle
Arapça asılları İngilizce metinde korunan sözcükleri, bu ilkeye
uyarak, çevirmeden, Arapça asıllarıyla bıraktık.
YAŞAR GÜNENÇ
(5) Eski Mısır Kraliyet Tanrısı Ttah (Yrd. Doç. Dr. M. Kurhan)
(6) Six Months In a Syrian Monastery; by Oswald H. Parry, B. A. (London; Horace-
Cox, 1895); s.372.
1 2
TAVASİN
Desen: Gustave Dore
I.
PEYGAMBERLİK IŞIĞI ÜZERİNE
TA-SİN
Bir ışık çıktı, Görünmez’in Nur'undan. Çıktı ve
geri dönerek diğer ışıklara egemen oldu. Bir aydı o; diğer
ayların içinde ışık saçarak kendini açığa vuran, ayların
sultanıydı. Evi, Göğün en yüce katında bir yıldız.
Tanrı onu «okumaz yazmaz» diye adlandırdı; çünkü o,
soluğunu «h»(1) çıkarmaya adamıştı; Tanrı onu, «kutsanmış
» diye adlandırdı. Dualarının görkeminden dolayı;
«Mekkeli» diye adlandırdı, kendisinin bulunduğu
yerde oturduğundan dolayı.
Tanrı, onun göğsünü genişletti, gücünü arttırdı ve
üzerinden kaldırdı «senin sırtına ağır gelen» yükü, ve
kendi yetkisini yükledi. Tanrı onun Bedr'ini görünür
kıldı, böylece o tüm bir ay olarak Yemame'nin bulutundan
sıyrıldı ve güneş olarak Tihame (Mekke)'nin
(1) Soluk alınıp verilirken çıkan «h» sesi, «hak» (tanrı) sözcüğündeki ilk ses.
yan tarafından yükseldi ve ışığını tanrısal bağış kaynağından
aldı.
O, kendi içinde gördüğünden başka bir şey bildirmedi,
kendi davranışının gösterdiği gerçek dışında bir
şeyin örnek alınmasını buyurmadı. Kendisi, Tanrının
varlığında bulundu, başkalarını da Tanrı'nın varlığına
kavuşturdu. Gördü, gördüğüne benzedi. Yol gösterici
bir ışık olarak bırakıldı, böylece rehberliğin sınırlarını
belirledi.
Hiç kimse, onun gerçekten neyi simgelediğini anlayamaz,
Katıksız Olan'dan başka. Çünkü o, Katıksız
Olan'ın varlığını doğruladı ve ona eşlik etti, öyle ki aralarında
hiçbir fark kalmadı.
Bilgeler, onun gerçek niteliğine ilişkin bilgileri olduğu
halde, kendisini öz olarak tanımlayamadılar.
Onun niteliği, ancak Tanrı'nın açıklamayı uygun bulduğu
kimseler için açık seçik kılındı. «Kendilerine kitap
verdiğimiz kimseler; bunlar o zaman çocuklarını tanıdılar;
bunların bir bölümü, bile bile gerçeği gizli tuttular.
» (Bakara; 146)
Peygamberlik ışığı, onun ışığından çıktı, onun ışığıysa
Giz'in ışığından doğdu. Tüm ışıkların içinde, en
parlak, en tanınır olanı, yaratılmamışın en yaratılmamışı
olanı, Sonsuz Bağış Sahibinin ışığı.
Onun «h» diye soluk alıp verişi, öbürlerinin soluklarından
üstün; onun varlığı, var olmayandan üstün;
1 6
onun adı, Kelam'dan üstündür, çünkü daha önce var oldu.
Bu işleve sahip olandan daha gönül okşayıcı, daha
soylu, daha akıllı, daha adaletli, daha nazik, Tanrıdan
daha çok korkan, daha sevimli bir kimse, ne ufuklarda,
ne ufukların ötesinde, ne de ufukların altında var. Onun
unvanı, Yaratılmışların Efendisi'dir, adı Ahmet, sıfatı
Muhammed'dir. Buyruğu en kesin, özü en üstün, sıfatı
en görkemli, soluk alışı kendine özgü.
Ey mucize! Kim var, ondan daha fazla kendini açığa
vuran(2), daha görünür, daha büyük, daha şanlı, daha
ışıklı, daha güçlü, daha akıllı? O var ve o vardı, o
bilindi tüm yaratılmış şeylerden, varlıklardan ve oluşlardan
önce. O anımsandı ve anımsanır «önce» den önce,
«sonra»'dan sonra, özlerden ve niteliklerden önce.
Onun özü, tümüyle ışık(3); sözleri, geleceği kapsar; bilgisi
tanrısal; konuşması Arapça; kabilesi «ne Doğuda,
ne Batıda»; soyu saygın; görevi barış getirmek; unvanı
ise, «okumaz yazmaz.»
Gözler, onun belirtileriyle açıldı; gizler ve benlikler,
onun orada buluşuyla anlaşıldı. Tanrı, kendi
Söz'ünü ona söyletti ve bir Kanıt (layan) olarak kendisi,
onu doğruladı. Tanrı'nın kendisiydi onu gönderen.
Kanıtlayan da o, kanıtlanan da. Susamış yüreklerin dayanılmaz
susuzluğunu odur gideren, odur getiren yaratılmamış
sözü; bir söz ki ne etkilenir etkilediği şeyden,
ne de dille bildirilir. Bu söz, Tanrıyla kaynaşmıştır ayrılmamacasına
ve anlaşılmazın sınırlarını aşmıştır.
(2) Tanrının, Peygamber biçimine bürünmesi.
(3) Tanrının Işık (nur) olarak göründüğüne inanılmaktadır.
1 7
Odur haber veren, sonu ve Sonun sonlarını.
Bulutu kaldırdı ve Kutsal Ev'i gösterdi. O bir sınırdır,
bu yüzden yüce bir savaşçıdır. Odur putların kırılması
buyruğunu alan, odur putların yok edilmesi için
insanlığa gönderilen.
Onun üzerinde bir bulut, pırıl pırıl şimşekler çaktırdı;
altındaysa parıltılı bir şimşek çaktı, yağmur yağdırdı,
ürün verdi. Tüm bilgi, onun okyanusundan tek
bir damladır; tüm akıl, onun ırmağının yalnızca bir
avuç kadarı; tüm zamanlar, onun yaşamının yalnızca
bir saati.
Tanrı onunla birliktedir, gerçek de onunla birlikte.
Bu birlik oluşta o, ilktir; sonuncudur peygamber olarak
görevlendirilişte; gerçek olarak içte, Tanrı bilgisi olarak
dışta.
Hiçbir bilgin yok, onun bilgisine ulaşan; hiçbir filozof
yok, onun aklına erişen.
Tanrı, yarattıklarına kendisini teslim etmedi. Çünkü
yaratılmış olan, yaratıktır; ama orada bulunursa
Tanrıdır. Ve Tanrı, Tanrıdır.
MuHaMmeD'nin M(mim)'sinden hiçbir şey çıkmadı
ve hiçkimse girmedi onun H(ha)'sına; H(ha)'sı, ikinci
M(mim)'nin aynısı; D(dal)'si, ilk M(mim)'si gibidir.
D(dal)'si onun zaman içindeki sonsuzluğudur;
(4) Bu yorum, Hurufilik anlayışının bir örneğidir. Peygamberin tanrılaştırılması
burada da görülüyor.
(5) Furkan: Doğru ile yanlışı ayıran ölçüt: Kuran.
(6) Yüreğin kutsallığı konusunda Önsöz'e bakınız.
M(mim)'si, saygınlığıdır; H(ha)'si onun Tanrılık durumudur,
ikinci M(mim)'si gibi.(4)
Tanrı, onun konuşmasını açığa vurdurdu, belirtilerini
büyüttü, onu bir kanıt olarak bilinir kıldı. Ona Furkan'i(
5) gönderdi, onun dilini yetkinleştirdi, yüreğini
nurlandırdı.(6) Onun çağdaşlarını yetersiz kıldı (Kuran'ı
taklit konusunda). Onun açıklamalarını kendisi saptadı
ve şanını yükseltti.
Onun buyruğundan kaçarsan, hangi yolu tutacaksın
kılavuzsuz, ey hasta insan? Filozofların düşünceleri,
onun yüce aklının önünde ancak gevşek bir kum tepesidir.
1 9
II.
KAVRAYIŞ ÜZERİNE
TA-SİN
Yaratılmış olanların kavrayışı, gerçeklikle ilişkili
değildir; gerçeklik de, yaratılmış olanlarla ilişkili değildir.
Düşünceler, kişiye özgüdür; yaratılmışların bu öznellikleri
gerçeklerle ilişkili değildir. Gerçeğin algılanması
bu denli güçtür, ama Gerçekliğin gerçekliğinin algılanması
bundan kat kat güçtür. Üstelik Tanrı, gerçekliğin
ötesindedir ve gerçeklik, Tanrıyı kapsamaz.
Pervane, sabaha dek alevin çevresinde döner; arkadaşlarının
yanına gelir ve onlara, görkemli bir anlatımla,
bu tanrısal ilişkisinden söz eder. Sonra tam bir birleşmeyi
özleyerek kendini alevin cilvelerine kaptırır.
Alevin ışığı, gerçekliğin bilgisidir; sıcaklığı, gerçekliğin
gerçekliğidir; onunla birleşme (tek oluş) ise,
gerçekliğin Doğru'sudur.
Ona alevin ne ışığı yetiyordu, ne de sıcaklığı; ken-
2 0
disini alevin içine fırlatıverdi. Bu sırada, onun söylentilerle
kanmadığını bilen arkadaşları, son içgörüsünü anlatması
için gelmesini bekliyorlardı. Ama o anda pervane,
yanmış, kül olmuş, dağılmıştı; ne bir biçimi kalmıştı,
ne bedeni, ne de ayırdedici bir belirtisi. Şimdiki
duyarlığıyla dönebilir miydi arkadaşlarının yanına?
Şimdiki ruhsal durumuyla dönebilir miydi? O, içgörü
aşamasına varınca, sözlerden uzaklaşmayı başarmıştı.
İçgörüsündeki varlığa ulaşınca da, içgörüyle bir ilişkisi
kalmamıştı.
Bu nitelikler, ilgisiz insanın, gelip geçici insanın,
yanlış yol tutmuş insanın, tutarsız insanın anlayabileceği
şeyler değildir.
Siz bilmeyenler, bir tutmayın 'Benim' ile Tanrısal
'Ben'i (ne şimdi, ne gelecekte, ne de geçmişte). 'Benim',
tam bir Tanrısal bilgi olsaydı bile, benim bulunduğum
ruhsal aşama olsaydı bile, yetkinlik olamazdı.
Ben, O'ndanım ama O değilim.
Eğer bunu anladıysan şunu da anlarsın ki bu nitelikler,
Muhammed'den başkası için geçerli değildir ve
“Muhammed sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası
değildir. O, Tanrının Habercisidir ve peygamberlerin
sonuncusudur.” (Ahzab; 40). Kendisini insanlardan ve
cinlerden ayırdı ve gözlerini «nerede»ye kapadı, öyle
ki artık ne bir peçe kaldı yüreğinde ne de yalan.
«Gerçekliğin bilgisi» çölüne vardığında «iki yay
boyu kadar, belki daha yakın» bir uzaklık kaldı, diye
bildirdi dış yüreği. Gerçekliğin doğrusuna ulaştığında
2 1
tutkusunu orada bıraktı, kendisini Bağış Sahibine teslim
etti. Doğru'ya vardığında, döndü, şöyle dedi:
«Dış yürek, Sana secde etti, iç yürek de iman etti.»
Son sınır'a ulaştığında, dedi ki: «Sana, gerektiği gibi tapınamıyorum.
» Gerçekliğin gerçekliğine ulaştığında
ise, şöyle dedi: «Sen, kendine tapılabilecek tek varlıksın.
»
Tutkusunu bir yana bıraktı, görevini yerine getirdi;
Sınır'ın Kutsal Ağacı'nın yakınındaki bu durakta «gördüğü
şey hakkında, yürek yalan söylemedi.» Ne sağa,
şeylerin gerçekliğine doğru saptı; ne de sola, gerçekliğin
gerçekliğine doğru. «Bakışları yön değiştirmedi,
sönmedi de.» (Necm; 17)
2 2
III.
ARINMIŞLIK ÜZERİNE
TA-SİN
Gerçeklik, çok gizlidir, açıklanamaz; ona giden
yollar dar; yolcunun karşısına doymaz ateşler, engin
çöller çıkar. Yabancı, işte bu patikalardan geçer, Duraklarda
görüp yaşadıklarını anlatır. Bunlar, kırk Duraklardır:
1— Yöntem (adab)
2— Korku (raheb)
3— Yorulma (nasab)
4— Arama (taleb)
5— Şaşırma (aceb)
6— Yıkılma (ateb)
7— Esrime (tarab)
8— Tutku (şereh)
9— Doğruluk (nezeh)
10— İçtenlik (sıdk)
11— Yoldaşlık (rıfk)
12— Özgürleşme (ıtk)
2 3
13— Gösterme (tasvih)
14— Dinginlik (tervih)
15— Anlama (temyiz)
16— Tanık olma (şuhud)
17— Oluş (vucud)
18— Sayım (ıdd)
19— Çabalama (kedd)
20— Eski duruma dönme (rada)
21— Yayılma (imtidad)
22— Hazırlanma (i’tidad)
23— Kendini yalıtma (infirad)
24— Bağlanma (inkıyad)
25— Çekim (murad)
26— Görüntü (huzur)
27— Uygulama (riyazet)
28— Dikkat (hıyatat)
29— Yitirilen şeyler için üzülme (iftikad)
30— Direnme (istilad)
31— Dikkate alma (tedebbür)
32— Hayret (tahayyur)
33— Düşünme (tafakkur)
34— Sabır (tasabbur)
35— Yorumlama (taabbur)
36— Onaylamama (rafd)
37— Güçlü eleştiri (nakd)
38— Uyma (riayet)
39— İşaret alma (hidayet)
40— Başlangıç (bidayet)
Son durak, arınmış ve gönlü temiz insanların ulaşabileceği
Durak'tır.
2 4
Her Durak'ta iki ayrı bilgi vardır; bu bilginin bir
bölümü algılanabilir, diğer bölümü algılanamaz.
Yabancı, çöle girdi ve onu geçti ve kucakladı, tümünü
içine aldı. Ne dağda, ne ovada, alışkın olduğu ya
da yararlı bir şey bulmadı.
«Musa, konuşmasını tamamlayınca» halkından ayrıldı;
çünkü gerçeklik tarafından «onunki» olarak kabul
edilecekti. Ancak Musa, dolaysız içgörüyle değil de
dolaylı bilgiyle hoşnut kılındı; budur onunla insanların
en üstünü (Muhammed) arasındaki fark. Bu yüzden
Musa: «Belki size O’ndan bir haber getiririm» (Kasas;
29) demişti.
Eğer İyi Yönlendirilen, dolaylı bilgiyle hoşnut kılınsaydı,
aynı yolu arayan bir kimse, dolaylı bir belirtiyle
yetinmez olur muydu?
Yanan çalıdan, Tûr’un yakınında, çalıdan kulağına
gelen ses, ne çalının sesiydi, ne de tohumlarının; Tanrıydı
konuşan.
İşte benim işlevim, bu çalınınkiyle aynı.(7)
Yani gerçeklik, gerçekliktir; yaratılmış da yaratılmış.
Reddedin yaratılmış varlığınızı, 0(8) olursunuz, O
da siz; gerçeklik olarak.
(7) Yani Tanrı, Hallac-ı Mansur'un ağzıyla konuşmuş oluyor.
(8) Tanrı.
2 5
Benlik, bir öznedir; ama belirlenmiş nesne de, gerçekte
bir öznedir; öyleyse nasıl belirlenir?
Tanrı, Musa'ya dedi ki: «Kanıt'a doğru yol göster,
Kanıt'ın nesnesine değil. Ben, tüm kanıtların kanıtıyım.
»
Tanrı, gerçek anlamda bana dönüştü.
Yücelik gösterip, benimle antlaşma (birlik) yaptı.
Gizim tanıktır,
Yaratılmış kişiliğim olmadan.
O benim gizim, işte budur gerçeklik.
Tanrı, benim yüreğimden, benim bilgimi açıkladı.
Kendisinden uzun zaman uzakta kalan beni yanına çekti,
benimle içli dışlı oldu, beni seçti.
2 6
IV.
DAİRE ÜZERİNE
TA-SİN
Birinci kapı, Doğru'nun(9) dairesine ulaşan kimseyi
simgeler. İkinci kapı, oraya ulaşan, ama girdikten
sonra kapalı bir kapıyla karşılaşan kişiyi simgeler.
Üçüncü kapı ise, Doğru'nun Doğruluk çölünde yolunu
yitiren kişiyi simgeler.
2 7
Kim ki daireye girer, Doğru'dan uzak düşer; çünkü
yol kapatılmıştır; arayan geri döner. Yukarıdaki nokta,
onun gayretini simgeler. En alttaki nokta, arayanın, harekete
başlamış olduğu noktaya geri dönüşünü simgeler;
ortadaki nokta ise, şaşkınlığıdır.
En içteki dairenin kapısı yoktur; onun merkezi olan
nokta, Doğru'dur.
Doğru, görünen ve görünmeyen her şeyi kapsar,
biçimleri hoş görmez.
Burada neyi belirttiğimi anlamak istiyorsan «dört
kuş al ve onları kendine çevir» (Bakara; 260). Çünkü
Tanrı uçmaz.
Önce kıskançlığını gizler, sonra açığa vurur. Saygılı
bir korkuydu bizi ayıran, şaşırmaydı bizi ondan
yoksun bırakan.
Doğru'nun anlamı budur. Bu, başlangıçların dairesinden
daha kapalı, bölgelerin belirlenmesinden daha
karmaşıktır. Anlayış'ın iç işleyişi de karmaşıktır, hayalgücünün
gizliliğinden dolayı.
Çünkü daireye bakan, ona içinden değil de dışından
bakar.
Bu yüzden, Gerçeklik biliminin bilgisine erişemez.
Bilgi, bir yer değildir; ama daire, yasaklanmış bir yerdir
(haram).
2 8
Peygamberi «haram» diye adlandırdılar, çünkü
yalnız o çıktı Haram dairesinden.
Korku ve saygıyla doluydu, Doğru'dan bir giysi
kuşanmıştı; dışarı çıktı ve tüm yaratılmışlar için derinden
bir «ah!» çekti.
2 9
V.
NOKTA ÜZERİNE
TA-SİN
Bundan daha güzel olanı, Öncesiz Noktan (10) hakkında
konuşmaktır; Kaynak'tır o; ne büyür, ne küçülür,
ne yok olur.
Benim Tanrı’yla ilişkimi yadsıyan kişi, beni görmemiştir
ve sapkın der bana. Beni, kötü olmakla suçlar,
ama yüceliğimi görünce yardım ister; ötenin ötesindedir
yalvardığı daire.
İkinci daireye ulaşan kişi, benim Tanrıdan esin almış
olduğumu düşünür.
Üçüncü daireye ulaşansa, tüm isteklerin temelinde
benim olduğumu sanır.
(10) Hurufilik'te, tüm harfler ve biçimler, noktanın uzantısı ve türevi olarak
görüldüğünden; Tanrı’nın, maddeler evreninde ilk belirmesinin nokta olduğuna
inanılır.
3 0
Kim ki Doğru'nun dairesine ulaşır, beni unutur ve
dikkati benden ayrılır.
«Hayır, hiçbir sığınak yok! O gün, yalvarışların,
Efendine olacak; o gün insan, ilk ve son işleriyle anılacak.
» (Kıyame; 11-13)
Ama insanoğlu, dolaylı tanıklığa başvurur; bir sığınağa
kaçar, kıvılcımlardan korkar, niyeti bozulur ve
yoldan çıkar.
Ben, sonsuzluğun derin denizindeyim; işte bu yüzden,
Doğru'nun dairesine ulaşmış olan kişi, bilgi denizinin
kıyısında, kendi bilgisiyle oyalanır durur. Yoksun
kalır beni görmekten.
Sufileri andıran bir kuş gördüm, uçuyordu Sufiliğin
çift kanadıyla. Yüceliğimi yadsıdı, çünkü uçmakta
diretiyordu.
Arınmışlığı sordu bana, şöyle dedim: «Kes kanatlarını,
yokoluş makasıyla. Madem beni izleyemiyorsun.
»
Dedi ki: «Ben bu kanatlarımla Sevgilime uçuyorum.
» Dedim: «Yazık sana! Çünkü O, hiçbir şeye benzemez;
O, her şeyi duyandır, her şeyi görendir.» Bunun
üzerine, anlayış denizine düştü, boğuldu.
3 1
Sonsuz anlayış denizi, şöyle gösterilebilir:
Yürek (gönül) gözüyle gördüm efendimi
Sordum: «Kimsin sen?» Dedi: «Sen».
Ama senin için «nerede»'nin yeri yoktur
Senin bağlı olduğun bir yer yoktur.
Akıl seni, zaman içinde belirli bir varoluşun
içine yerleştiremiyor,
İşte bu yüzden bilemiyor senin nerede olduğunu
Sen tek varlıksın tüm «burada»'ları kuşatan;
Neredeye yanıt olacak hiçbir yerde
bulunmayan noktaya kadar.
Öyleyse sen neredesin?
Dairedeki tek nokta, çeşitli anlayışlardan gelen düşünceleri
gösteriyor. Bu tek nokta Doğru'dur, kalanı
yanlış.
Çıkarak «yakına kadar uzandı», «sonra yeniden
3 2
geldi» yücelerek. Ararken yeniden uzadı, kendinden
geçti, yeniden geldi. Yüreğini orada bıraktı, Efendisine
doğru uzadı. Tanrı'yı görünce yok oldu, ama yok olmadı.
Nasıl var oldu ve nasıl var olmadı? Nasıl baktı ve
nasıl bakmadı?
Şaşkınlıktan bilinçliliğe geçti, ve bilinçlilikten şaşkınlığa.
Tanrı tarafından görülmekle Tanrı'yı gördü.
Ulaştı ve ayrıldı. Arzu'suna kavuştu ve yüreğinden
yoksun kaldı, ve «gören yüreği, gördüğü şey hakkında
yalan söylemiyor.» (Necm; 11)
Tanrı onu gizledi, sonra yanına çekti. Onu görevlendirdi
ve arıttı. Susattı, sonra susuzluğunu giderdi.
Onu arıttı, sonra seçti. Onu çağırdı, yanına getirdi. Onu
derde saldı, sonra yardım etti. Onu silahlandırdı, sonra
eyere oturttu.
«Bir yay boyu» uzaklık vardı; geri dönünce hedefine
ulaştı. Çağırınca yanıtladı. Görmekle, kendini ortadan
kaldırdı. Sarhoş oldu, sevindi. Yaklaştığı için, saygılı
bir korkuyla sarsıldı. Ve kendini kentlerden ve yardımcılardan
ayırmakla, vicdanlardan ve bakışlardan ve
yaratılmış belirtilerden (eserlerden) ayrılmış oldu.
«Arkadaşın, yolunu şaşırmadı», ne yoruldu, ne
usandı. Gözünde bezginlik yoktu; kesintisiz bir sürenin
«ne zaman»ına kadar yorulmadı.
«Arkadaşın, yolunu şaşırmadı»(Necm; 2) bizimle
kendinden geçtiğinde. Bizi seyrederek öteye geçmedi,
bildirimizin dışına çıkmadı. Bizden söz ederken, Bizi
başkalarıyla kıyaslamadı. Bizimle kendinden geçtiğin3
3
de zikr bahçesinde şaşırmadı, fikr'de rastgele dolaşıp
yolunu yitirmedi.
Soluk alışlarında ve göz kapışlarında, Tanrı'yı anmayı
yeğledi; onun verdiği dertlere katlandı, bağışları
için teşekkür etti.
Nur'dan Nur'a «iletilmiş açıklama'dan başka bir
şey değildi O.» (Necm; 4)
Konuşmam değiştir. Hayallerden kendini uzak tut,
ayaklarını insanoğlundan ve yaratıklardan yukarıya
kaldır. O'ndan söz ederken vezinli ve uyumlu konuş!
Tutkulu ol, tanrısal sarhoşluk içinde kaybol. Bilesin ki
ötesine uçmalısın dağların ve ovaların, bilgi dağlarının
ve güvenlik tepelerinin, görmek için Onu, bakıp durduğun.
Böylece, Kutsal Ev'e ulaşınca, zorunlu oruç sona
erdi.
O zaman, amaca ulaşacak biri gibi, Tanrı'ya doğru
yaklaştı. O zaman, onun yasaklanmış olduğunu duyurdu.
Bir yetersizlik olmaktan çok, bir engellemeydi bu.
Arınma Durağından Azarlanma Durağına geçti, Azarlanma
Durağından Yakınlık Durağına. Araştırarak yaklaştı
ve kaçınarak döndü. Yakararak yaklaştı ve haberci
olarak döndü. Yanıt verici olarak yaklaştı ve Tanrısal
Yakınlıkla dolu olarak döndü. Bir kanıtlayıcı olarak
yaklaştı ve onu içgörüyle kavramış olarak döndü.
Aralarında «iki yay boyu» uzaklık vardı. «Nerede»
hedefini, «arasında» okuyla vurdu (ayn ve bayn). Yeri
tam olarak belirlemeye iki yay boyu kaldığını bildirdi
3 4
ve «ya da» Öz'ün çizgiyle anlatılamayacak doğasından
dolayı, «biraz daha yakın»'dı, Özün Özüne.
Yüce Şeyh el-Hüseyin ibn Mansur el-Hallac şöyle
demiştir:
Bu konudaki sözlerimizi herkesin anlayabileceğini
sanmıyorum; Biçimler Levhası'nın (Levh Mahfuz'un)
ötesine geçip de iki yay boyu kalıncaya dek ilerleyen
kimse anlayabilir ancak.
Orada kullanılan harfler artık ne Arap harfleridir,
ne İran harfleri.
Yalnızca tek bir harf var orayı ifade edebilen, o da
mim'dir ve «kendini açığa vuran»'dır.(11)
Mim, «Sonuncu» demektir.
Mim, aynı zamanda, ilk'in kirişidir. İlk yay uzunluğu,
Erk Makamı'dır (Ceberut); İkincisi, Egemenlik Makamı'dır
(Melekut); Özellikler Makamı ise, bu iki makamın
kirişidir. Özel Nurlandırma'nın (Tecelli-i Has)
Özünün Makamı da Mutlak'ın oku ve iki uzaklığın
okudur.
Nurlandırma ateşini yakandan gelir.(i2)
Bildirdi ki konuşmanın uygun biçimi, içeriği yaklaşma
olan konuşmadır. Sözlere kavranış veren bu anlam
ise, Tanrı'nın Doğru'sudur, yaratıklarının düzenle-
(11) Mim (nokta) için 10. dipnota bak.
(12) Yanan çalıdan gelen, tanrının sesi olabilir.
3 5
mesi değil. Bu yaklaşma, yalnızca güçlü isteğin döngüsünde
olanaklıdır.
Doğru ve Doğruların Doğrusu, önceki deneyimlerden,
en yüce bir kopuşta bulunur, sevenin yaptığı bir
iksirin yardımıyla, tüm bağlantıları kopararak, birlikte
ulaşanların eyerlerinde, yıkımların sürekliliği ve farklılıkların
kavranmasında bulunur, bildirilen bir sözcüğün
yardımıyla. Seçilmişlerin yoludur bu ve yaklaşma, öyle
engin bir alandır ki peygamberliğin denenmiş yolunu
izleyen kimse anlayabilir bunu.
En yetkin ve dayanıklı bağışlarını, görülebilen bir
kitapta kendisinin(l3) belirttiği gibi, bir «gizli Kitap»
aracılığıyla ileten varlığın yüceliğini duyurdu Yesrib'in
Efendisi, huzur içinde yatsın; kuşların diliyle yazdığı
bir kitaptır bu, bizi oraya getirirken.
Eğer bunu anlarsan, ey aşık, şunu da anlarsın ki
Tanrı, kendisinden başkasıyla ya da öz dostlarından
başkasıyla konuşmaz.
Ondan biri olmak demek, bir mürşide ya da izleyicilere
sahip olmak demektir, yeğlenmemek ya da kayırılmamak
ya da atanmamak ya da danışılmamak demektir,
hiçbir «onun» yada «ondan»'a sahip olmamak
demektir. Daha doğrusu, onda olan şey, onda olan şeydir,
ama susuz bir çölde susuz bir çöl olarak, bir belirtide
bir belirti olarak var olmaksızın «onda».
(13) Tanrı.
3 6
Halkın anlayacağı türden sözler, kitabın anlamlarını
değiştirir, bu anlamlar onun isteklerini değiştirir ve
onun isteği, uzaktan anlaşılmış olur. Onun yolu, çetindir;
adı görkemlidir; biçimi benzersizdir; onun bilgisi,
bilginin yadsınmasıdır; onun yadsınması, onun tek
doğrusudur; onun günahı; onun tek gizlilik kaynağıdır.
Onun adı, onun yoludur; onun dışa vuran özelliği, yakıcılığıdır;
niteliği, istek'tir.
Yol (Şeriat) onun özelliğidir; doğrular (hakaik)
onun alanı ve görkemidir; benlikler, onun kapılarıdır;
Şeytan onun öğretmeni; her sıcak kanlı varlık, onun tanıdığı
bir hayvandır; insanlık, onun vicdanıdır; yok
ediciliği, onun görkemidir; unutma, onun derin düşünceye
dalış aracıdır; gelin, onun bahçesidir; unutmanın
unutması, onun sarayıdır.
Onun ustaları benim sığınağım, onların ilkeleri benim
uyarıcım, onların buyrukları benim dileğim, onların
üzüntüleri benim mutsuzluğumdur.
Onların izinleri, bir içme yeridir; onların yenleri
tozdan başka bir şey değildir; onların kuramı, ruhsal
durumlarının köşetaşıdır; onların ruhsal durumu yetersizliktir.
Ama bundan farklı bir ruhsal durum, Tanrı'nın
öfkesini çekerdi. Bu kadarı yeter; başarı Tanrıdandır.
37
VI.
SONSUZ ZAMAN ÖNCESİ
VE ÇİFT ANLAMLILIK ÜZERİNE
TA-SİN
Hangi niyetlerin uygun olduğu
konusundaki yaygın sözlere karşı
anlayışın anlayışına sahip olan
kimse için.
Tanrı rahmet eylesin, şeyh Ebu'l Muğit, demiştir
ki: «Belirlenmiş iki görev vardır yalnızca; İblis'inki, ve
huzur içinde yatsın, Muhammed'inki. Ama İblis,
Öz'den düşmüş; Muhammed ise Öz'ün Öz'üne sahip olmuştur.
»
«Secde et!» (Bakara; 30 /Araf; 11) dendi İblis’e;
Muhammede «bak» dendi. Ama İblis secde etmedi; ve
Muhammed’e bakmadı, sağa ya da sola dönmedi, «ba-
38
kışları yön değiştirmedi, sönmedi de.»
İblis, görevini açıklayınca, ilk gücüne kavuştu.
Ama Muhammed, görevini açıkladığında, gücüne bel
bağlamaktan vazgeçti.
Şu sözlerle: «Sendedir benim ulaştığım, Sanadır
kendimi sürükleyişim.» Yine: «Ey Sen, yürekleri (gönülleri)
yönlendiren! Seni nasıl yüceltmeliyim, bilmiyorum.
»
Cennetin halkı içinde, tekliğe en çok inanan ve en
çok tapınan, İblis'ti.
Tanrısal Öz, İblis'in karşısında belirdi. İblis, gönül
gözüyle bir kez bile ona bakmaktan alıkonuldu; İblis,
sofuca bir yalıtmayla tapınmaya başladı Sevilen Bir’e.
İkili yalıtmaya ulaşması yüzünden lânetlendi, kesin
yalnızlığı istediğinde sorguya çekildi.
Tanrı ona buyurdu: «Secde et!» O da şöyle dedi:
«Senden başkasına secde etmem.» Tanrı dedi ki:
«Lânetim senin üzerine yağsa bile mi?» O da şöyle dedi:
«Benim için, bir ceza değil bu.»
«Karşı çıkmamla, senin katıksızlığını onaylıyorum,
aklım seni anlamıyor. Adem'in sana benzerliği nedir ve
ben ki İblis'im, senden farkım nedir!»
Görkem Denizine düştü, kör oldu ve dedi ki: «Senden
başkasına ulaşan yolum yok benim. Ben, alçak gö39
nüllü bir aşığım.» Tanrı şöyle dedi: «Kendini gurura
kaptırdın.» O da, şunları söyledi: «Aramızda bir anlık
bir bakış olsaydı, bu, beni gururla ve buyurgan yapmaya
yeterdi; ama seni sonsuz zamandan önce tanıyan,
benim; 'Ben ondan daha iyiyim', çünkü sana daha uzun
bir zaman boyunca hizmet ettim. Varlıkların iki türü
içinde de, seni benden daha iyi tanıyan yoktur. Senin
niyetin bende vardı, benim niyetim sende, bunların ikisi
de Adem'den önce vardılar. Senden başkasının önünde
secde etsem de, etmesem de, aslıma dönmem kaçınılmazdır,
çünkü sen beni ateşten yarattın ve ateş, ateşe
döner; böyledir senin kurduğun denge, verdiğin karar.
«Senden uzak olmak diye bir şey yok benim için,
çünkü biliyorum uzaklığın ve yakınlığın bir olduğunu.
«Terkedildiysem, benim gözümde, beni terkedişin
benim yoldaşım olmuştur; işte bu yüzden, terketmek ve
gerçek aşk, daha da birdir.
«Senden başkasının önünde secde etmeyen bu vazgeçmez
tapınmacı için uygun gördüğün Yargı'yla ve
Erişilmez Öz'ünle yücesin sen!»
Tûr’un yamacında Musa, İblis'le karşılaştı ve ona
sordu: «Ey İblis, secde etmekten seni alakoyan neydi?
O da, şöyle dedi: «Beni secde etmekten alakoyan, Tek
Sevgili'ye bağlılığımı bildirişimdi; eğer secde etseydim
senin gibi olurdum; çünkü senden, «dağa bak» diye
yalnızca bir kez istekte bulunuldu, sen de baktın. Bana
gelince, benden Adem'e secde etmem bin kez istendi,
ama secde etmedim; çünkü bildirdiğim niyete bağlı
40
kaldım.»
Musa dedi ki: «Buyruğa karşı geldin» İblis şöyle
yanıtladı: «Bir sınavdı o, buyruk değil.» Musa dedi ki:
«Ama suretini değiştirdiğinde günah işlemiş olmadın
mı?» İblis yanıtladı: «Ey Musa, bu, görünüşlerin yanıltmacasından
başka bir şey değil; ruhsal durum buna
bağlı değildir, buna göre değişmez. Tanrısallık bilgisi,
başlangıçtaki gibi, doğru kalır; bireyler değişse bile, o
değişmez.»
Musa sordu: «Şimdi onu anımsıyor musun?» İblis
yanıtladı: «Ey Musa, katıksız aklın belleğe gereksinimi
yoktur; bu akıl tarafından ben anımsanırım ve O anımsanır.
O'nun anımsaması benim anımsamamdır, benim
anımsamam ise O'nun anımsaması... Madem ki birbirimizi
anımsıyoruz, biz ikimiz nasıl bir olmalıyız? Şimdi
hizmetin daha temiz, günlerim daha güzel, anımsayışım
daha görkemli; çünkü eskiden kendi mutluluğum
için Ona hizmet ediyordum, şimdiyse O'na O'nun için
hizmet ediyorum.»
«Yararı olduğu kadar zararı da önleyen ya da destekleyen
açgözlülükten sıyrıldım. O, beni yalıtladı, bana
kendimi unutturdu, beni alt üst etti, beni kovdu, cennetliklere
karışmayayım diye. Onu kıskanışım yüzünden
beni öbürlerinden uzaklaştırdı. Benim biçimimi
bozdu, çünkü beni şaşkınlığa düşürdü; beni şaşkınlığa
düşürdü, çünkü beni sürgün etti. Ona yaptığım hizmetten
dolayı beni sürgün etti; ve kendisine yakınlığımdan
dolayı, beni, yasaklanmış bir duruma koydu. Onun görkemini
övdüğüm için, benim değersizliğimi sergiledi.
4 1
Söylemimden dolayı, beni basit bir ihram giymeye zorladı.
İçgörüyle Onu keşfettiğim için beni bıraktı. Bir'liğin
içinde olduğum için beni açığa vurdu; beni kesip
attığı için, birleştirdi. Beni kesip attı, çünkü isteğime
engel olmuştu.
«Onun Doğruluğuyla, benim için verdiği yargıya
uymakta suç işlemedim, yazgımı reddetmedim. Yüzümün
bozulmasına aldırmadım. Bu hükümler doğrultusunda
yolumu tuttum.
«Beni sonsuza dek ateşiyle cezalandırsa da başkasının
önünde secde etmem ve başka bir kişinin ya da
bedenin önünde kendimi alçaltmam, çünkü O'nun karşısında
bir varlık tanımıyorum! Benim savım, İçten
Olan'ın savıdır ve ben, aşk konusunda içten olanlardan
biriyim.»
El-Hallac dedi ki: «Azazil (Cennetten kovulmadan
önceki İblis) hakkında, onun işleri hakkında çeşitli kuramlar
vardır. Kimisi onun, cennette bir görevle ve yeryüzünde
bir görevle yükümlü kılındığını söyler. Cennette
meleklere öğüt vererek onlara iyi şeyler öğretir,
yeryüzünde ise insanlara ve cinlere öğüt vererek onlara
kötülükleri gösterir.
«Bir şey, ancak karşıtının yardımıyla kavranabilir;
tıpkı ince ak ipek kumaşların, siyah kıllarla birlikte dokunabilmesi
gibi. Bundan dolayı Melek, iyi işleri gösterir
ve der ki 'Bunları yaparsanız ödüllendirilirsiniz.'
Ama önceden kötünün ne olduğunu bilmeyenler, iyinin
ne olduğunu bilemezler.»
4 2
Şeyh Ebu Ömer El-Hallac, şöyle dedi: «Yüceliğin
onuru konusunda İblis'le ve Firavun'la konuştum. İblis
dedi ki 'Secde etseydim, onurlu adımı yitirirdim.’ Firvaun
ise, şöyle dedi: 'Bu Haberci'ye inansaydım, onurlu
katımdan aşağı düşerdim.'
Dedim ki: «Düşüncelerimi ve söylediğim sözleri
reddetseydim, Onur katından aşağı düşerdim.»
İblis: «Ben ondan daha iyiyim» dediğinde kendisinden
başkasını göremiyordu. Firavun: «Sizin için
benden başka Tanrı tanımıyorum.» dediğinde kendi
halkından hiçbirinin doğruyla yanlışı ayırdedebileceğini
kabul etmiyordu.
Ben dedim ki: «O'nu tanımıyorsan, belirtilerini tanı;
ben O'nun belirtisiyim (tecelli), benim Doğru! Çünkü
Doğru'yu dışa vurmaktan vaz geçmedim!»
Yoldaşım ve öğretmenimdir, İblisle Firavun.
İblis, ateşle tehdit edildiyse de, savını geri almadı.
Firavun, düşüncelerinden dönmeyerek ve hiçbir aracı
tanımayarak, Kızıl Deniz'de boğuldu. Ama şöyle dedi:
«Şimdi inandım; İsraillilerin bağlandığı Tanrıdan başka
Tanrı yoktur.», ve görmüyor musun Tanrı'nın, tapınan
Cebrail'e nasıl karşı çıktığını? Demişti ki: «Neden kendi
ağzını kumla doldurdun?»
Ben öldürülsem, çarmıha gerilsem, ellerim ve
ayaklarım kesilse; yine de sözlerimden asla geri dön4
3
mezdim.(14)
İblis'in bu adı, onun ilk adı olan Azazil'den gelir:
‘Ayn’, onun çabalarının büyüklüğünü simgeler; ‘ze',
ziyaretlerinin gittikçe artmasını simgeler; ‘elif’, aldığı
yolu, ikinci ‘ze’ ise onun ulaştığı yücelikteki yalnızlığını
simgeler; ‘ye’, sonsuz acıya doğru yürüyüşünü ve
lam, acı çekmekte direnişini simgeler.
Tanrı, Şeytan’a sordu: «Secde etmiyor musun, ey
alçak!» O da, şunu söyledi: «Daha doğrusu,aşık demeliydin.
Aşıklar hor görülür; bu yüzden, beni alçak, aşağılık
diye adlandırıyorsun. Bana olacakları, Anlaşılır
kitap'ta okudum ben, ey Her Şeye Gücü Yeten, Sonrasız
Olan! Öyleyse nasıl alçaltabilirdim kendimi
Adem'in önünde; madem ki onu topraktan beni ateşten
yarattın? Bu iki karşıt varlık, anlaşamazlar. Ben, sana
daha uzun süre hizmet ettim; benim erdemim, onunkinden
daha yüksek; bilgim daha geniş; eylemlerim daha
yetkin.»
Yüce Tanrı, ona dedi ki: «Seçim benimdir, senin
değil.» O da, şöyle dedi: «Tüm seçimler gibi, benim
seçimim de senindir; çünkü sen, beni seçmiş bulunuyorsun,
ey Yaratan. Onun önünde secde etmemi sen
engelledin. Sözlerimde yanlışlık olsa, benim böyle konuşmama
izin vermezdin; çünkü sen, Her Şeyi Duyansın.
Onun önünde secde etmemi istemiş olsaydın, buna
boyun eğerdim. Seni benden daha iyi tanıyan bir kimse
bilmiyorum, bilgelerin içinde.»
(14) Burada Mansur, İsa'yla özdeşleşiyor.
4 4
Beni kınama; eleştirmek diye bir amacım yok benim;
öyleyse ödüllendir beni, Efendim, çünkü ben tek
başımayım.
Eğer senin söz verdiğin, Doğru ise, benim çağrım
bundan dolayı güçlüdür.
Bu durumu yazmak isteyen kişi! Oku onu; anla benim
bir şehit olduğumu!
Ey kardeşim! O, ilk arılığından uzaklaştırıldığı
için Azazil diye adlandırıldı. Kaynağından, Son'una
dönmedi; çünkü son'undan çıkmadı; bırakıldı, kaynağından
dolayı cezalandırıldı.
Yukarıya çıkma girişiminde, başarısız oldu; çünkü
yanan çalısı, direniyordu. Kendini, konakladığı yerin
ateşiyle yüksekteki konumunun ışığının arasında buldu.
Çimenlikte, gizli bir göl vardı. O, bu bolluğun içinde
susuzluktan kıvranıyordu. Acıyla haykırdı, çünkü
ateş kendisini yakıyordu; korkusu gerçek bir korku değildi,
yalnızca öykünmeydi; körlüğü, sadece bir gösterişti
işte geldi!
Ey kardeşim! Anladıysan, bu geçidi tüm darlığıyla
kavramışsındır, tüm gerçekdışılığıyla hayalinde canlandırmışsındır
ve üzüntüyle, kaygıyla geri dönmüşsündür.
Bilgelerin en dikkatlileri, İblis konusunda sessiz
kaldılar; ermişler, öğrenmiş oldukları şeyi bildirme gü-
4 5
cünü kendilerinde bulamadılar. İblis, tapınmada onlardan
kararlıydı ve Öz'ün Dışavurumuna onlardan daha
yakındı. Daha çok çaba gösterdi ve anlaşmaya daha
fazla uydu ve onlara, Tapınılan'dan daha yakın oldu.
Diğer melekler desteklemek için Adem'e secde ettiler;
ama İblis buna yanaşmadı, çünkü uzun bir düşünme
sürecinden geçmiş bulunuyordu.
Ama anlatımı bulanıklaştı ve düşüncesini yitirdi;
bu yüzden, şöyle dedi: «Ben ondan daha iyiyim.» Kendini
gizledi, tozu önemsemedi ve kendi üzerine lânet
getirdi. Sonsuz Zaman Sonrası'nın Sonsuz Zaman Sonrası’na
kadar.
4 6
VII.
TANRISAL İRADE ÜZERİNE
TA-SİN
Tanrı'nın, iradesini uygulayışının gösterimidir bu.
Birinci daire, Tanrı'nın yargısıdır (meşie); ikinci daire
onun yüce aklıdır; üçüncüsü gücüdür; dördüncüsü ise
onun Sonsuz Zaman Öncesizliği bilgisidir.
İblis dedi ki: «Eğer birinci daireye girersem İkincinin
sınavını vermem gerekecek; İkinciye geçersem
üçüncünün sınavını vermeliyim; üçüncüye geçersem
dördüncünün sınavı çıkacak önüme.
4 7
«Öyleyse... hayır, hayır, hayır, yine hayır! Birinci
dairede kalacak olursam, lânetleneceğim, istemezsem
İkincisini; üçüncüyü istemezsem geri döndürüleceğim;
öyleyse benim için ne farkı olacak dördüncünün?
«Secde etmenin benim için bir kurtuluş olacağını
bilseydim secde ederdim. Ama o daireden sonra başka
dairelerin olduğunu biliyordum. Şöyle akıl yürüttüm:
'bu daireden çıkmayı başarırsam, ikinci daireden, üçüncüden
ve dördüncüden nasıl çıkacağım?'»
Beşinci La'nın Elifi «O, Ölümsüz Tanrı»’dır.
4 8
VIII.
TEKLİĞİN DUYURULMASI ÜZERİNE
TA-SİN
Tanrıdır ölümsüz olan.
Tanrı Birdir, Benzersizdir, Yalnızdır ve Bir'liği kabul
edilir.
Hem Bir, hem de Bir'in Tekliğinin duyurulması,
O’nda ve O'ndandır.
Diğerlerini O’nun Tekliği’nden ayıran uzaklık,
O'ndan gelir. Şöyle gösterilebilir:
Tevhid bilgisi, özerk bir bilgilenmedir ve şöyle
gösterilir:
4 9
Tevhid, onu anan yaratılmış öznenin bir sıfatıdır,
ama bir olduğu kabul edilen Amaçlanan'ın sıfatı değildir.
Eğer, yaratılmış olan ben, «ben» dersem O'na da
«ben» dedirtmiş olur muyum? O zaman, Tevhid benden
gelir, O'ndan değil. O, benim ve Tevhidimin dışındadır
(münezzeh).
Eğer ben, «Tevhid, onu anana geri döner» dersem,
onu, yaratılmış bir şey yaparım.
Eğer ben, «Hayır; Tevhid, onaylamış olduğu
Amaçlanan'dan gelir» dersem, o zaman birleştirici ile,
onun Tekliği onaylaması arasında nasıl bir ilişki olur?
Eğer «O zaman Tevhid, Amaçlanan'ı özneye bağlamaktadır
» dersem, bunu, mantığa uyan bir tanımlamaya
dönüştürmüş olurum.
5 0
(ÇİZİMLER: Tevhid, Tanrı'dan ayrıdır. Elif,
içindeki dallarla birlikte vahdaniyet simgesidir.
Elif Öz'dür; dal'lar ise onun Rıfat'larıdır.
Birlik: Öz olan başlangıçtaki elif, yaratılmış
biçimler olan öbür eliflerle birlikte, esas
elifden kaynaklanır.)
5 1
IX.
TEVHİDDE KENDİNE DÖNÜK
BİLİNÇLER ÜZERİNE
TA-SİN
Tevhidde, kendine dönük bilinçlerin Ta-Sin'i şöyledir:
(Elif: Teklik, Tevhid. Hamse: Kendine dönük bilinçler,
bir kısmı bir yanda, başka kısmı öbür yanda.
Ayn, başlangıçta ve sonda: Öz.)
Kendine dönük bilinçler, O’ndan çıkar ve O'na dönerler,
O'nda işlerler, ama mantık açısından gerekli değildirler.
5 2
Tevhidin gerçek öznesi, öznelerin çokluğunu aşar
geçer; çünkü O, özneye eklenmez, amaçlanana eklenmez
ve bu tümcenin adıllarına eklenmez. Adıl işlevindeki
sonek, Konu'sunun değildir; iyelik gösteren «ha»,
O'nun «Ah»'ıdır ve bizi birliğin savunucusu kılmayan
öbür «ha»'dan farklıdır.
Bu «ha» için «vah» dersem; öbürleri bana, «Yazık
» der.
Bunlar sıfatlar ve özelliklerdir; kesin, dolaylı bir
ilişki bunu deler ve böylece görebiliriz Tanrı'yı, varlığın
koşullarına bağlı olarak.
Tüm insanlar «parçaları iyi birleştirilmiş bir yapı
gibi»'dir. Bu bir belirlemedir ve Tanrı'nın Tekliği bu
belirlemenin dışında kalmaz. Ama her belirleme, bir sınırlandırmadır
ve sınırlandırıcı sıfatlar, sınırlandırılmış
amaçlara uygulanır. Şu var ki, Tevhid amacı, sınırlandırmaya
olanak vermez.
Doğru (el-Hakk), Tanrı'nın kendisi değil de, bulunduğu
yerdir.
Tevhidi söylemek, onu gerçekleştirmez, bir terimin
sözdizimsel işlevinden dolayı; ve onun gerçek anlamı,
eklenmiş bir terimde olunca, bunlar birbirine karışmazlar.
Öyleyse o, Tanrı'da olduğunda bunlar nasıl karışabilirler?
Eğer ben, «Tevhid, O'ndan çıkar» dersem, o zaman
Tanrısal Öz'ü ikilerim ve ondan bir şey çıkarırım ki bu
5 3
çıkan, onunla birlikte vardır ve aynı zamanda hem bu
Öz'dür, hem değildir.
Eğer onun Tanrı'da gizlenmiş olduğunu ve onu
Tanrı'nın açığa vurduğunu söylersem; o nasıl gizlenmiş
olur, madem ki «nasıl» ya da «ne» ya da «bu» yok ve
O'nun içerdiği bir yer «nerede» yok?
Çünkü «bunda», Tanrı'nın bir yaratımıdır; «nerede
» (yer) de öyle.
İkincil bir özelliğe sahip olan, özsüz olamaz. Bir
bedenden ayrılmış olmayan, bedenin en az bir kısmına
sahiptir. Ruhtan ayrılmış olmayan, ruhtan tümüyle
yoksun değildir. Bundan dolayı Tevhid, özümseyicidir.
O zaman bunun ötesine, merkeze (Amaçlanan'ın
merkezine) dönelim ve onu, ikincil özelliklerden,
özümsemelerden, nitelemelerden, dağılmalardan ve
esas özelliklerden (özel sıfatlardan) yalıtalım.
İlk daire (ilerdeki çizimde), Tanrı'nın eylemlerini
içerir; ikinci daire, belirtileri içerir; bunlar, yaratılanların
daireleridir.
Merkezdeki nokta, Tevhid'i simgeler, ama Tevhidin
kendisi değildir. Yoksa nasıl daireden ayrılabilirdi?
5 4
X.
BİÇİMLERDEN KOPMA ÜZERİNE
TA-SİN
Bu, arılığını tanıklama dairesidir; yine bu, onu
gösteren çizimdir:
Bu bütün, bize tümceler ve yargılar verir; yeteneklilere
mezhepler, tarikatlar, doktrinler ve yöntemler verir.
İlk daire, söz anlamıdır (dış anlam); ikinci daire, iç
anlamdır; üçüncüsü ise, dolaylı anlamdır(işareti).
5 5
Yaratılmış ve düzenlenmiş, yanıtlanmış, üzerinden
geçilmiş, kavranmış, karşı çıkılmış, yanıltıcı, duyarsız
şeylerin bütünlüğüdür bu.
O, kişi öznelerin «biz» adılında çevrinir. Bir ok gibi,
onların içinden geçer, onları donatır, onlara ansızın
gelir, onları alt üst eder. Onları şaşkınlığa düşürür, aydınlatır;
içlerinden geçerek şaşırtır onları.
Yaratılmış özlerin ve niteliklerin bütünlüğü, böyledir.
Tanrı'nın, bu uydurmalarla bir ilgisi yoktur.
Eğer «O, O'dur» dersem, bu anlatım, Tevhid değildir.
Eğer, Tanrı'nın Tevhidinin geçerli olduğunu söylersem
bana: «Elbette!» diyeceklerdir.
Eğer «Zamana bağlı değildir» dersem, onlar «Öyleyse
Tevhidin anlamı, bir benzetme midir?» diyeceklerdir.
Ama Tanrı'yı betimlerken, kıyaslama yapılamaz.
Sizin Tevhidinizin Tanrı'yla ya da yaratıklarla ilgisi
yoktur; çünkü, zaman birimleriyle konuşmak, sınırlandırma
getirmek demektir. Böyle yapmakla, Tevhide,
bir anlam yüklediniz, rastlantı sonucuymuş gibi. Ama
rastlantısal olmak, Tanrı'nın bir sıfatı değildir. Onun
Özü, benzersizdir. Hem doğru, hem gerçek olmayan;
bunların ikisi de, Özün Özünden doğamaz.
Eğer «Tevhid, sözcüğün kendisidir» dersem; sözcük,
Öz'ün bir sıfatıdır, Öz'ün kendisi değildir.
5 6
Eğer «Tevhid, Tanrı'nın tek olmak isteğini gösterir
» dersem; Tanrısal irade, Öz'ün bir sıfatıdır; ama iradeler,
yaratılmış şeylerdir.
Eğer «Tanrı, Öz'ün, kendi kendine açıkladığı Tevhid'idir
» dersem, o zaman Öz'ü, Tevhid durumuna getiririm.
Eğer «Hayır O, Öz değildir» dersem, o zaman Tevhid'in
yaratılmış olduğunu mu söylerim?
Eğer «Ad ve adlandırılan amaç, Tek'tir» dersem, o
zaman Tevhid ne anlama gelir?
Eğer «Tanrı, Tanrı'dır» dersem, o zaman «Tanrı,
Öz'ün özüdür» ve «O, O'dur» demiş olur muyum?
İkincil durumların yadsınması ile ilgili Ta-Sin böyledir;
ve içlerinde «hayır» yazılı bu daireler, onun gösterimidir:
Birinci daire, Öncesizlik-Sonrasızlık öncesidir.
İkinci daire, kavranabilenleri içerir. Üçüncüsü, nicelikler
dairesidir. Dördüncüsü ise sezgi dairesidir.
Öz, sıfatsız değildir.
Birinci arayıcı, Bilgi Kapısı'nı açar ve görmez.
İkincisi, Arınmışlık kapısını açar ve göremez. Üçüncüsü,
Algılama kapısı’nı açar ve göremez. Dördüncüsü,
Anlam kapısı'nı açar ve görmez. Hiç kimse, Tanrı'yı,
Öz'üyle, İrade'siyle görmedi, tanımadı; hiç kimse O'nu,
konuşmasıyla, kendinde’liğiyle tanımadı.
Yücelik Tanrınındır; O'nun kutsal varlığına hiçbir
bilgenin yöntemi, hiçbir esin sahibinin sezgisi ulaşamaz.
Olumsuzlamanın ve Olumlamanın Ta-Sin'i böyledir
ve gösterimi şudur:
5 8
Birinci tanımlama, sıradan insanların düşüncesini
belirtmekte; İkincisi, seçkinlerin düşüncesini belirtmektedir;
bu ikisinin arasında, Tanrı bilgisini simgeleyen
daire yer alır. Dairenin içindeki «hayır»'lar, tüm niceliklerin
olumsuzlanmasıdır. İki tane «ha», Tevhidin
iki yanına, destek sütunları gibi dikilmiştir. Onların
ötesinde, ikincil özellikler yer almaktadır.
Sıradan halkın düşüncesi, kuşkular denizine batar;
seçkinlerin düşüncesi, kavrayışlar denizine. Ama bu iki
deniz kurur ve gösterdikleri yollar silinir; bu iki düşünce
yiter ve iki sütun devrilir; yokluk, kanıt ve bilginin
iki dünyası kaybolur.
Katıksız Tanrılık tarafında, O kalır, tüm bağımlı
şeylerin üzerinde; yüce Tanrı'dır O, ikincil özelliklere
bağımlı değildir. O'nun varlığı üstündür, gücü görkemlidir.
O, Nur’un, Görkem'in ve Yüceliğin Sahibi. Sayılamaz
Bir, Sayısal Teklik. Ne betimleme, ne sayma, ne
de başlama, etkilemez O'nu. Onun varlığı bir mucizedir;
çünkü O, varlıktan uzaktır. Kendisini yalnız O tanır;
Görkemin ve eliaçıklığın sahibi. Ruhların ve bedenlerin
yaratıcısı.
5 9
GİZEM BAHÇESİ
Tanrı onun ruhunu arındırsın, Ebu Ömer el-Hüseyin
İbn Mansur el-Hallac, şöyle dedi:
Belirli ad, belirsiz ada ilişkin anlayışın içindedir ve
belirsiz ad, belirli ada ilişkin anlayışın içindedir. Belirsizlik,
ermişin işaretidir, bilgisizlik de onun yöntemi.
Gizemin dışa vuruşu, anlayışlardan uzaktır, ama
onlara döner. Ermiş, nasıl tanır O'nu; madem ki «nasıl»
yok? Nerede tanıdı O'nu, madem ki böyle bir «yer»
yok? Nasıl ulaştı O'na; birlik kavramı yoksa? Nasıl ayrıldı
O'ndan; ayrılık yoksa? Katıksız belirlilik, sınırlı ya
da kısa ömürlü bir amaç olamaz; onun, sürdürülmeye
gereksinimi yoktur, yokedilmeye de.
Gizem, öte kavramının ötesindedir; uzamsal sınırın
ötesinde, niyetin ötesinde, bilinçliliğin ötesinde, alışılmış
yöntemlerin ötesinde ve algının ötesindedir. Çünkü
bunların tümü, varlıktan önce ortaya çıkmazlar ve bir
yer içinde var olurlar. O, varoluştan hiç uzaklaşmamıştır;
nicelikten, nedenlerden ve sonuçlardan önce vardı,
6 0
ve var. Öyleyse bu nicelikler O'nu nasıl içerebilir, ya
da sınırlar O'nu nasıl kuşatabilir?
Kimisi der ki: «Ben Tanrı'yı, O'ndan yoksunluğumla
bilirim.» O'ndan yoksun olanlar, O'nun sürekli
varlığını nasıl bilebilir?
Kimisi der ki: «Ben O'nu, kendi varlığımla bilirim.
» Dış dünyada iki tane mutlak, bir arada var olamaz.
Kimisi şöyle der: «Ben O'nu, kendisine ilişkin bilgi
yokluğumla bilirim.» Bilgi yokluğu, yalnızca bir perdedir
ve Tanrı bilgisi, bu perdenin ötesindedir. Yoksa
bir gerçekliği olmazdı.
Kimisi der ki: «Ben O'nu, adının yardımıyla bilirim.
» Ad, Adlandırılmışsan ayrılamaz; çünkü O, yaratılmış
değildir.
Kimisi şöyle der: «O'nu, Kendisi aracılığıyla bilirim.
» Bu, tanınacak iki varlık kabul etmek demektir.
Kimisi der ki «O'nu, yaptıkları aracılığıyla bilirim.
» Bu, insanın yapılanlarla yetinmesi onları yapan
Tek'i aramaması anlamına gelir.
Kimisi şöyle der: «Ben O'nu, kendisini bilme konusundaki
olanaksızlığımla bilirim.» Bu kişi, ayrılma
gücüne sahip değildir; bağlı olan, nasıl O'nu bilebilir?
Kimisi der ki: «O beni bildiğinden, ben O'nu bili6
1
rim.» Bu, biçimsel bilgiden (ilm) yararlanmak ve Tanrısal
Öz'den farklı bir bilgiye ulaşmak demektir. Öz'den
ayrı olan, Öz'ü kavrayabilir mi?
Kimisi der ki: «Ben O'nu, kendisinin kendi hakkında
verdiği bilgiyle tanıyorum.» Bu, bilinmesine izin
verilenle yetinmek, doğrudan bilgi yoluna başvurmamak
demektir.
Kimisi şöyle der: «Ben O'nu, karşıt sıfatlarıyla biliyorum.
» Oysa bilinen, ne sınırlandırılmaya uygundur,
ne de bölümlenmeye.
Kimisi: «Amaçlanan (Tanrı) bilir yalnızca, kendisini
» diyerek, ermişlerin, kendi farklılıklarına bağımlı
olduklarını; çünkü Amaçlanan'ın, Kendisini Kendinde
tanımayı hep sürdürdüğünü doğrulamaktadır.
Ey mucize! İnsan, kendi bedeninin bir kılının nasıl
karadan aka dönüştüğünü bilemezken, her şeyin Yaratıcı'sını
nasıl olur da bilebilir? Özetlemeyi ya da irdelemeyi
bilmeyen; İlk'i ve Son'u, değişmeleri, nedenleri,
gerçeklikleri, hayalleri bilmeyen insan, süreklilikte var
olan O'nun hakkında bilgi edinme olanağına sahip değildir.
Hamdolsun O'na ki onları Ad'la, sınırlamayla, belirtiyle
örttü. Onları bir sözcük altında, bir koşul, yetkinlik
altında, ve öncesiz sonrasız var olandan gelen bir
güzellik altında gizledi. Yürek bir et parçasıdır; bundan
dolayı Tanrı bilgisi, orada yer almaz, çünkü Tanrısal
bir şeydir.
6 2
Anlayış, iki mantıksal ölçüye sahiptir: Uzunluk ve
genişlik. Dinsel yaşamın iki kuralı vardır: Sözlü kurallar
ve yazılı kurallar. Yaratılmışların tümü, göklerde ve
yerdedir.
Ama Tanrısal giz, ne uzunluğa, ne genişliğe sahiptir;
ne göklerde, ne de yerde bulunur; dışsal biçimlerin
içinde değildir, ayrıca sözlü ve yazılı kurallarla ulaşılan
içsel hedeflerde de değildir.(15)
«Ben O'nu, kendi gerçekliğiyle biliyorum» diyen
bir kişi, kendi varlığını, Amaçlanan'ın varlığından üstün
kılar; çünkü bir şeyi, asıl gerçekliğiyle tanıyan kişi,
ondan daha güçlü olur.
Ey insan! Yaratılmışların içinde, zerre'den daha
küçüğü yok ve sen onu anlayamıyorsun. Zerreyi bile
tanıyamayan insan, bu zerreden daha algılanamaz olan
O'nu tanıyabilir mi?
Dışarıda bırakılan şey, ölümlüler tarafına gider;
içeride bırakılan da, öz bilgisinin tarafında kalır. Gizem,
kendi özünü gizlemiştir. Düşüncelerden, saptırıcı
amaçlardan ve unutkanlıktan kopuk ve uzak kalır.
Gizeme erişmek isteyen, onlardan korkar ve onlardan
korkan, kendini onlardan kurtarır ve uzaklaşır. Gizemin
Doğu'su Batı, Batı'sı Doğu'dur. Yeri ise, en yüksek
dünyanın yukarısında değildir; en aşağı dünyanın
daha aşağısında da değildir.
(15) Yanu dinlerin sözlü ve yazılı kuralları (Kitap'ları). Tanrı bilgisine ulaşmayı
sağlamaz.
6 3
Gizem, Var olan şeylerden uzaklaşır; hep Tanrısal
süreklilikle birliktedir. Patikaları dardır ve hiçbir yol
ona ulaşmaz. Anlamları belirgindir ama ona götüren
bir kılavuz yoktur. Duyular onu hissetmez ve insanların
tanımlamaları ona erişemez.
Ona sahip olan, yalnız kalır; onunla karışan kuralların
dışına çıkar; ondan soyunan, kör olur ve kendini
ona bağlayan, yıkıma uğrar. Onun parlaması, kesintisiz
akan su gibidir, kaynayan bir pınardır; esintisi boldur;
oku delicidir ve yere fırlatıldığında gücü kesilir. Ondan
korkan, dünya işlerinden el çeker ve dikkatsiz bir seyirci
olur. Onun çadır ipleri, ermişler ve tırmanma araçlarıdır.
Gizemin, kendinden başka benzeri yoktur. Tanrı'nın,
kendinden başka benzeri yoktur; ve O, gizeme
benzer. O, gizemi ve kendini andırır; gizemin, kendini
andırması gibi. Tanrı, yalnız kendine benzer ve gizem,
yalnız kendine benzer.
Gizemin binaları, kendisinin destekleridir; destekleri
de kendisinin binaları. Ona sahip olanlar, ona sahip
olanlardır ve onun yapıları kendisinindir, kendisindedir
ve kendisinin ürünüdür.
O, Tanrı değildir; Tanrı da o değil. Ama ondan
başka Tanrı yok; ve Tanrı'dan başka o (gizem) yok.
Tanrı'dan başka Tanrı yok.
Gizemci, «gören kişi»'dir ve gizem, «kalıcı
olan»'da kalır. Gizemci, kendi tanıma eylemiyle durur;
6 4
çünkü kendisi, kendi hakkındaki bilgisidir ve bu bilgisi
de kendisidir; gizem, onun ötesindedir ve Amaçlanan,
onun daha da ötesindedir.
Öykü anlatmak, öykücülerin işidir; gizem ise seçkinlerin
ilgi alanı; gösterişli davranışlar, kişilerin işidir;
konuşma ise, yalancıların ilgi alanı; derin düşünme,
umutsuz insanların yaptığı şeydir; ilgisizlik ise, yaban
insanlara özgüdür.
Tanrı Tanrı'dır. Evren de evren.
Hiç önemi yok!
####
6 5
Hallac-ı Mansur'un vasiyetnamesi (Arapça aslı)
HALLAC-I MANSUR’UN
VASİYETİ
Hallac-ı Mansur (r.a.), size uzleti ve yalnızlığı,
vaktin sonsuzluğunda devamlı zikretmeyi, her namazda
kur’an okumayı ve misvak kullanmayı tavsiye etti.
Hallaç der ki; Kim kalbe gelen düşünceler esnasında
Allah Teâlâ’yı manevi olarak murakabe ederse (manevi
olarak gözlemlerse) de Allah bütün organlarının
hareketi esnasında onu masum kılar.
Hallac’a vecd hakkında soruldu. Hallâc şöyle cevap
verdi: Vecd, sırlarda ortaya çıkan bir heyecandır.
Şevki meydana getirir ve vücudun organları vecd’den
dolayı ürperir. Yahut kalbe doğan manevi düşünceler
esnasında kişi vecdden dolayı hüzünlenir.
Hallac’a hicâb (perde) hakkında soruldu. Hallaç
dedi ki; Hicâb, kasteden ile kastedilen arasında bir perdedir.
6 7
Hallâc’a sevgi hakkında soruldu. Hallâc cevap
verdi: Sevgi, sevenin üzerini tamamıyla kaplayan bir
haldir. Öyle ki Allah’ın dışında arzulayacağı başka
hiçbir şey görmez. Ve devamla demiştir ki; kim
Hakk’a iman nuruyla yaklaşırsa, o, güneşe yıldızların
ışığıyla ulaşmak isteyen kimse gibidir.
Ahmed b el-Kevkeb el-Vâsıtî der ki;
Hallac’la yedi yıl arkadaşlık ettim. Onda gördüğüm
tek şey,tuz ve sirkeden başka hiç bir yiyecek tatmamasıydı.
Üzerinde tek parça bir cübbeden başka hiç
bir şey yoktu. Başında ise sadece bir takke vardı. Geceleri
hiç uyumazdı. Ancak gündüzleyin çok az bir vakitde
uyurdu. Ramazanın ilk günü niyet eder, bayram günü
iftar ederdi. Her gece kıldığı iki rekat namazda
Kur'an'ın tamamını okurdu. Ve hergün 200 rekat namaz
kılardı. Bayram günü siyah giyinirdi. Hallaç der
ki: Bu siyah elbise, davranışı kendisine yansıyan kimsenin
bir alametidir.
Hallaç (r.a.) şöyle dedi:
Ey kavmim, Allah, beni benden alınca ve beni benden
yok edince, sonradan olan varlığımın nitelikleri
darmadığın oldu. Sultan olan Allah kıdemiyle (ezeliliği
ve ebediliğiyle) ortaya çıkınca, sanki benim sonradan
ortaya çıkan varlığım, hiç var olmamış gibi oldu. Ve
ezelilik ve ebedilik daima baki kaldı. Sonra benim enaniyetim
(benliğim), onun enaniyetinde (benliğinde fani
(yok) oldu. Ve benim hüviyetim (kendiliğim) onun hüviyetine
(kendiliğine) karıştı. Ve nasutiliğim (beşeri
varlığım) onun lahutiliğinde (ilahi varlığında) darmadağınık
oldu. Sonra, bakındım ve O’ndan başka hiçbir
6 8
şey göremedim. Ve O’ndan başka hiçbir şey işitmedim.
Ve konuştuğumda O’ndan başka hiçbir şey dile getirmedim.
Ve dedim ki, “Ene Hüve (Ben O’yum)". Şayet
ben “Ene’l-Hak” (Ben Hakk’ım) deseydim, Hakk’tan
ayrılmamış olurdum. Çünkü onun sevgisi üzere ben
Hakk’ım. O ise, kendi mülkiyetinde Hakk’tır. Ben sarhoş
ve daha sonra da onun sırrı üzerine bulundumsa,
benim vecdim onun vücuduyla (varlığıyla) kesinlikle
içiçe geçmiş demektir. Ve benim sınırım O’nun varlığı
üzere olmuştur.
Hallaç’ı Mansur şu beyitleri söylemiştir:
Ey güvendiklerim, beni öldürünüz
benim ölümümde hayatım vardır
Benim hayatım ölümümde
ve ölümüm hayatımdadır
Ben, O’nun bana bahşetmesi sayesinde varolan
zatımın yokoluşu halindeyim
Benim sıfatlarımın var kalması ise
kötü amellerin çirkinliğindendir.
(Arapçadan çeviren: Selim Atay)
6 9
Tablo:Lamy
7 0
YEZİDÎ'LERİN KUTSAL KİTAPLARI
KİTAB'ÜL CİLVE
(TANRISAL AÇIKLAMA KİTABI)
İLE
MUSHAF’A REŞ
(KARA KİTAP)
7 1
Yezîdîlik, Hâricîliğin İbâziyye Mezhebinden türeyen
ve zamanla ayrı bir din sayılan koludur. Şeytana
tapmakla da suçlanan Yezidîlik, gerçekte vahdet-i vücut
(varlığın birliği) inancına sahip bütün tasavvuf tarikatları
gibi her şeyi bu arada Şeytan'ı da Tanrı sayan
bir inançtır. Melek Tâvus dedikleri Şeytan yezîdiliğe
göre, Tanrı'nın celâl (kızgınlık) niteliğinin varlaşmasıdır.
Yezîdilerin asılları Kürtçe olan Kitâb’ül-Cilve ve
Mushaf’a Reş adlı iki kutsal kitabı vardır. Kitâb'ül-Cilve'nin,
kurucu Yezîd'in, geleceğini haber verdiği yeni
peygamber Şeyh Hâdî'ye (XII. yyıl) Melek Tâvus tarafından
vahyedildiğine inanırlar. Mushaf’a Reş ise Şeyh
Hasan bin Hâdî tarafından yazılmıştır.
Bu ilginç inanışın temeli iki kitabı olan söz konusu
metinler ve Şeyh Hâdî'nin İlahisini yayımlamakla, toplumumuzda
çok az bilinen bir inanışa ışık tutmak, Anadolu'nun
kültür mozaiğinde yer alan bir rengi sergilemek
istedik.
Yaba Öykü Dergisi, S. 76
7 2
YEDİZÎ'LERİN kutsal
KİTAPLARI
VE ŞEYH HÂDÎ'NİN İLÂHİSİ(*)
Yezîdilerin iki kutsal kitabından Kitab'ül-Cilve
(Tanrısal Açıklama Kitabı), Şeyh Hâdî bin Musafir'in
yapıtı sayılmaktadır. Öbür kitap Mushaf’a Reş (Kara
Kitap), yine aynı soydan gelen Şeyh Hasan bin Hâdî
tarafından yazılmış kabul edilmektedir. Bu kitaplar,
Cambridge Üniversitesi profesörlerinden E. G. Growne'ın
kalemiyle, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına İngilizceye
çevrilmiş bulunmaktadır. Çevirisi yapılan elyazması
metin ise bugün Paris Ulusal Kitaplığı'ndadır
(BN Syr. MS. 324). Söz konusu kitapların son zamanlarda
bulunan daha eski metinleri (Syr. MS No. 7),
Prof. R. Ebied ile Prof. M.J. Young tarafından çevrilmiş
ve incelenmiştir.
Kitab'ül-Cilve ve Mushaf a Reş'in burada sunacağımız
çevireleri, genellikle, Browne'in çevirisine uygundur;
birkaç yerde, Ebied/Young çevirisini dikkate al-
(*) Kitab'ül Cilve, Mushafa Reş ve Şeyh Hâdi’nin İlahisi'nin burada sunduğumuz
Türkçe çevirileri, John S. Guest'in «The Yezidis» (KPI, London
and New York) adlı yapıtındaki İngilizce metinlerden yapılmıştır. -Çev.
7 3
dık. Metindeki boşluklar(...), tüm elyazmalarında okunamayacak
denli bozuk olan yerleri göstermektedir.
Özel sözcükler, Browne'ın okuduğu biçimleriyle alınmışlardır.
Uzun zaman, Yezidi'lerden kalan tek kutsal metin
olarak bilinen Şeyh Hâdî'nin İlâhisi'ni, Layard'ın Nineveh
and Babylon (Ninova ile Babil) adlı yapıtındaki
çevirisiyle aldık.
Floransa Üniversitesi'nden Profesör Giuseppe Furlani,
1930 yılında bu metinler üzerine bir inceleme yayımladı.
Söz konusu inceleme, Ebied/Young'ın incelemesiyle
bağlantılı olarak okunmalıdır.
Kitab'ül-Cilve, Mushaf a Reş ve Şeyh Hâdî'nin İlahisi'nin
yeni elyazması metinleri, 1934 yılında Dr.
Henry Field tarafından bulunmuş, Bağdad Üniversitesinde
Dr. Anis Frayha'nın yaptığı İngilizce çevirileri
1946'da yayımlanmıştır.
John S. Guest
KİTÜB 'ÜL-CİLVE
( Tanrısal Açıklama Kitabı)
Melek Ta'us, bütün yaratıklardan önce var oldu.
Seçilmiş halkını uyarmak ve yanlışlardan uzak tutmak
üzere, yardımcılarını bu dünyaya gönderdi; kullarını
önce sözlü olarak uyardı, ikinci olarak bu kitapla ki yabancıların
okuması ya da bakması yasak kılındı.
(Birinci Bölüm)
Ben ki vardım; varım, sonsuza dek var olacağım;
tüm yaratılmışlara hükmüm geçer, tüm olaylar ve benim
erkim altındaki varlıklarla ilgili her şey,, benim
buyruğumla olur. Kim bana inanır da gereksindiğinde
beni çağırırsa, ben hemen onun yanındayım, benim var
olmadığım hiçbir yer düşünülemez. Beni benimsemeyen
kimselerin, kendi isteklerine uygun olmadığı için
7 5
kötülük diye nitelendirdikleri tüm olaylar, benim isteğimle
olur. Her çağın bir Yönetici Vekili vardır, onu
ben seçerim. Her kuşakla birlikte, bu Dünya'nın Başkan'ı
da değişir; Başkanlar sırayla gelirler, kendi dönemleriyle
ilgili görevlerini yerine getirirler. Yaratılıştan
kazanılan özelliklerin değerleriyle orantılı olarak,
suçları bağışlarım. Kim ki bana karşı çıkar, sıkıntılarla
acılar ondan eksik edilmeyecektir. Başka hiçbir Tanrı,
benim işlerime ve yaptıklarıma karışamaz: Ben neye
karar verirsem, o olur.
Yabancıların ellerinde bulunan kutsal kitaplar,
peygamberler ve havariler tarafından yazılmış olsalar
bile, artık geçersizdirler, isyancı bir nitelik kazanmışlardır,
bozulmuşlardır; bunlar birbirlerini yalanlamakta
ve geçersiz kılmaktadırlar. Doğru olanla yanlış olan
arasındaki ayrım, yaşanılan çağın koşullarına göre yapılacaktır.
Bana inananlara verdiğim sözleri yerine getireceğim;
belirli dönemler için yetkilerimi devrettiğim
akıllı ve sevgili Vekillerimin yargılarına göre, kullarımla
aramdaki sözleşmeye uyacağım ya da uymayacağım.
Olayların gelişimini dikkate alırım; içinde bulunulan
zamanda yararlı olan neyse, onu uygularım. Benim
eğitmenliğimi kabul edenleri yönlendirir, eğitirim;
onlar, bana uymakla, ruhun duyacağı sevinç ve zevklerin
en büyüğüne kavuşurlar.
7 6
(İkinci Bölüm)
Çok iyi bildiğim tüm yöntemlerle, ademoğullarını
ödüllendirir ve cezalandırırım. Yeryüzünde, üstünde ve
altında ne varsa, benim denetimimdedir. Öbür ırklara
yardım etmeyi üstlenmem, onlara iyilik yapmaktan
uzak da durmam, hele benim seçilmiş topluluğumdan
ve bana uysallıkla hizmet edenlerden bunu hiç esirgemem.
Sınadığım insanlara etkin bir denetim yetkisi veririm;
bu insanlar, benim irademe uygun olarak, belirli
durumlarda, bana inanıp öğütlerimi tutanlara yardım
ederler. Alan da benim, veren de; zengin eden, fakir
eden de; mutlu kılan, mutsuz kılan da; bütün bunlar,
çevre koşullarına ve zamana uygun biçimde gerçekleşir;
benim işlerime karışmak ve herhangi bir insanı denetimimden
çıkarmak hakkına ve yetkisine sahip hiçbir
güç yoktur. Bana engel olmaya çalışanların üzerine
acılarla hastalıklar yağdırırım. Kim benim buyruklarıma
uyarsa, öbür insanlar gibi ölmez. Bu düşük dünyada
hiç kimsenin, kendisi için belirlediğim süreden fazla
kalmasına dayanamam; ama istersem, onu bu dünyaya
iki kez, üç kez ya da da daha fazla geri gönderirim, ruhunu
başka bir bedenin içine sokarak; bu, evrensel bir
yasadır.
7 7
(Üçüncü Bölüm)
Ben, kitap göndermeksizin yönlendiririm, dostlarıma
ve benim öğrettiklerimi benimseyenlere, doğru
yolu, gizli araçlarla gösteririm; uyulmasını istediğim
kurallar, bunaltıcı değildir, zamana ve koşullara göre
saptanmıştır. Yasalarıma karşı çıkanları öbür dünyalarda
cezalandırırım. Ademoğulları, yapılması istenen
şeyleri bilmezler, bu yüzden sık sık yanlışlığa düşerler.
Yeryüzündeki ve gökteki hayvanlar, denizdeki balıklar,
hepsi benim yönetim ve denetimim altındadırlar. Dünyanın
bağrındaki gizli hazineler ve başka şeyler, benim
bilgimin içindedir. Onların tek tek bulunup alınmasına
olanak sağlarım. Bunlara sahip olacak kimselere ve
benden zamanında dilekte bulunanlara gizli işaretlerimi,
mucizelerimi gösteririm. Bana ve izleyicilerime
karşı yabancıların göstereceği düşmanlık ve direnme,
ancak kendilerine zarar verir; çünkü bilmezler ki güç
ve zenginlik benim ellerimdedir ve bunları ben,
âdemoğullarından hak edenlere veririm. Dünyaların
yönetimi, çağların arka arkaya geçip gidişi, vekillerimin
her çağda değişmesi, sonsuza dek benim yetkimdedir.
Her kim, oraya dürüstçe yürümezse, ben, kendim
belirleyeceğim bir zamanda onu cezalandıracağım ve
başladığı yere geri göndereceğim.
7 8
(Dördüncü Bölüm)
Mevsimler dört tanedir, unsurlar da (*) dört tanedir;
bunları ben, yaratıklarımın, gereksinmelerini gidermeleri
için bağışladım. Yabancıların kutsal kitapları,
ancak benim yasalarıma uygun oldukları, karşı çıkmadıkları
ölçüde tarafımdan kabul görürler; yine de bunlar,
çoğunlukla saptırılmışlardır. Üç tanesi bana karşıdır
ve ben, üç addan nefret ederim. Benim gizlerimi
açığa vurmayanlar için, ödüllendirme konusundaki sözümü
tutacağım. Benim uğruma acı çekmeye katlananları,
kuşku duyulmasın ki, dünyalardan birinde ödüllendireceğim.
Benim yolumdan gidenler, kendilerine
düşman olanlara ve yabancılara karşı, cemaat halinde
yaşasınlar. Ey siz, benim yasalarıma uyanlar, benim tarafımdan
iletilmeyen düşünceleri kafanıza sokmayın.
Yabancıların yaptığı gibi sakın, adımı ya da bana yakıştırılan
adları ağzınıza almayın, yoksa günaha girersiniz;
çünkü bu konular, sizin kavrayışınızın üzerindedir.
7 9
(Beşinci Bölüm)
Beni simgeleyen şeylere ve resimlerime saygılarınızı
sunun; çünkü onlar size, benim yasalarıma aykırı
olan davranışlarınızı anımsatacaktır. Yardımcılarımın
buyruklarına uyun, sözlerine kulak verin ki benden aldıkları
öte dünya bilgisini size iletsinler.
*
8 0
Mushaf-a reş
(Kitüb'ül-Asvad: Kara Kitap)
Başlangıçta Tanrı, kendi yüce özünden Beyaz İnci'yi
yarattı ve bir kuş yarattı ki adı Anfar'dı. Ve İnci'yi
onun sırtına koydu, ve orada kırk bin yıl oturdu. İlk
gün, yani pazar günü, Azazil adlı meleği yarattı; işte o,
hepsinin başkanı olan Ta'us Melek (Tavuskuşu Melek)'
tir. Pazartesi günü Tanrı, Darda'il adlı meleği yarattı
ki o, Şeyh Hasan'dır. Salı günü, İsrafil'i yarattı ki,
Şeyh Şams'tır. Çarşamba günü, Cebra'il adlı meleği yarattı;
o da Abu Bekr'dir. Perşembe günü, Azra'il'i yarattı
ki, Sacadin'dir. Cuma günü, Şemma'il adlı meleği yarattı;
o da Nasir'ud-Din’dir. Cumartesi günü, Nura'il
adlı meleği yarattı, ki o [...]) Melek Ta'us (Melek Tavus)'
u onların başkanı yaptı. Ondan sonra Tanrı, yedi
göğü, yeryüzünü, ve güneşi ve ayı yarattı [...] İnsanı,
kuşları ve tüm hayvanları yarattı, ve onları pelerininin
boşluğuna yerleştirdi, ve İnci'nin üzerinden indi, melekler
de yanındaydı. Sonra yüksek sesle İnci'ye doğru
haykırdı, o da düşüp dört parçaya ayrıldı, içinden su
fışkırdı ve deniz oldu. Dünya yuvarlaktı, üzerinde çatlak
yoktu. Sonra Tanrı, bir kuş biçiminde Cebrail'i yarattı,
ve dört bucağın yönetimini ona emanet etti. Sonra
bir gemi yarattı ve onun içinde otuz bin yıl kaldı, on-
8 1
dan sonra Laleş'e geldi ve konakladı. Dünyanın içinde
haykırdı, ve yoğunlaşmayla deniz oluştu, ve dünya yeryüzüne
dönüştü ve titremeye devam ettiler. Sonra Cebrail'e,
Beyaz İnci'nin iki parçasını getirmesini buyurdu,
parçalardan birini yeryüzünün altına yerleştirdi, öbürünü
de Göğün Girişi'ne(*) kapı olarak koydu. Sonra onların
içine güneşi ve ayı yerleştirdi, onların kırpıntılarından
da yıldızları yarattı, ve onları göğe süs olarak
astı. Ayrıca yeryüzünü süslemek üzere meyve ağaçlarını,
bitkileri ve dağları yarattı. Halı’nın üzerinde Taht’ı
yarattı. Sonra, dedi ki Ulu Tanrı: "Ey Melekler,
Adem'le Havva'yı yaratacağım, onları insan yapacağım,
ve ikisinden, Adem'in belinden gelmek üzere,
Şehr ibn Cebr doğacak; ve ondan tek bir halk türeyecek
yeryüzünde; Azazil'in, yani Ta'us Melek'ın toplumu
olan Yezidi halkıdır bu. Sonra Şeyh Hâdi Musafir'i Suriye'den
göndereceğim ve o gelip Laleş'te kalacak.»
Sonra Tanrı, kutsal ülkeye indi ve Cebrail'e, dünyanın
dört bucağından toprak getirmesini buyurdu: Toprak,
hava, ateş ve su. Onlarla bir adam yaptı ve kendinden
ona bir ruh bağışladı. Sonra Cebrail'e, Adem'i Cennet'e
yerleştirmesini buyurdu, orada meyveyle bütün yeşil
bitkileri yiyebilsin diye; ancak buğday yemesi yasaktı.
Yüz yıl sonra Ta'us Melek, Tanrı'ya dedi ki: «Adem,
nerede ve nasıl üreyip çoğalacak?» Tanrı ona «Yetki
ve yönetimi sana bırakıyorum bu konuda» dedi. O zaman
Melek Tavus, gidip Adem'e sordu: «Hiç buğday
yedin mi?» O da yanıtladı: «Hayır, çünkü Tanrı bunu
bana yasakladı, 'Ondan yememelisin' dedi» Melek
Ta'us şöyle dedi ona: «Yesen, senin için çok daha iyi
olur.» Ama Adem'in, yedikten sonra karnı şişti, ve
Ta'us Melek onu Cennet'ten çıkardı, ve bıraktı, ve göğe
8 2
çıktı. O zaman Adem, karnının şişkinliği yüzünden
acıyla kıvrandı, çünkü bedeninde çıkış deliği yoktu.
Ama Tanrı bir kuş gönderdi, o da Adem'in bedeninde
bir çıkış deliği açtı, böylece Adem rahatladı. Ve Cebrail
yüz yıl ona görünmedi, ve o mutsuz oldu, ağladı. O
zaman Tanrı, Cebrail'e buyurdu ve o gelerek Adem'in
sol koltuk altından Havva'yı yarattı. Sonra Melek Tavus,
halkımıza demek istiyorum ki, çok acı çeken
Yezidîlere yardım etmek üzere yeryüzüne indi ve eski
Asurluların yanında, bizim de başımıza krallar dikti; bu
krallar Nesrukh (ki o, Nasir'ud-Din'dir) ve Kamush (o
da, Sultan Fahrü'd-Din'dir) ve Artimus (ki, Sultan Şemsü'd-
Din'dir) adını taşıyorlardı. Bundan sonra iki kral
tarafından yönetildik; birinci ve ikinci Şapur adlı bu
kralların yönetimi yüz elli yıl sürdü ve onların soyundan
gelen Amir'lerimiz bizi bugüne dek yönetmişlerdir,
ve biz dört kabileye bölündük. Bize khass (marul) haram
kılınmıştır, çünkü kadın peygamberimiz olan
Khassa'nın adını anımsatmaktadır; kuru fasulye de haramdır,
koyu mavi boya kullanmamız yasaktır; Yunus
peygambere saygısızlık etmiş olmamak için, balık yememiz
haramdır; Ceylanları da yemeyiniz, çünkü onlar
peygamberlerimizden birinin sürüsü olmuşlardır. Ayrıca,
Şeyh ve müritleri, tavuskuşuna saygısızlık etmemek
için, horoz da yemeyiniz; çünkü tavuskuşu, daha önce
sözü edilen yedi tanrıdan biridir ve biçimi horozu andırır.
Yine Şeyh ve müritleri, helvacıkabağı yemekten sakınınız.
Bundan başka, ayakta işemek, ya da oturmuş
haldeyken giyinmek, ya da Müslümanların yaptığı gibi
helada taharetlenmek, ya da onların banyolarında gusül
etmek, bize yasaklanmıştır. Ayrıca, tanrımız olan Şeytan'ın
adını ya da onu anımsatan Kitan, Şar, Şat gibi
8 3
adları ya da Mel’un, [...] na'l gibi sözcükleri ağza almak
yasaktır.
Önce [...] bizim dinimize, putataparlık dediler ve
Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar ve İranlılar dinimizden
uzak durdular. Kral Ahab ile Amran, bizdendi;
öyle ki, bizim Pirbub diye adlandırdığımız Ahab Beelzebub'un
Tanrısından yardım dilerlerdi. Bizim Babil'de
Bakti-Nossor (Nebukadnezzar) adlı bir kralımız vardı;
İran'da Ahasuerus, İstanbul'da Agrikalus da bizdendi.
Gök ve yer var olmadan önce Tanrı, suların üzerinde
bir teknenin içindeydi. Sonra, yaratmış olduğu inciye
kızdı, onu başından attı; incinin kırılmasından dağlar,
çınlamasından kum tepeleri, dumanından da gökler
meydana geldi. Sonra Tanrı, göğe çıktı ve gökleri yoğunlaştırdı;
ve onları, altlarına destek koymadan yerleştirdi,
ve yeryüzünü her yanından çevirdi. Sonra ellerine
kalemi aldı, ve tüm yaratıklarının adlarının listesini
çıkardı. Kendi özünden ve nurundan altı Tanrı yarattı
ki bunların yaratılması, bir lambanın başka bir yanan
lambadan yakılması gibiydi. Sonra Birinci Tanrı, İkinci
Tanrı'ya dedi ki: «Ben göğü yarattım; sen oraya çık,
ve bir şeyler yarat.» Ve o, göğe çıktığı zaman, güneş
var oldu. Kendisinden sonraki Tanrı'ya, 'Çık' dedi ve
ay yaratıldı. Ve ondan sonraki Tanrı, gökleri harekete
geçirdi; ve ondan sonraki Tanrı, yıldızları yarattı ve ondan
sonra gelen Tanrı, el-Kuragh'ı, yani Sabah Yıldızı'nı
(*) yarattı; her şey böyle yaratıldı.
*
(*) Venüs, -Çev.
8 4
Şeyh hâdî'nîn İlahİsİ
Şeyh Hâdî’nin İlahisi Huzur İçinde Yatsın!
Benim bilgim, tüm varlıkları kuşatır
Benim varlığım, benden gelir.
Benim gelişimin nedeni, yine benim;
Zamanını da bilen benim.
Evrende var olan her şey, benim buyruğumdadır
Her yer, insanlar otursun oturmasın,
Ve tüm yaratılmışlar, benim buyruğumdadır.
Benim egemenliğim, başka egemenliklerden
üstündür.
Sözlerim her zaman doğrudur.
Yeryüzünün yargıcı ve yöneteniyim
Benim yüceliğime tapınır insanlar
Bana gelirler, öperler ayaklarımı.
Benim, gökleri kat kat yayan.
Başlangıçta haykıran, benim.
Şeyh'im ben, benden başka yoktur tapacak.
Benim, kendimi mucizelerle gösteren.
8 5
Bana indirildi mutluluklar kitabı,
Dağları eriten efendimden.
Tüm yaratılmış insanlar bana gelirler
Saygıyla öpmek için ayaklarımı.
Meyveler üretirim gençliğin ilk özsuyundan,
Kendi gücümle, ve bana yönelirler öğrencilerim.
Işığımın önünde sabahın karanlığı dağılır.
Yol gösteririm, isteyenlere.
Benim, Adem'in Cennet'te yaşamasına neden olan,
Nemrud'un kızgın ateşte kalmasına da.
Ahmed'e adaletli davranmasında önderlik ettim
Benim yolumda ilerlettim onu.
Bana gelir tüm yaratıklar
Sevgimi, armağanlarımı kazanmak için.
En yüksek yerlere bile uğrarım ben
İyilikler benim acımamdan kaynaklanır.
Benim, tüm yüreklere korku salan
Bana uysunlar diye; ve yüceltirler gücünü ve
görkemini kötülüğümün
Karşıma çıktı o öldürücü aslan
Öfkeyle ve ben haykırdım ve taşa çevirdim onu,
Karşıma çıktı yılan
Ve ben irademle kuma çevirdim onu.
Benim, vurup titreten kayayı
Ve yanından fışkırtan suların en tatlısını.
Benim bildiren, kesin gerçeği.
Benden gelir, acı çekenleri avutan kitap.
Benim biricik yargıç,
Yargılamak benim hakkımdır.
İlkyazları yarattım su versinler diye,
Suların en tatlısını ve güzelini.
Eli açıklığımla ben neden oldum belirmesine
8 6
Ve gücümle saflaştırdım onu.
Bana dedi ki Cennetin Efendisi,
«Sensin tek yargıcı ve yöneticisi yeryüzünün.»
Bazı mucizelerimi kendim sergilerim,
Bazılarıysa, varlıkların kendilerinde
açığa vurulmuştur.
Benim, dağlara boyun eğdiren,
Benim altımda, benim irademe göre.
Ürkünç görkemimin karşısında haykırır canavarlar
Gelir tapınırlar bana, öperler ayaklarımı.
Şamlı Hâdî'yim ben, Musafir'in oğlu.
Yüce bağışlayıcı, çeşitli adlar verdi bana,
Göksel tacı, makamı, ve yeri göğü ve yeryüzünü.
Gizlerime erenlerin gözünde, benden başka Tanrı
yoktur.
Her şey benim buyruğumun altındadır.
Onun için, benim önderliğimi yadsımayın.
Ey insanlar! Bana karşı çıkacağınıza, boyun eğin,
Yargılama Günü'nde, karşıma geldiğinizde
mutlu kılınırsınız.
Her kim, bana bağlı olarak ölürse
Cennet'e göndereceğim onu,
Ama kim ki, beni tanımadan ölür
Acı içinde kıvrandıracağım onu.
Diyorum ki, yücelikte yoktur dengim.
Yaratırım ve istediğimi zengin yaparım,
Övgüler bana, her şey benim irademle olur.
Işığı ben bağışlarım evrene.
Ben o hükümdarım ki, büyüklüğüm kendimden
gelir
Yaratılmış tüm zenginlikler benim buyruğumdadır.
İzlemeniz gereken bazı yolları gösterdim size,
8 7
ey insanlar,
Bana yakın olmak isteyenler, dünyayı unutmalıdır.
Sözlerim her zaman doğrudur.
Yükseklerdeki bahçe, beni hoşnut edenler içindir.
Ben, gerçeği aradım ve onaylayıcısı oldum onun;
Aynı gerçeği kavrayanlar, en yüksek yere
ulaşacaklar benim gibi
*
8 8
Katar metînlerî
Batı Avrupa'da 12. ve 13. yüzyıllarda ortaya çıkan Katarlar,
Hallac-ı Mansur gibi, Tanrıyla birleşmeyi, Tanrı aşkını savunuyorlardı.
Katar'ların metinlerinden yaptığımız çevirileri kitabın
sonuna eklemeyi uygun bulduk. Ayrıca, iyi ve kötü konusunda
Yezidi'ler gibi düşünen şair William Blake'in ünlü "Kaplan" şiirini,
açıklamalarla birlikte sunuyoruz.
8 9
Tablo: Paul Delvoux
9 0
Mani (İ.S. 216-274), Ortadoğu'da Zerdüşt dinini, Hıristiyanlığı,
Budacılığı, Gizemcililiği birleştirerek yeni bir din yaratmıştı.
Mani dinini Hıristiyan bir görüntüyle sürdüren Katarlar, 12.
ve 13. yüzyıllarda Batı Avrupa'da ortaya çıktılar. İyi-kötü karşıtlığı,
madde dünyasının kötü oluşu, Mani dininde olduğu gibi, Katar
inancında da temel kabullerdir. Dünya tutkularından arınıp yeniden
Tanrı'yla birleşmeyi savunan Katarlar. Hallac-ı Mansur'la aynı
yolun yokuşudurlar. "Katar" sözcüğü, Yunancada "arınmış"
demektir. Mani toplumu gibi, Katar toplumu da, rahipler ve inananlardan
oluşuyordu. "Kusursuz" diye adlandırılan rahipler,
inanca uygun yaşayan, yani dünyadan el etek çekmiş kimselerdi;
inananlar ise, toplumun büyük kesimi olup bunlar dünya işleriyle
ilgilenebilirler, evlenebilirlerdi.
Zerdüşt dininden gelen iyi-kötü karşıtlığı, Katar'larda kesin
olarak vardır; Hallac-ı Mansur'da hem vardır hem yoktur; Yezidi'lerde
ise böyle bir karşıtlık kabul edilmez (Şeytan, Tanrı adına
evreni yönetir).
Burada sunduğumuz Katar metinleri, Hallac-ı Mansur düşüncesine
ne kadar yakın olduklarını açıkça göstermektedirler.
Bu metinleri Fransa'da derleyenler tarafından yazılmış önsözlerde
görüleceği gibi, Katar inancı Fransa’nın güney bölgelerinde
bugün de etkisini sürdürmektedir.
Yaşar GÜNENÇ
9 1
Ruh ekmeğİ
Katarlar, Hıristiyanlığın Kutsal Kitabı'nı ve Paulos'un
düşüncelerini Mani dinine göre yorumlamışlardı:
İyi ve kötü karşıtlığı (İran'dan gelir), Gnoistik
(inanç topluluğuna katılma ve özgür bir öğrenme çabasıyla
kurtuluşa ulaşma), insanın üçlü yapısı (zihin, ruh,
beden; zihin, hem kurtarıcı'dır hem kurtarılan, çünkü
Tanrı'yla birleşir).
Katarların önemli metinlerinden "Babamız"ın bazı
bölümlerini burada sunuyoruz. Görüleceği gibi Katarlar,
dualarında "bize günlük ekmeğimizi ver" demezler,
"maddeüstü (ruh) ekmeğimizi ver" diye dua ederlerdi.
Kafkasya'da VIII. yüzyıldan önceki Paulos'çular,
Makedonya ve Bulgaristan'da X. yüzyıldaki Bogomiller,
Katarlar'ın öncüleriydi.
Bugün bile, Cevennes'in bazı köylerinde halk,
"kusursuz" diye adlandırdığı bazı yaşlılara saygı gösterir;
bu kişiler papaz konumunda değildirler, dünyayı
aşma yollarını bilen kişiler olarak görülürler. Katarlar'ın
etkisi açıktır: Kusursuz'lar, Katar toplumunun rahipleriydi.
Marc de SMEDT
(Le Nouveau Planete, Sayı 17, 1970)
9 2
Pater noster
(Babamız)
Pazar Duası:
Bu duanın, yani "Pater Noster"in nasıl algılanacağını
öğrenmeniz gerekmektedir. Bu dua kısadır ama
içinde büyük şeyler vardır. O halde, "Babamız”ı söylemek
zorunda kalan kimseler, onu iyi işlerle onurlandırmak
zorundadırlar. "Oğul"un demek istediği, "Baba
Aşkı"dır.(i) İşte bu yüzden, mirasa bir oğul gibi hak kazanmak
isteyenler, kötü işlerden kesinlikle uzak durmalıdırlar.
"Babamız": Bu söz, bir sesleniştir. Gerçek anlamı:
Ey yalnızca kurtarılmaya değer olanların babası.
"Sen ki göklerdesin": Bunun anlamı: Sen ki ermişlerde,
göksel erdemlerdesin. Ayrıca, bu niteleme kullanılırken
belki bir amaç daha güdülmüştü: Onu şeytanlığın
babasından, kötü yüreklilerin ayartıcı babasından ayırdetmek.
(1) Hallac_ı Mansur'un öldürülme nedenlerinden olan, «Tanrı'yla
aşk ilişkisi kurulabileceği» savı, burada yinelenmektedir._Çev.
9 3
Katar şiirleri
Bir aile tarafından bana verilen bu şiirler, Provence
yöresinde bugüne dek gizli tutulmuş geleneklerden
kaynaklanmaktadır. Dillerinden, Toulouse çevresinde
yaratıldıkları bellidir.(l) 1300'lü yıllarda ortaya çıkmış
olmalıdırlar, çünkü bakire'den söz etmektedirler; Toulouse'da
Meryem'le ilgili şirler 1300'lü yıllarda yazılmıştır.
Katarlar'ın uğratıldığı kıyımdan hiç söz etmeyişleri
de, 1210-1220 arasındaki o korkunç yıllardan
çok sonra yazıldıklarının kanıtıdır. Bu şiirler, Katar'lıktan
Katolikliğe geçmiş, böylece iki inancın, güney bölgesine
özgü bileşimini gerçekleştirmiş ailelerden birinde
yetişen bir genç kızın şiirleridir bence. Bunlarda,
Katar düşmanlarının kavrayamadığı izlekler var: Yaşama
sevinci, bunun yanında ruhu yüceltmeye yönelik
ama bedeni dışlamayan bir yaşam alayişi. Bunlar, m
utlu aşk şiirleridir; Tanrı'ya duyulan aşkla, Tanrı'ya
doğru yükselme çabasının sevinciyle dolu olan, ama
yeryüzünde iki varlığın arasındaki aşkın mutluluğunu
da içeren şiirler.
Araştırmalarım sırasında, yaşı elliyi aşkın bir Katar
kadını, bana çok önemli açıklamalarda bulundu. Bu ka9
4
dın, Provence yöresinde oturuyordu ama Pirene'lerin
doruklarında yerleşmiş olanlara, beden özellikleri bakımından
hiç benzemiyordu. Söylediğine göre kendisi,
Katar inancına sahip Norman bir ailenin kızıydı; Pirene'lere
son yıllarda gelmişti. Katarlar'ın Normandiya'ya
Vikingler'le birlikte, daha Pirene'lerde hiçbir Katar
yokken geldiklerini de ekledi. Yaptığım araştırmada,
gerçekten de, Katarlar'ın Pirene'lere (1140 yılında) gelişlerinden
çok önce, 1007 yılında Orléans'da Mani dininden
olan insanların yakılmış olduklarını(2) saptamış
bulunuyorum; kadının söyledikleri doğruydu.
Bu Katar Vikingler nereden gelmişlerdi? Bizans
İmparatorluğu, VIII. y.y.da ele geçirdiği Ermenistan'daki
Mani'cilerden kurtulmak için onları kitle halinde
Bosna'ya ve Bulgaristan'a sürdü. Bu din oralardan,
Tuna yoluyla İtalya ve Provence'a yayıldı. Tuna limanlarına
İskandinav'lar da geliyordu; gemileriyle Dvina
ırmağında ilerledikten sonra, karaya çıkıp yakındaki
Dnieper ırmağına dek gemilerini karadan taşıyorlar,
bu ırmak üzerinden de Karadeniz'e iniyorlardı, yağma
yapmak ya da İstanbul'da imparatorun koruma alayına
asker yazılmak için. Bu sırada Tuna limanlarında Mani'ci
tüccar ve gemicilerle karşılaşıyorlardı. Böylece bu
din, İskandinavya'ya ulaştı; sonra Vikingler tarafından
Normandiya'ya ve İngiltere'ye getirildi. Bugüne dek
gizli kalan İngiliz Katarlar'ının varlığı buradan kaynaklanır;
en büyük temsilcileri, şair William Blake'tir.(3)
Kuzeyin etkileri, burada sunduğum şiirlerde açıkça
görülüyor:
9 5
"İşitirsem onun çayırlarda, rüzgârın altındaki
yürüyüşünü
Gideceğim bir elma ağacının altına
Bekleyeceğim.”
Çayırda ve rüzgârın altında yürüyen, ölümün ve
yeniden bedenlenmenin(4) efendisidir; elma ağacı ise,
Avalon’un, öbür dünyanın ağacı olup, dünyamıza yeniden
gelmek için bu ağacın altına gidilerek beklenir.
Elma, yaşam veren meyvedir; Kral Arthur, yaralandığında
Avalon adasına, yani elma ağacı adasına
götürüldü, gerekli süreyi burada geçirip eski gücüne
kavuşarak yeniden dönmesi için. Elma, kuşkusuz, Tanrı'nın
şu sözleriyle, uzaktan, bağlantılıdır: "İnsan, elini
uzatmasın ve yaşam ağacının meyvesini koparmasın ve
bunu yemesin ve sonsuz yaşamı elde etmesin."
Galler ülkesinin Hıristiyanlık öncesi inançları,
Norman kralların sarayına taşındı; sonra Normanlar'ın
arasına karışan Galli ozanlar tarafından Fransa'nın güney
kısmındaki katar bölgesine yayıldı.
Denis SAURAT
(La Nouvelle NOUVELLE REVUE FRANÇAISE,
1 Ekim 1953 tarihli 10. sayısı)
9 6
Kaybolacak olsaydın
Arardım gözlerimin anlamını toprakta
Ama bulamazdım onların gizinin adını.
Tanınmaz gecelerde, geçerlerken kuşlarım
Bekleyeceğim, karanlığı ışıtarak,
Yitik kaygılarımın başında.
Düzelterek kırışıklarını tanrısal cübbenin
Kattım yıldızları göklerin tasma
Sonunda yitirdim Tanrı'nın bana verdiği adı
Gözyaşlarımızı Tanrı'nın tasından içelim
Sonra ona teslim edelim kendimizi
Uyuyalım.
*
Mutluluğum, dünyanın bilinmeyen bir tarafından başlar
Öyle alışılmadık kuralları var ki çekinirim sözet
mekten;
Bu aşkın kendisine
Hayranlıktan donakalan bir çiçek
Belki avutur beni
Kapalı gözlere karşı.
*
9 7
İşitirsem onun çayırda, rüzgârın altında yürüyüşünü
Vaftiz çiçekleri toplayarak,
Karşılayacağım bu sevinci
Gideceğim bir elma ağacının altına
Bekleyeceğim.
*
Yüzüstü bırakılmış ruhların ambarında
Devşireceğiz çiçeklerimizi
*
Kaldıralım çatıları,
Öldü buğdaylarımız,
Bırakalım güneşle yağmur girsin
Göstermek için ruhlara, göklerin bakışını;
Üfleyelim tozları
Renklerimiz taptaze çıkar
Yaşamın kemirdiği
Maddeden kaynaklanan
Toz tabakasının altından;
Yok edelim bedenlerimizi
Giyinelim ak bulutları,
Mutluluk bedenlerin sınırını aşamaz
Bizimse yerimiz doruktur
Oraya ölenler çıkar.
*
Karartmayalım saçaklarımızı,
Koruyalım aydınlığımızı tanrının güzelliğinde(5)
Ve Bakire'nin sevincinde.
Koşalım
Bize değip geçen kuştüyünü öperek
9 8
Doruklarımızın havasında
Yele verelim acılarımızı.
*
Öldüklerinde bedenlerimiz
Doğar yemişleri Tanrı'nın
Elvedalarda
O zaman anlarım ne ağır olduğunu
Yüreklerin
*
Hafif yüklerdir
Maddeyle ilgili
Küçücük sevinçler,
Kolayca taşınabilir;
Ama ne zaman ki son kervan, son yıldıza doğru
Hareket eder,
Kesip atmak gerekir ipi,
Yoksa ne anlamı olur ölümün?
*
İzin verilecek mi kavuşmamıza mutluluğa,
Tanrı'nın yanında kalmamızı sağlayacak kadar
arınmış
olmanın sevinciyle
Ama öyle bir özlülükle ki
dank edecek kafalara, ülkemizde?
Belki ikinci bir evrende;
Kanatları kelebeğin
öpecek bizi,
Yüreklerimizin gücü
Işıtacak çiçekleri.
9 9
Benim yüreğim ölecek, ama sen yaşıyor olacaksın
Sevdiğim, uyuyorsun yüreğimin derinlerinde;
Aşkından doğacak
Başka bir yürek, benim için sevinçten titreyerek;
Sen bunu Tanrı'nın sularından çıkaracaksın,
Soğuktur o sular
Ölümün ortasında
Tanrım, bana göndereceksin beni sevebileni,
Alsın diye ruhumu kendi soğuk bedenine,
Gönder bana beni ölüyken sevebilecek olanı,
Böylece geri döneceğim.
*
Açalım gözlerimizi yeni ekin demetleri üzerinde
Orada uyuyalım
O zaman dolaşacağız göklerdeki dünyalarda
Tanrı'ya yaklaşarak
Çatılarımızı gümüş yabasıyla delecek Tanrı
Kaldırarak ateşin ruhunu başka dünyalardan.
Bir esrime gününde uçurumun üzerinde
Meryem'in sevinci patlayacak
Altın çığlıkları düşecek, özgürlüğe kavuşan
yüreklerimize.
*
Sevinçlerin dansettiği ovada
Atların koşuşlarını dinleyelim;
Kapı orada,
Anahtarsız,
Onu bir kuş korur,
1 0 0
bazan bir tüy çeker kanadından,
Bekleşen bizlere atar.
*
Tanrım geçti ayaklarımın altından rüzgarda
Ölçerek onların katlanabildiği ağırlığı,
Sonra mürrüsafiden dudaklarıma
biraz tuzlu su döktü,
Artık karşılayabileceğim büyük rüzgarları
Uçurumun ağzında koşuşurken bu rüzgarlar
bırakmazlar öpüşüm düşsün,
Bir çayırın tümseğinde beni beklerken
uyuyan bilinmez'e götürüyorum bu öpüşü
Sonra korkusuzca yola koyulacağız
hışırdayan çalılara doğru,
kartalın koruduğu.
*
Öbür yolu tuttum
Unuttum eski acıları
Yağmurla yeniden girdim toprağın altına
yüklenmek için yazgımı;
ama alevlenir bazen
derinlerimde anısı bir zamanki göklerin
işittiğimde şakıyışını
mavi gözlü kekliğin.
*
Yıldızımız
doğdu bir düşün uzayında,
mutlu ve korkusuz;
Senin sevincinin gördük doğrulduğunu Tanrım
1 0 1
devrilmişken, zambak özleyen çayırlardan.
Alalım bu sevinci, alalım bu bağışı
aşkın bize verdiği;
o aşk ki besler çiçekleri
kendi bulutuyla,
bizim bedenlerimizde var eder
senin belirtini.(6)
*
Hiçbir yolu olmayan yaşamın içine bıraktım
yıldızımı,
görkemli bir ağaç beliriverdi,
bir gemi yapacağım ondan, deniz yolculuğum için,
varsın kurusun bahçemin çiçekleri
alıp başımızı doğuya gidelim
seninle;
belki göreceğiz başka bir güneş, kıpkırmızı,
aydınlatacak uyanan çocukları,
o çocuklar yaşamı keşfederler, gemileriyle yol
alırlar
ararlar Tanrı, aşkını.
1 0 2
(1) Fransa'nın bu güney bölgesinde Provence dili konuşulur. -Çev.
(2) Katar inancı, Mani diniyle özdeştir. -Çev.
(3) Bizce tam tersine, Blake Katarlar’a değil, Yezidiler'e yakındır. -
Çev.
(4) Yeniden bedenlenme: Ölenin ruhunun yeni doğan bir bedene
geçmesi. Bu inanç, hem Kelt'lerde hem Hindularda vardır. -Çev.
(5) İsa'dan sonra 3. yüzyılda yaşamış olan Plotinos, Tanrı'nın güzelliği
konusunda karmaşık düşünceler öne sürmüştür (daha geniş bilgi için;
Kuram'ın Eylül 1995 sayısındaki, Necdet Sümer'in "Bilincin Güzelliği ya
da Plotinos’un Estetiği” incelemesi önerilebilir.) Ayrıca, Katar şiirlerinde
görülen "aydınlıkla karanlığın karşıtlığı" hem eski Mısır dininden etkilenen
Plotinos'ta, hem Zerdüşt'ten etkilenen Mani'de görülmektedir. -Çev.
(6) Hallac-ı Mansur'un öldürülmesine neden olan "Tanrıyla aşk ilişkisi
kurulabileceği" düşüncesi, bu dizelerde de vardır. Yine Mansur gibi,
Tanrı'yla insanın özünün aynı olduğu savunulmaktadır. -Çev.
1 0 3
William blake
Ingiliz şair, ressam William Blake (1757-1827),
kamutanrıcılığa inanıyordu. Fransa'daki Katarlar'ın ve
İngiltere'de aynı inançtaki mistiklerin aksine Blake, iyi
ve kötünün birbirine karşıt değil, bir bütünün ayrılmaz
yanları olduğunu savunuyordu. Ona göre Şeytan, evrenin
şiddet, güç, enerji gibi öğelerinin temsilcisiydi; bu
yüzden de mutlak bir düşman sayılmamalıydı. Yine
ona göre "Melek" kavramı, eylemsizliği, hatta ikiyüzlülüğü
çağrıştırıyordu. Bu görüşlerine bağlı olarak şair,
Katarlar'ın tersine, madde dünyasını, ruh dünyası uğruna
terk etmeye karşıydı.
Yezidi'lere çok yakın olan Blake, burada sunduğumuz
"Kaplan" (Tyger) şiirinde, suçsuzluk simgesi kuzun)
ile şiddet ve güç simgesi kaplanın aynı Tanrı tarafından
yaratıldığını ve bu iki yaratıkta Tanrı'nın karşıt
yanlarının göründüğünü dile getirmiştir.(2)
(Çev.)
(1) Şiirde büyük harfle başlayan bu sözcük, Tanrı’nın Kuzusu denilen
İsa'yı da kastetmektedir. -Çev.
(2) William Blake hakkında, yararlandığımız kaynak: Türk ve Dünya
Ünlüleri Ansiklopedisi, 2. Cilt; Anadolu Yayıncılık. -Çev.
1 0 4
Kaplan
Kaplan! Kaplan! Parlak alev
Gecenin ormanlarında;
Hangi ölümsüz el ya da göz
Kurdu sendeki ürkünç dengeyi?
Uzak derinliklerde mi yoksa göklerde mi
Tutuştu gözlerinin ateşi?
Hangi kanatlarla yükselebildi?
Bu ateşi hangi el tutmaya cesaret etti?
Hangi kol bu, hangi sanat,
Böyle büken, yüreğinin kaslarını?
Çarpmaya başladığında yüreğin,
Ne korkunç bir eldir, o, ne korkunç ayaklar?
Nasıl bir çekiç? Nasıl bir zincir?
Hangi ocakta biçimlendirildi beynin?
Hangi örste? Nasıl bir korkunç kavrayış
Tutabildi onun öldürücü dehşetini?
1 0 5
Yıldızlar, fırlatırken aşağıya mızraklarını
Sularken cenneti gözyaşlarıyla,
O gülümser mi yaptığına bakarak?
Kuzu'yu yaratan mıdır seni de yaratan?
Kaplan! Kaplan! Parlak alev
Gecenin ormanlarında;
Hangi ölümsüz el ya da göz
Kurmaya cesaret etti senin ürkünç dengeni?
*

1 0 6

****************************************





https://yadi.sk/i/MsGfgH-X38tiUu

Alevi Bektaşi Şiirleri Antolojisi Cilt-1.pdf.pdf



https://yadi.sk/d/7VtAuXbSuwTxo

Solomon Organik Kimya.pdf


https://yadi.sk/i/XHV3QfIs35qt5r
Emperyalizm, Sosyalizm ve Turki - 


https://yadi.sk/d/0GAx_j7SurD9K


Gazete Manşetleri (1919 - 2007)







https://yadi.sk/i/ud9Olh6E38jFLm


http://pdfdokuman.blogspot.com/

www.pdfindir.com

www.ekitapindir.biz

www.indr.in

www.ebabilkutuphanesi.blogspot.com.tr

www.ucretsizpdfindir.com

www.manybooks.net

www.ebookbrowsee.net

www.wattpad.com

http://ebabilkutuphanesi.blogspot.com.tr/


  1. FreeBookSpot
  2. 4eBooks
  3. Free-eBooks
  4. ManyBooks
  5. GetFreeEBooks
  6. FreeComputerBooks
  7. FreeTechBooks
  8. Scribd
  9. Globusz
  10. KnowFree
  11. OnlineFreeEBooks
  12. MemoWare
  13. BluePortal
  14. OnlineComputerBooks
  15. SnipFiles
  16. BookYards
  17. The Online Books Page
  18. AskSam Ebooks
  19. Baen Free Library
  20. eBookLobby





Güzel Konuşma:
 Ses Organlarını Geliştirmelisiniz||Solumayı Düzeltmelisiniz||Ses Çıkışını Düzeltmelisiniz||Diksiyonunuzu
Düzeltmelisiniz||Söyleme Kusurlarını Yok Etmelisiniz||Etkili İletişim: Toplum Önüne Çıkma Korkusunu Yenmelisiniz||Duyguları Etkilemelisiniz||
Düşünce Akışını Etkilemelisiniz||Jest ve Mimikleriniz Uyumlu Olmalı||Konuşmalarınızı Planlamalısınız||Hazırcevap
Olabilmelisiniz||Merkez||Seminerlere Başvuru
Güzel Konuşma&Etkili İletişim
Güzel Konuşma Boyutu:
Ses Organlarını Geliştirmelisiniz
Akciğerlerden çıkan hava gırtlaktan geçerken ses tellerinde titreşimler oluşturur. Sese asıl yapısını kazandıran
gırtlak, dil, dudaklar ve çenedir. Bu organları yeterince geliştiremediğimizde sesimizin boğuk ve anlaşılmaz
çıkmasından kurtulamayız. Devam...
Solumayı Düzeltmelisiniz
Kötü beslenmenin etkisiyle zaman içinde diyaframatik soluma yeteneğimizi kaybediyoruz. Hatalı soluma konuşma
akışımızı ve sesimizin yapısını olumsuz etkiler, erken yorulmaya neden olur.Devam...
Ses Çıkışını Düzeltmelisiniz
Güzel ve etkili konuşmada önemli bir konu sesin mükemmel çıkışıdır. Düzgün sesin dört temel özelliği vardır. Bunlar
sesin “işitilme düzeyi”, “sesin hız düzeyi”, “hoşa gitme/tını düzeyi”, “değişirlik/bükümlülük düzeyi”nden
oluşur.Devam...
Diksiyonunuzu Düzeltmelisiniz
Güzel ve etkili konuşmada diksiyon (söyleniş-telaffuz-pronounciation) yani seslerin doğru çıkarılması son derece
önemlidir. Bir yandan kendi dilimizin fonetiğini en doğru şekilde öğrenmek diğer yandan bunları kullanmayı yetenek
haline getirmeliyiz. Durakları, ulamaları, vurguları doğru kullanabilmeliyiz. Devam...
Söyleme Kusurlarını Yok Etmelisiniz
Gevşeklik, pelteklik, tutukluk, asalak seslerin kullanımı temel söyleme kusurları arasında yer alıyor. Alışkın
olduğumuz kusurlardan kurtulmamız özel çabalar sayesinde mümkün olacak. Kolayca başarabiliriz. Devam...
Güzel Konuşma&Etkili İletişim
Güzel Konuşma Boyutu:
Toplum Önüne Çıkma Korkusunu Yenmelisiniz
Hiç yapmadığımız davranıştan her zaman korkarız. Toplum önüne çıkma korkusunun şidddeti söylemeyi
planladığınız tüm düşüncelerinizi unutmanıza neden olabilir. Psikojinizi yeniden yapılandırmalısınız. Devam...
Duyguları Etkilemelisiniz
İnsanları ikna eden en önemli etken fikirler değil duygulardır. Ne söylediğiniz çok nasıl söylediğiniz etkili olur.
Dinleyicilerin duygusal olarak sizinle benzeşmesini, size değer vermesini sağlamanız gerekir. Devam...
Düşünce Akışını Etkilemelisiniz
İkna etmenin iki boyutundan biri fikirlerinizin inşa biçimiyle ilgilidir. Sloğanları konuşmaya alışkınız. Düşüncelerinizi
dinleyenlerin zihninde nasıl yapılandıracağınızı biliyor musunuz? Devam...
Jest ve Mimikleriniz Uyumlu Olmalıdır
Tüm kanallardan verdiğiniz mesajların birbiriyle uyumlu olması çok önemli. Dilinizin söylediğini yüzünüz ve
vücudunuzun genel tutumu desteklemelidir. Bu uyumun nasıl sağlanacağını bu bölümde göreceksiniz. Devam...
Konuşmalarınızı Planlamalısınız
Zihninizden rasgele geçen düşünceler dinleyiciler tarafından sistemli şekilde takip edilemez. Tüm söylediklerinizin
aynı noktaya yönelmesi gerekir. Bu arada konuşmanızın başında, ortasında ve sonunda dikkate almanız gereken
önemli noktalar var. Devam...
Hazırcevap Olabilmelisiniz
Hazırcevaplılık, her ortamda, her soruya anında cevap verebilme, söylenecek söz bulamadığınızda bile ortamı ölüm
sessizliğinden kurtaracak cümleleri oluşturabilme yeteneğidir. Devam...
2
Güzel Konuşma&Etkili İletişim
Ses Organlarını Geliştirme
Akciğerlerden çıkan hava gırtlaktan geçerken ses tellerinde titreşimler oluşturur, bu titreşimlerle gırtlak yapısına göre
değişik şekillerde çok zayıf sesler oluşur. Bu sesler diğer ses organlarıyla yoğrulur, titreşimlerle rahatlıkla
işitilebilecek kadar büyür ve kimlik kazanır. Herkesin ses organlarının yapısının farklılığı ölçüsünde farklı sesleri veya
ses kimlikleri vardır. Burada önce ses organlarımızın istediğimiz sesi çıkarabilecek yeteneğe ulaşmasını
sağlamalıyız.
Ses organlarının eğitimi diksiyonun altyapısını oluşturur. Ses organları eğitimsiz olduğunda diksiyon çalışmalarının
her aşamasında tıkanıklıklar oluşacaktır. diksiyon çalışmalarının kendisi de dolaylı şekilde ses organlarının
gelişimine yol açar. Ana ses organlarını tek tek ele alalım ve geliştirilmeleri için alıştırmalar yapalım.
Dil
Dilimiz ünlüleri hariç tutarsak diğer tüm seslerin çıkarılmasında mutlaka kullandığımız çök önemli bir ses
organımızdır. “a,e,ı,i,o,ö,u,ü” den oluşan ünlülerin dilimiz sabit dururken seslendirilmeleri mümkündür. Sadece farklı
ünlülerde çene ve ağız içinin aldığı pozisyonun değişimine paralel olarak değişik pozisyonlar alabilir. Ancak dil
özellikle bazı seslerin çıkarılmasında en önemli fonksiyonları icra eder.
Dil ağız içinde çok rahat hareket edebilmelidir. Dilin ön alt dişlerin köküne, ön alt dişlerin üst bölümüne, ön üst
dişlerin köküne, kıvrılarak üst dudağa dokunabilmesi gerekir. Dilin ucu rahatlıkla kasılabilmeli ve kıvrılabilmelidir.
Dilin ağız içinde sağ ön ve arka yönde, sağ ve sol yönde veya ucundan kıvrılarak geriye doğru hareketi rahat
olabilmelidir.
Eğer dilimizin kaslarının dilimize rahat bir şekilde hakim olmasını sağlayamazsak özellikle dilimizi kullanarak
çıkardığımız seslerin bozuk çıktığını görürüz. Değişik milletlerin dillerindeki fonetik özellikler farklı dil yeteneklerini
gerektirebilir. Örneğin Japonca “tsu” sesi, İngilizce “the” sesi, Arapça’daki “peltek z” Türkçe fonetiğinde bulunmaz. Bu
sesleri çıkarabilmek için de o milletlerin fonetikleri çerçevesinde dilimizi geliştirmemiz gerekir. Eğer dilimizin
kullanımının genel anlamda geliştirilmesini sağlamayı başarırsak, bu yeteneğimiz yabancı dil öğrenirken “telaffuzpronounciation”
sorununu çok kolay aşmamızı sağlayacaktır.
Türkçe’de dil tembelliğinin en fazla olumsuz etkilediği sesler şunlardır: “c, ç, d, j, l, n, r, s, ş, t, z” Eğer bu seslerden
herhangi birini çıkarmakta güçlük çekiyorsanız veya seste boğukluk, oluşuyorsa dil egzersizleri üzerinde
yoğunlaşmanız gerekecektir.
ALIŞTIRMA: DİLİ GELİŞTİRME ÇALIŞMASI
Aşağıdaki alıştırmaları dilinizi yöneten ağız içi kaslarınızı iyice yoracak kadar uzun süre ve abartılı olarak tekrar
ediniz.
-Dilinizi ağzınızda sakız çiğner gibi hızla çiğneyiniz.
-Dilinizi ağzınızın içinde, çenelerinizin dışından, dudaklarınızın altından dairesel hareketlerle hızla dolaştırınız.
-Dil ucunu ön alt dişlere dayandırarak ağız içinde köklerden ileri geri hareket ettiriniz.
-Dilinizi iyice dışarı çıkarınız. İterek uzun süre dayanınız.
-Dilinizi yuvarlatıp daralttığınız dudaklarınız ve çeneleriniz arasından içeri-dışarı hareket ettiriniz.
-Dilinizin ucunu ön alt dişlerinize dayandırınız ve dilinizi kökünden içeri dışarı hızla hareket ettiriniz.
Çene
Güzel konuşmada çenenin rolü çok önemlidir. Tüm dillerdeki tüm harfler çenenin kullanımıyla seslendirilirler.
Konuşma esnasında çene hızla birbirinden farklı hareketleri ard arda gerçekleştirmek zorundadır. Çene açılır,
kapanır, daralır, genişler. Alt çene ileri ve geri hareket eder. Ağzımızın üst bölgesinde bulunan dişlerin bağlı olduğu
kemik yapısı sabittir. dolaysıyla tüm bu hareketler alt çeneyi yöneten kaslar tarafından gerçekleştirilirler. Dikkat
edelim: “ııı” sesini çıkardığımızda çene geriye doğru çıkmaya zorlanır. “aaa” sesini çıkardığımızda hizasından
3
aşağıya doğru açılır. “Üüü” sesini çıkardığımızda ileriye doğru geçmeye zorlanır. ^ne” dediğinizde daralıp birden
açılır. “Sen” dediğimizde önce kapanır, sonra açılır ve sonra yine kapanır. Tüm bu son derece karmaşık ama
gerçekten karmaşık hareketleri inanılmaz bir hızla gerçekleştirir.
Çenemizin kullanımında sorunlarla karşılaşabiliriz. Çene kasları geliştirilmemiş ve kondisyonsuz olduğunda değişik
hareketleri düzenli olarak ve sorunsuz şekilde yapamayız. Bu durumda bazı çene hareketleri kaybolur ve bu
kayboluş seste de kayıp oluşturur. Diğer önemli sorun “çene darlığı”dır. Türkiye toplumunda yaygın bir çene darlığı
olduğu söylenmektedir. Dar çene açık ve yuvarlak sesleri bozuk seslendirir. Örneğin “aa”, “ıı” gibi anlaşılabilir. “Ooo”,
“uuu” gibi anlaşılabilir. Eğer çenemizi yeterince sağlıklı kullanamıyorsak tüm seslerin çıkarılmasında sorunlar
yaşayabiliriz.
ALIŞTIRMA: ÇENE ÇALIŞMASI
Aşağıdaki alıştırmalarla çene açıklığını sağlama ve çenemizin her hareketi rahatlıkla yapmasını temin etme
amaçlanmıştır. Tüm egzersizleri aşırı abartı ile gerçekleştirmelisiniz.
a) Elinizi alt çenenize dayayarak “çak çak” diye bağırın. Aşağıya itilen çenenizin yukarıya itilmesini sağlayın. Böylece
çenenizi aşağıya iten kaslarınızın güçlenmesini sağlayın.
b) İki elinizin içiyle yanak kemiklerinize masaj yapın. Avuçlarınızı alt çenenize doğru çekip çenenizi açın.
c) Yumruk yapılmış iki ellerinizle çenenizin altından bastırın. Alt çenenizi açın, başınızı geri itin ve alt çenenizi
kapatın. Tekrar çenenizi açın ve başınızı daha geriye itin. Tekrar yapın.
d) Çenenizi hızla iyice açıp kapatın. Hızlanın.
e) Çenenizi hızla ileri, geri hareket ettirin.
f) Çenenizi dairesel hareketlerle hızla döndürün.
Dudak
Dudakların kullanılmaması durumunda bazı seslerin çıkarılması kesinlikle mümkün değildir. Dudak tembelliği olan
kişiler özellikle dudakların kullanımıyla seslendirilen seslerde sorun yaşarlar. Türkçe’de ağırlıklı olarak dudağın
kullanımına dayandırılan sesler şunlardır: “b, f, m, o, ö, p, u, ü, v,” Bu seslerde bulanıklık veya anlaşılma güçlü
oluşturan bir konuşma biçimine sahipseniz bunun mutlaka dudak tembelliğinden kaynaklandığını düşünebilirsiniz.
Bununla birlikte dudaklar diğer seslerde de belli pozisyonlar alırlar. Bu yönüyle örneğin “ı, i,” gibi sesleri çıkarırken
dudağın katkısı dikkate alınmalıdır. Bu sesler dudak olmaksızın da seslendirilebilirler ama istenen kalitede
seslendirilmeleri mümkün olmaz. dudak egzersizleriyle dudak kaslarımızın istenen her hareketi dudaklarımıza
rahatlıkla yaptırmasını sağlamamız gerekiyor.
ALIŞTIRMA: DUDAK ÇALIŞMASI
a) Nefesinizi ağzınızdan kuvvetle verirken “poffff” deyin. Hava dudaklarınızı basınçla itsin. Basıncın dudak kaslarınızı
şiddetli zorlaması sağlayın.
b) Sıkı sıkı kapalı ve dişlerinize yakın -çeneniz kapalıya yakın- tuttuğunuz dudaklarınızdan üflediğiniz havanın
dudaklarınızı kuvvetle üfürerek çıkmasını sağlayın.
c) Dudaklarınızı kapatıp ileri uzatın ve dairesel hareketlerle hızla döndürün. Aşağı yukarı, sağa sola hareket ettirin.
d) Çenenizi kapatın ve hızla “mı, mu, mı, mu” deyin. Ardından aynı şekilde şu sesleri tekrar edin: “fe, ve”, “pe, be”,
“u, ü”, “o, ö”. Abartı yapmanız ve dudak kaslarınızı yoruncaya kadar çalışmayı sürdürmeniz önemlidir.
e) Bir kalemi yatay olarak dudaklarınızda tutup “Benim memleketim. Bir ben vardır bende benden içeri” deyin.
Dudaklarınız iyice yorulduğunda dudaklarınızı gevşetin ve kapalı tutarak havayı dışarı itin. Hava püfürdeyerek,
dudaklarınızı titreştirerek dışarı çıksın.
4
Güzel Konuşma&Etkili İletişim
Solumayı Düzeltme
Doğru soluma diyaframdan yapılmalı, nefesin verilmesinde gırtlak değil karın kasları kullanılmalıdır. Diyaframdan
mükemmel soluma yapılamadığında ve nefes diyaframdan kontrol edilemediğinde sesin güzel çıkışı imkansızlaşır.
Göğüs boşluğu nefes alırken, aşağıya, dışarıya veya yukarıya hareket ettirilebilir. Diyaframatik soluma aşağıya
doğrudur. Diyaframatik soluma yapıldığında ciğerlerin alt lobları etkili kullanılır ve ciğerlere en az % 50 daha fazla
oksijen alınır. Kapasitenin altında oksijenle yapılan diğer solumalarda ses bozuk, kontrolsüz ve kesintili çıkar. Nefes
kontrol edilemediğinde ses çok fazla hava harcar. Konuşmacının nefesi tıkanır. Konuşmada dengesiz duraklamalar,
tutukluklar oluşur.
Solumanın önemi ve diyaframatik soluma yeteneğinin olumlu etkileri üzerinde kitabınızın ikinci bölümünde ayrıntılı
bilgi verilmiştir. Burada diyaframatik soluma anlatılacak ve solumanın güzel konuşmada etkili şekilde kullanılması
amacıyla alıştırmalar verilecektir. Doğru soluma yeteneği için dikkate alacağımız hususlar şunlardır: Diyaframdan
Nefes Alma, Derin Nefes Alma, Nefesi Diyafram Yardımıyla Tutabilme, Nefesi İktisatlı Kullanabilme.
Doğru soluma unsurlarını şu şekilde belirtelim:
Diyaframdan Soluma
Akciğerlerimizi aşağıya doğru doldurarak nefes alabilmektir. bazıları nefes alırken tam tersine bir hareketle
karınlarını da içeri çekmektedir. Oysa nefes alınırken karın dışarıya itilir, verirken içeriye çekilir.
ALIŞTIRMA: DİYAFRAM SOLUMASI
Diyaframdan doğru soluma, akciğerimizin alt loplarını etkin şekilde kullanmak suretiyle kaburga kemiklerinin alt
hizasından dışarıya itilecek şekilde nefes alabilme çalışmasıyla başlar. Önce çok derin olmak üzere üst üste 2-3
soluma yapın. Göğüs kafesiniz ve omuzlarınız yukarıya doğru kalkıyorsa hatalı nefes aldığınızı görüyorsunuz.
Düz bir zeminde sırt üstü uzanın. Hızlıca ve kısa aralıklarla sadece ağzınızdan soluyun. Nefes alırken göğüs
kafesinin bittiği yerden karından gözlemlenen bir hareket var mı? Ellerinizle göğüs kafesinizin üzerine bastırın veya
bunun için başka bir yardımcı kullanın. Aynı solumayı göğsünüzün alt kısmına doğru yapın. Hala diyaframdan nefes
almayı başaramadıysanız, yeni bir yol önereceğiz. Çünkü nefes düzeltme çalışmalarımızda bazı kişilerin doğru
solumayı kavraması zannettiğimizden de zor olmuştur. Sırt üstü düz uzanmış durumdasınız. Nefesinizi tutun. Bu
halde karnınızı içeri çekin ve dışarı itin. Nefes almadan bunu gerçekleştirebiliyor musunuz. Cevabınız “evet”se şimdi
nefes alırken karnınızı dışarı itin, verirken karnınızı içeri çekin. Bu yolla diyaframdan solumayı iyice öğrendikten
sonra aşağıdaki çalışmaları yapacağız. Doğru nefes alma biçimimizin otomatikleşmesi gerekir. Her zaman bilinçli
olarak nefesimizi kontrol edemeyiz. Aşağıda belirtilen kurallar dahilinde alışkanlık kazanıncaya kadar 2 hafta
boyunca çalışma yapacağız. Bu arada çalışmamızı yapabilmek ve başarılı olabilmek için midemizin her yemek
sonrasında 1/3’ünün boş bırakılmasına dikkat edeceğiz.
Nefes alma çalışması yukarıdaki çerçevede bir süre yapıldığında alışkanlık haline gelecek ve otomatikleşecektir.
Mevcut nefes alış miktarınızın en az iki kat artabildiğini göreceksiniz. Seminerimizde uzmanınız size bu konuda
bilhassa yol gösterecek ve solumanızı tek tek kontrol edecektir.
Derin Soluma
Nefesiniz alabildiğince derinleşecektir. Göğüsten nefes alanlar için derinlik zayıftır. Derin derin nefes almaya devam
ettikçe akciğerlerin kapasitesi artacak ve daha fazla havanın kullanılması mümkün olacaktır. Göğüsten solumaya
devam ettiğiniz de soluma derinliğinizi arttıramazsınız.
ALIŞTIRMA: DERİN SOLUMA
1.Nefesimizi mutlaka burnumuzdan alıp ağzımızdan vereceğiz. Soluma her zaman diyaframdan olacak. Nefesimizi
alış, tutuş ve veriş zamanımız 1-4-2 formülüne uygun olacak. Yani eğer nefesimizi 2 saniyede almışsak 8 saniye
içimizde tutacağız ve 4 saniyede vereceğiz. Bu çerçevede derin nefes alınız. Nefes aldığınızda akciğerlerinizi
zorlayınız, son haddine kadar alınız ve tutunuz. Şimdi yavaş yavaş veriniz. Son haddine kadar veriniz. Bükülünceye
kadar nefesinizi boşaltınız. Bu çalışmayı sürdürüyorsunuz. Bir seansta 10 defadan fazla yapmıyorsunuz. Derin
soluma çalışmasını sabah erkenden ve akşam saatlerinde 10’ar defa yapacağız. Bir anda alınan fazla oksijen,
oksijen krizine yol açabilir. Amacımız transa geçmek değildir. Aynı çalışmayı her derste yapacağız. Başlangıçta
ciğerleriniz ideal miktarda büyüyemez. Devam ettikçe her defasında kapasitenin daha iyi kullanıldığını göreceksiniz.
5
Soluğu Diyaframla Tutma
Özel bir eğitim almamış olanların çoğu derin nefesi gırtlaklarını sıkarak tutmaktadırlar. Gırtlak tamamen açık ve
gevşek olduğu halde karın kaslarımızın yardımıyla havayı içeride tutabilmeliyiz. Eğer gırtlağı sıkarak havayı tutarsak
gırtlak çabuk yorulur, ses bozulur, nefes hemen boşalır ve yetersiz kalır.
ALIŞTIRMA: SOLUK TUTMA
a) Derin nefes alın. Nefesinizi bekletin. Beklerken gırtlağınızın gevşek ve boş olmasına dikkat edin. Öylece
dayanabildiğiniz kadar bekleyin.
b) Derin nefes alın ve gırtlağınızı açık tutun. Kısa ve kesik soluma yapın. Akciğerleriniz dolu iken sık sık çok az
miktarda nefes alıp veriyorsunuz. Bunu yaparken karın bölgenizdeki hareketlenmeyi fark edin.
c)Derin nefes alın, parmağınızı dudaklarınıza çok yakın tutun ve hafifçe üfler gibi yapın. Çıkan havanın oluşturduğu
hafif ısıyı hissedin. Havanın mümkün olduğu kadar yavaş çıkmasına ve bu arada gırtlağınızın iyice gevşek olmasına
dikkat edin. Aynı çalışmayı mum ateşi önünde yapın. Dudaklarınıza yakın tuttuğunuz mum ateşine hafifçe
üflüyorsunuz ve mumu söndürmüyorsunuz.
d) Derin nefes alın ve “papapa” sesini düşük sesle mümkün olduğu kadar az hava harcayarak mümkün olduğu kadar
uzun süre tekrar edin. Her denemenizde geçen süreyi arttırmaya çalışın. Şimdi sesinizi yükseltin ve aynı çalışmayı
yüksek sesle yapın.
e) Yukarıdaki çalışmayı kalın, orta ve ince sesinizle ayrı ayrı yapın.
Soluğu İktisatlı Kullanma
Konuşmaya başladığımızda hava bir çırpıda boşalıp bitmemelidir. Aynı havayı kullanarak daha fazla ses çıkarma
egzersizi yapmamız gerekiyor. Üzerinde en fazla duracağımız çalışma nefesi iktisatlı kullanma çalışmasıdır.
ALIŞTIRMA: İKTİSATLI SOLUMA
a)Ayrı egzersizlerle, derin, sık, çabuk, düzenli, gerilmeden, gürültüsüz nefes alıp veriniz.
a) Soluk verme (f) ile 1. ateşi üfler gibi, 2. hayretle 3. havlar gibi
c) Soluğun (s) ünsüzü ile aşağıdaki şekillerde; kesintisiz, kesintili, kuvvetli ve zayıf şekillerde boşaltılması:
(1)ssssssssssssssssss; (2)s-s-s-s-s-s; ssssss-s-s-s-s-s-ssssss; (3)SSS-S-SSSSSS-S-S- (4)s; S-S-S-S-S-s-ss-
s-s-s; S-s-S-s-S-s-S-s-S; SSSSS-s-s-s-s-s;
ç)Önce orta sesle sonra yükselerek:
ah, oh uh, ıh, eh, öh, üh, ih-----hah, hoh, huh, hıh, heh, höh, hüh, hih,
ahah, ohoh, uhuh, ıhıh, eheh, öhöh, ûhüh, ihih----hahah, hohoh, huhuh, hıhıh,
Kahkaha ile: kahkah, kohkoh, kuhkuh, kıhkıh, kehkeh, köhköh, kühküh, kihkih,
d) (p,b,d,t,g,k) harflerini az soluk harcayarak tekrar edin. Bir solukta ve bütün gücünüzü kullanarak "Hop"
hecesini, söyleyebildiğiniz kadar çok sayıda, bağırarak yineleyin.
e)Her cümleyi tek solukta okuyun.
Sevgi merkezli hislerin vücudun bio-kimyasal yapısında yaptığı değişikleri ortaya çıkarmaya dönük bir yığın
araştırma yapılmıştır. Dar anlamda beşeri sevginin, güven duygusunu artıran endorfin hormonu salgısını çoğalttığı,
yüksek heyecan ve sevince yol açan emphetamin salgısını körüklediği gözlenmiştir. Los Angeles Psikiyatri
Enstitüsünden Mark Gaulstan’a göre, gerçek sevgi endorfin hormonuyla teessüs etmekte ve hakiki şefkat
belirmektedir. Bu işte özellikle örnek olarak anne-çocuk ilişkilerinin şefkat merkezli şekillenmesinde Oxytocin
maddesinin geliştirdiği “bağlılık ve sokulma” duygusunun büyük rol oynadığı anlaşılmaktadır.
6
Güzel Konuşma&Etkili İletişim
Ses Çıkışını Düzeltme
Güzel ve etkili konuşmada önemli bir konu sesin mükemmel çıkışıdır. Sesin mükemmel çıkışı ses çıkışı ile nefesin
kullanımı arasında başarılı bir uyum oluşturulmasını gerektirir. Düzgün sesin dört temel özelliği vardır. Bunlar sesin
“işitilme düzeyi)yükseklik)”, “sesin hız düzeyi”, “hoşa gitme/tını düzeyi”, “değişirlik/bükümlülük düzeyi”nden
oluşmaktadır. Aşağıda bu özellikleri öğrenelim ve geliştirmeye çalışalım.
İşitilebilme-Yükseklik
Bazı insanların sesleri bir metre mesafeden bile güçlükle duyulabilmektedir. Böyle bir sesle yapılan konuşmanın
anlaşılabilmesi son derece güçtür ve dinleyiciler dinlerken psikolojik gerginlik içerisine girerler.
Ses dinleyiciler tarafından işitilebilecek kadar yüksek olmalıdır. Normal ses kalabalık kitlenin en uzağına ulaştırılacak
kadar yüksek çıkmalıdır. Ancak yüksek ses bağırmaya dönüşmemelidir. Bu anlamda eğer mikrofon kullanmıyorsanız
özellikle konuşma yaptığınız topluluğun büyüklüğüne dikkat etmelisiniz. Hemen yanınızdaki bir arkadaşınıza 20
metre uzaktaki insana konuşur gibi konuşursanız sesin yüksekliğini hatalı kullanmış olursunuz. Sesin yüksekliği
salonun büyüklüğüne göre ayarlanmalıdır. Ancak sesi yükseltirken “bağırma” tonu oluşturmamak çok önemlidir.
Dikkat edin: Kaç kişilik bir guruba konuşuyorsunuz? Salonunuz ne kadar geniş? Ortamda gürültü var mı? Sesiniz 20
metreden rahat duyulabiliyor mu? Yoksa mırıltı gibi mi çıkıyor? sesiniz yükselince bağırmaya dönüşüyor mu? Uygun
ses yüksekliği dinleyici kitlesini tamamen ve rahatlıkla kuşatan sestir.
Aşağıdaki alıştırmalar sesimizi kontrollü olarak yükseltebilmek için hazırlanmıştır. Ses yüksekliğimizi kontrol
edebildiğimiz taktirde dinleyicilerimizi de kontrol edebileceğiz:
ALIŞTIRMA: İŞİTİLEBİLİRLİK
a) Yüksekten ses fırlatınız: Tek nefeste 20 metre ilerideki insanlara duyurabilecek şekilde : “pa, pe,pi, po; ba, be, bi,
bo; da, de, di, do” deyiniz. Tekrar edin.
b) Elinizle duvara dokunun soluk alarak 10’a kadar sayın. Sonra duvarı kuvvetle itin, güçlü tonla tekrar sayın. Her iki
durumda ses şiddeti aynı kalsın.
c) Aşağıdaki cümleleri bir solukta ses yoğunluğunu yitirmeden okuyun. Sesinizin gürlük derecesinin cümle boyunca
aynı olmasını sağlayın.
- Ben gitmek istemiyorum.
- Makine mühendisi daha yavaş sürmenizi istedi.
- Kalp, günde 100.800 defa çarpmakta ve bu devre zarfında da 130 tonluk bir ağırlığın 30 cm. yüksekliğe
kaldırılmasına denk düşen bir güç sağlamaktadır.
d)Aşağıdaki ifadelerin ilk bölümlerini yakınınızdaki kişiyle konuşur gibi, ikinci bölümlerini 100 kişiye konuşur gibi
kuvvetli bir sesle okuyun.
-Okumak zor değil, yeter ki tadına varalım.
-Çalışmak ne güzel huy, devamlı çalışarak sıkıntılarımı yok ediyorum.
-Delik kovanın suyu damla damla, müsrif insanın zamanı saniye saniye tükenir.
e) Metni, 1. çok yavaş bir sesle 2. küçük bir odada olağan bir sesle; 3. büyük bir salonda, daha kalabalık bir dinleyici
karşısında okuyun
7
Tembelliğin ne olduğunu ve insanların başına nasıl çoraplar ördüğünü düşündünüz mü? Bu soru çok mu çocukça?
Hemen herkes tembelliğin kötü olduğunu bilir. Kimse tembel olmayı kabullenmek istemez. Ama acaba kaç kişi
gerçekten tembel olup olmadığını araştırmıştır? Tembellik ya zihinsel, ya bedensel ya da her ikisi birden yaşanır.
İnsanların büyük bir kısmı zihinlerini, önemli bir kısmı bedenlerini çalıştırmazlar. Yine insanların çok önemli bir kısmı
hem bedenlerini hem de zihinlerini çalıştırmazlar.
f) Ellerinizle alın ve şakağınızı tutun. “Mmmmmm” deyin. Sesi yükseltin. Titreşimleri burnunuzda, alnınızda,
ensenizde, göğsünüzde ve başınızın tepesinde hissedin.
Ses Perdesi-Bükümlülük
Sesin bükümlü çıkışı ses perdesinde değişiklik yapmakla mümkündür. “Do-re-mi-fa-sol-la-si-do2 notalarını düşünün.
Her bir notayı farklı bir perdeden çıkarıyorsunuz. Gırtlağınızı küçültüp yukarıya yaklaştırdıkça sesiniz incelir: Tersini
yaptıkça sesiniz kalınlaşır. Pes ve tiz sesler arasında sesinizle müzik üretirsiniz.
Ses çıkışı monoton olmamalıdır. Ses yüksek alçak tonda, hızlı-yavaş arasında, duraklamalı-duraklamasız, vurguluvurgusuz
arasında değişerek çıkmalıdır. Sesin değişirliğini-bükümlülüğünü sesin müzikselliği olarak da
tanımlayabiliriz. Herkesin kendine özgü bir konuşma müziği vardır.
Sese kolayca bükümlülük verebilmek için ses perdesinde değişim oluşturma yeteneğimizi geliştirmemiz gerekir. Üç
teme ses perdesi üzerinde duralım: Pes, orta ve tiz sesler. Pes kalın, tiz ise ince sestir. Her üç perdede kendi içinde
notalanabilir. Ses perdesi bir tür notadır. Notaların kelimelere uyarlanmasına da “bükümlülük” veya “boğumlama”
diyebiliriz. Eğer konuşmacı sesinde boğum yapamıyorsa bilgisayar makinesinin tek düze çıkardığı sese benzer ses
çıkaracaktır. Sesi bireyselleştiren ve herkesi ayrı bir konuşmacı yapan asıl sır sesin kişiye göre farklı
boğumlanmasıdır.
ALIŞTIRMA: SES PERDESİ
Aşağıdaki alıştırmalarda ses perdesini kolaylıkla değiştirme çalışmaları yapılacak ve geliştirilen yetenek konuşma
metinlerine uyarlanacaktır.
a)Pes(kalın sesinizle) “do, re, mi ,fa, sol, la, si, do-- do, si, la, sol, fa, mi, re, do” kolaylaştırıncaya kadar tekrar ediniz.
Aynı çalışmayı orta ve ince sesinizle tekrar ediniz.
b)Sırasıyla kalın, orta ve ince sesinizle peş peşe “do, re, mi” deyin. Aynı çalışmayı nota yerine selen ile yapın: “e e,
e”, “a, a, a”, “ı, ı, ı”
c)Yakılan bir mumu dudakların çok yakınında tutun. (u) sesini şiddeti artırarak uzatın. Boğazınızdan çıkan ses ile
rasgele notalama yapın. Mum ışığında titreme çok az olacaktır.
d) Kendi olağan sesinizle "a" ya da "ah" deyiniz. Sonra seslenmeyi, azar azar değiştirerek çıkabileceğiniz en tiz,
inebileceğiniz en pes-kalın perdeye kadar sürdürün. Kendinize en uygun, en güçlü tını düzeyini bulmaya çalışın.
e) Aşağıdaki dörtlüğü, önce tekdüze sonra da, sesi, anlama göre dalgalandırarak okuyun.
Burası Muştur, Yolu Yokuştur
Giden gelmiyor, Acep Ne iştir.
f) Aşağıdaki cümleleri, ok işaretiyle gösterildiği gibi, sesin perdesini yükselterek ya da alçaltarak okuyun. Bu arada
ses iniş çıkışındaki değişikliklerin söz içeriğiyle uygunluğuna dikkat edin.
Gelin buraya. Kaç para ?
O mu saçma. Çarpın ellerinizi.
Kaldırabilirsiniz ¯ fakat dikkatle. Heyecanını sevdim¯ ama çok yoruldum.
sanıyorum¯ delili budur. Eminim başarabilirim.
8
d)Cümlelerin gerektirdiği duyguları kullanarak okuyun.
Yoruldum, umutsuzluğa kapıldım ve çok üzüldüm.
Seni vicdansız seni ! Bunun hesabını vereceksin.
Aman dikkat ! Çıngıraklı yılan var !
Bak hele ! Seni burada göreceğimi hiç ummuyordum.
Kaybedersem dayanamam gibi geliyor bana.
Hoşa Gitme/Tını
En güzel ses hiç bir zorlama görmeden çıkan sestir. ses organları gerildikçe sesin güzelliği bozulur. Katı, kulak
tırmalayan, hırıltılı, madensel, tiz, burunsal, hışırtılı, buğulu, çok yumuşak, gevrek, biçimden yoksun sesler, hoşa
gitmeyen seslerdir. Gerilmiş bir gırtlak ve ağız, gerilmiş kaslar sesi daha delici, daha yırtıcı bir hale getirir ve hoşa
gidicilik özelliklerini yitirir.
Güzel bir tını geliştirmek için tüm ses organlarımızı gevşeteceğiz. Gevşeme ile birlikte seslendirme çalışmaları
yapacağız. Gevşeme düzeyimiz arttıkça sesimizin tınısı sakin, düzgün ve temiz hale gelecektir.
a) Üst-alt dudak kaslarınızı gevşetin. Çenenizi iyice aşağıya bırakın. alın ve şakaklarınızı, yanak ve göz kaslarınızı
gevşetin. Dilinizi gevşek bırakın. Hafifçe soluyun. aldığınız hava üfler gibi ağzınızda damağınıza çarpsın, ağzınızdan
ve burnunuzdan birlikte çıksın. 10 defa bu şekilde soluyun.
b)Ağzınız kapalı, gırtlağınızı hiç sıkmadan burnunuzdan çıkan hava ile “Mmmm” deyin. Bunu yaparken sesin
titreşimini göğsünüzde, başınızda alnınızda, burun kemiklerinizde ve burun deliklerinizde, kulaklarınızda, ensenizde
ve başınızın tepesinde hissedin. Tüm bu bölgelerinizi ayrı ayrı gevşeterek sesinizin titreşimlerinin artmasını sağlayın.
c) Alt çene kaslarınızı iyice gevşetip ağzınızı alabildiği kadar açarak çenenizi gevşek bir halde sarkıtın. Önce yavaş,
sonra hızını artıra artıra birkaç kez "bob" deyin. Gevşeyin ve soluğunuzun, dudaklarınızı itebildiği kadar dışarıya
itmesini sağlayın. Yanak kaslarınızı gevşetin, yanaklarınızı şişirin yavaştan başlatıp hızınızı gitgide artırarak "bob"
deyin.
d)"ha, ho, hu" hecelerini, aşağıdaki doğrultularda, beşer kez yineleyin : Gırtlakta yüksek ses ile; Gevşemiş gırtlak
sesi ile; Sesi ağız boşluğunda çıkan havanın ağız boşluğuna çarpması suretiyle çıkararak.
e)"Ah" hecesini, fısıltı ile başlayıp gitgide tonlayarak yüksek bir ses elde edinceye dek yineleyin; daha sonra, yüksek
sesten fısıltıya inin.
f) Para sayıyormuşçasına; arızalı bir telefonda, karşınızdakine telefon numarasını bildiriyormuşçasına, yıkılan
boksörün başında sayıyormuşçasına ona kadar sayın.
g) "Ben sevinç ve heyecan doluyum!" cümlesini;
Gırtlağı zorlayarak fısıldayın, Burun sesi ile fısıldayın, Gevşemiş kaslarla, rahat söyleyin.
Söyleme Hızı
Dinleyicilerin algılama hızında -dakikada 90-130 kelime arası-söylenmeli konuşma anındaki duygulara, kişiliğe, yere
ve dinleyicinin niteliğine göre değişimler göstermelidir. Heyecan, korku, telaş, öfke gibi durumlarda konuşma hızı
artar; sevgi, üzüntü, saygı gibi durumlarda hız azalır. Düşünce ve heyecanda sükunet varsa orta hızın tercih edilmesi
gerekir.
ALIŞTIRMA: SÖYLEME HIZI
a) Aşağıdaki paragrafı, önce yavaş, küçük bir topluluğun işitebileceği tonda fakat elinizden geldiğince hızlı; sonra da,
büyük bir topluluğa hitap ediyormuşçasına ve yavaş söyleyin.
9
Acaba kendilerini çocuklarına duydukları şefkatte kaybeden annelerin tattıkları mutluluk hissedişinden daha
yükseklere tırmanabilenler var mıdır? Beşeri ilişkiler çerçevesinde yoktur şüphesiz. Ancak insan, şefkati sadece
anne-çocuk ilişkisiyle sınırlayarak hayatı boyunca muhtaç olduğu yüksek huzurdan mahrum olmamalıdır. Çünkü 80
yaşında ihtiyarlardan 8 günlük bebeklere kadar bütün insanlar şefkat edilmeye muhtaçtırlar ve Rablerinin engin
şefkati altında karşılıksız korunurlar.
b) Aşağıdaki cümleleri, önce, tekdüze bir tonla, sonra, cümlelerin duygu yönlerini dikkate alarak yanlarında belirtilen
hızlarda söyleyin :
- Ne güzel bir gece, değil mi? (yavaş)
- Ben bu adamı nerede gördüğümü bir hatırlayabilsem. (hızlı)
- Böyle bir hileye baş vuracak kadar alçalacağın hiç aklıma gelmezdi. (hızlı)
- Bir daha yüzünü görmek istemiyorum senin. Defol karşımdan. (hızlı)
- Bu derece iyi bir insanı ömrümde görmedim. (yavaş)
- Dikkat et ! Arabaya çarpacaksın ! (hızlı)
-İçeri girebilir miyim? (yavaş)
Güzel Konuşma&Etkili İletişim
Diksiyon
Güzel ve etkili konuşmada diksiyon (söyleniş-telaffuz-pronounciation) yani seslerin doğru çıkarılması son derece
önemlidir. Fonetik bilgisi seslerin çıkarılışını inceler. Diksiyon ise buna ek olarak daha geniş bir kapsamda, ses
organlarının doğru sesleri çıkarabilecek şekilde eğitilmeleri üzerinde odaklanır. Bu yönüyle diksiyon önemli ölçüde
fonetiğe dayanır. Ancak biz bu bölümde konunun fonetik yönü üzerinde ayrıntılı durmayacağız.
Türkiye’de seslerin çıkarılmasında yörelere göre farklılık vardır. Ancak güzel seslendirmede daha çok İstanbul ağzı
esas alınır. Seslerin gerektiği gibi çıkarılabilmesi için ses aletlerinin- gırtlaktan başlayarak dil, dudaklar, çene ve
buruna kadar tüm ses aletlerinin eğitilmesi gerekir. Bu çerçevede aşağıda çeşitli alıştırmalar yer alacak.
Alıştırmaları yaparken ses çıkışlarını netleştireceğiz. İyi boğumlanma yani heceleri netleştirerek seslendirebilmek
için dudak tembelliğini ortadan kaldırmamız gerekir. Sesleri ses organlarını abartılı kullanarak çıkaralım. Aşağıdaki
doküman dört bölümden oluşmuştur: Birinci bölüm ses organlarının eğitimine ilişkin alıştırmalar; ikinci bölüm, sesli
harflerin çıkarılışı; üçüncü bölüm sessiz harflerin çıkarılışı ve kullanımını anlatmaktadır. Dördüncü bölüm ise sesli ve
sessiz harflerin cümle içinde karışık şekilde kullanımına ilişkin alıştırmalardan oluşmaktadır.
Bu alıştırmalarda verilen örnek cümle veya hecelerin bıkmadan ısrarla tekrar tekrar seslendirilmesi gerekir. Bu
çalışma sürdürüldükçe seslerin ağızdan akarcasına çıkmaya başladığını, başlangıçtaki zorlanma veya tutukluğun
ortadan kalktığını göreceksiniz.
Diksiyon sesin güzel çıkmasını ve sözlerin doğru seslendirilmesini amaçlayan sanatın adıdır. Diksiyon bu yönüyle
ses ve söz üzerinde odaklanmıştır. Sözün içeriğinin kodlanması yani etkili iletişim diksiyon sanatının dışında kalan
bir konudur. Ancak konu üzerinde oluşturulan eserlerde bir karmaşanın mevcut olduğunu da itiraf edelim.
Kitabınızın diksiyon bölümünde diksiyonun temel öğeleri üzerinde durulmuştur. Bu öğeler söyleniş-fonetik,
boğumlanma, vurgu, durak ve ulamadan oluşmaktadır. Fonetik seslerin doğru çıkarılmasıyla ilgilenen bir alandır.
Boğumlanma, seslerin birbiri ardına tam ve tok şekilde kaybolmadan çıkarılması alanıyla ilgilenir. Vurgu,
söylemedeki monotonluğun kırılmasını sağlayan, her dilde kendine özgü gelişen bir telaffuz konusudur. Yazı
noktalaması ve duraklarıyla konuşma noktalaması veya durakları birbirinden farklı olabilmektedir. Durak bölümü, bu
sorunun çözümünü amaçlamaktadır. Ulama çalışmalarına gelince, bu çalışmalar kelimeler arasında uyumlu geçişler
sağlamayı amaçlamakta ve dilin doğal kurallarından yararlanmaktadır.
Söyleniş-Fonetik
10
Söyleniş bölümünde sesli ve sessiz harfleri ayrı ayrı inceleyeceğiz. Türkçe’de 8 adet sesli ve 21 adet sessiz harf
vardır. Sesli harfleri “ünlü”, sessiz harfleri de “ünsüz” kelimesiyle tanımlayacağız. Türkçe’mizdeki ünlüler “a, e, ,ı, i, o,
ö, u, ü”den oluşur. Ünsüzler ise “b, c, ç, d, f, g, ğ, h, j, k, l, m, n, p, r, s, ş, t, v, y, z” den oluşur. Söyleniş bölümünde
ünlü ve ünsüz harflerin fonetiğini öğreneceğiz. Aşağıda konular hem anlatılmış hem de gerekli alıştırmalar birlikte
verilmiştir.
ALIŞTIRMA: FONETİK
Ünlüler
A
Konuşma dilimizde birbirinden ayrı söylenen iki (a) vardır. Bunlardan biri (kalın a) diğeri de (ince a) dır. Her iki (a)
bazen uzun, bazen kısa okunabilir. Bu iki (a) yı söylerken birbirinden ayırt etmek için (ince a) nın üzerine şu ( ^ )
işareti koyarak gösterelim.
Kalın A
Şu şekilde söylenir: Dil doğal duruşunu değiştirerek ortaya doğru biraz yükselir, dudaklar hareketsiz, yanaklar
gevşek ve çeneler açık. aaa aaaa aaaa
Elâlem ala dana aldı ala danalandı da biz bir ala dana alıp aladanalanamadık. Akrabanın akrabaya akrep
etmez ettiğini. Ağlarsa anam ağlar, kalanı yalan ağlar.
İnce A
(Kalın a) ya oranla daha ileriden söylenen bir ünlüdür. Dilimize geçen yabancı kelimelerden gelmiştir. Bu kelimelerin
başında, ortasında ve sonunda bulunur. Örnek: lâla, lâstik, hâl. hâlbuki, lâf, lâkırdı, lâle, lâl, kâse, lâle, lânet,
lâzım, kâzım, kâtip gibi.
Lâla lâtif lâleli lâmbasını lâcivert lâke lâvabodan nâzik, nâdide şefkâte verdi.
Uzun A
Bunu da (â) şeklinde gösterelim :
Önek: Nâne, nâdir, nâme, câhil, câhit, seyahât, sâdık, sâbit, kâtil, nâzik târih, mâvi, hâttâ, hârf, dikkât, şefkât,
kabahât, sıhhât, nâmus, nâne, nâsihat,
E
Konuşma dilimizde birbirinden ayrı söylenen iki (e) vardır. Bunlardan biri (açık e) diğeri de (kapalı e) dir. Bu iki (e) yi
söylerken birbirinden ayırt etmek için (kapalı e) nin üzerine şu (') işareti koyarak (açık e) den ayıralım. eee eeee
eeee
Açık E
(Açık e) şu şekilde söylenir: Çeneler (a) ünlüsünde olduğu gibi, dil ileri doğru yükselir. Kelime başında, ortasında ve
sonunda bulunur. Örnek: Eş, sen, sene- Edebi edepsizden öğren: Ekmeği ekmekçiye ver, bir ekmek de üste
ver: Evlinin bir evi, evsizin bin evi var. - Bir elin nesi var, iki elin sesi var. - Sen dede ben dede bu atı kim
tımar ede.
Kapalı E
(Kapalı e) şu şekilde söylenir: dudak kenarları kulaklara doğru biraz yaklaşıp çeneler hafifçe sıkılır.
Gece penceredeki benekli tekir kedi tenceresindeki eti yedi.
I
11
Şu şekilde söylenir: Çıkış noktası damağın arka kısmındadır. Dudakların köşesi kulaklara doğru açılır. Dil damağın
arkasına doğru toplanarak dar bir geçitten havayı bırakır. Dilimizde (ı) ünlüsü kelime başında, ortasında ve sonunda
bulunur. Örnek: Isı, ıslık, ılıcalı ıııı ııı ııııı
- Ihlamuru ısıt: Tıkır tıkır: Mırıl mırıl: Şıkır şıkır. Yığın yığın, kıpır kıpır, gıcır gıcır, ıslak ıslak, pırıl pırıl, fırıl fırıl,
zırıl zırıl.
İ
Şu şekilde söylenir: Çıkış noktası damağın ön kısmındadır. Dudakların köşesi kulaklara doğru açılır, dil damağın iki
yanına dayanarak dar bir geçitten havayı bırakır. Kelime başında, ortasında ve sonunda bulunur. Örnek: İz, dil, izci
iii iiiii iiiii
İki dinle bir söyle- iki el bir baş içindir.
Dilimizde süresi uzun olan (i) lere rastlanır:
İcat, biçare, bitap, bitaraf, veli, fenni, fiziki, cani, hayati, nihai, fuzuli, deruni
O
Konuşma dilimizde kalın ve ince olmak üzere iki ayrı O vardır.
Kalın O
Çeneler açık, dudaklar birbirine yakındır ve ağız içi yuvarlaktır. Kelime başlarında sık rastlanır. Örnek: Ot, ova,
ocak, olmak, ordu, oda, orman, ortak, bando, banyo, biblo, bono, fiyasko, tango, solo, fono, foto, radyo,
stüdyo, şato, tempo, vazo, Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz. oooo oooo ooo
İnce O
Biraz daha ileriden daha az yuvarlak yapılarak söylenir.
Lobutları loş locasında notalıyan normâl lort losyoncusunun lokantasında nohutları lokumlarla karıştırdı.
Ö
Çeneler ve dil (açık e) ünlüsünde olduğu gibidir. dudakların alt ve üst köşeleri birbirine yaklaşıp ağız küçük bir
yuvarlak gibi olur. (ö) ünlüsü çoğunlukla kelime başında bulunur. ööö ööö öööö
Örnek: öbek, öc, ödenek, ödünç, ödeşmek, ödev, öfke, öğrenmek, öğrenim, öğretim, öğünmek, öğüt, ökçe,
öksürük, örs
- Ölenle ölünmez. - Ölüm kalım bizim için. - Önce düşün. sonra söyle. - Öfkeyle kalkan zararla oturur.
U
Konuşma dilimizde birbirinden ayrı söylenen iki (u) vardır. Bunlardan biri (kalın u) diğeri de (ince u) dur.
Kalın U
Çeneler açık, dudaklar birbirine iyice yaklaşık ve ağız tam bir küçük yuvarlak olur. Örnek: Uç, ucuz, uçak, uçurum,
uykucu, ulu uuu uuu uuu
Unkapanı uğradığı uğursuzluktan upuzun uzandı.
İnce U
(Kalın u) ya oranla daha ileriden söylenir. Ünlüsü çoğunlukla yazıda (ü) ünlüsü ile gösterilir. Örnek: Rûya, rûzgâr,
hûlya, gûya, lûzûm, lûtfen, lûgat, nûr, nûmara, Nûri,
12
Gûya Hûlya rûyasında Lûtfi'ye nûmaralı nûtuk söyliyerek lûtfetmiş.
Ü
Çeneler ve dil (açık e) ünlüsünde olduğu gibidir. Dudakların alt ve üst köşeleri birbirine iyice yaklaşır ve büzülür. (ü)
ünlüsüne dilimizde kelime başında, ortasında ve sonunda sık rastlanır. Örnek: Üç, üçgen, üçlü, üçüz, üflemek,
ülker, ülkü, ün, ünlem, ünlü, üreme, ürkek ,ürpermek, üzüm, üstün, üşenmek, ütü üüü üüü
- Üzüm üzüme baka baka kararır. -Ülker üzüntüden üzüm üzüm üzüldü. -Ürümesini bilmeyen köpek, sürüye
kurt getirir.
Ünsüzler
B
Dudakların birleşip açılmasıyla meydana gelir. Kelimenin başında veya ortasında bulunur. Kelime başında örnek:
Baş, boş, bıçak, biber Kelime sonunda (p)ye dönüşür. Örnek: Kitap, kap, hesap, çorap. Ancak kelime sonunda
ünlü bulunursa eski konumuna döner: Örnek: Kitabı, dolabı, kabı, hesabı
Gerçekte (p) ile biten kelimeler ise değişmezler. Örnek: sap-sapı, çöp-çöpü, top-topu, tüp-tüpü, küp-küpü,
kulp-kulpu, hap-hapı,
Bi Be Ba Bo Bu Bö Bü Bı Bip Bep Bap Bop Bup Böp Büp Bıp
Bil Bel Bal Bol Bul Böl Bül Bıl Bir Ber Bar Bor Bur Bör Bür Bır
Bit Bet Bat Bot But Böt Büt Bıt Bis Bes Bas Bos Bus Bös Büs Bıs
Babasının benekli bıldırcını bitişik bostanda böceklerden bunalarak büzüldü.
C
Dişler birbirine yaklaşık, dil ucu dizlerin ön kenarına yayılmış, alt çene aşağı düşerek çıkar. Örnek: Cam. caba,
cacık, coşkun, cömert, cüce, cümle. Kelime sonunda (ç) olur.
Ci Ce Ca Co Cu Cö Cü Cı Cip Cep Cap Cop Cup Cöp Cüp Cıp
Cik Cek Cak Cok Cuk Cök Cük Cık Cit Cet Cat Cot Cut Cöt Cüt Cıt
Cambaz Cevat cılız cimri coşkunla cömertliğe cumbada cüret ettiler.
Ç
C harfinden biraz daha sert olarak çıkar. Çıkış biçimi aynıdır.
Çi Çe Ça Ço Çu Çö Çü Çı İç Eç Aç Oç Uç Öç Üç Iç
Çip çep Çap Çop Çup Çöp Çüp Çıp Tiç Teç Taç Toç Tuç Töç Tüç Tıç
Piç Peç Paç Poç Puç Pöç Puç Püç Pıç Şiç Şeç Şaç Şoç Şuç Şöç Şuç Şüç Şıç
Çardaklı çeşmedeki çırak, çiçekleri, çorbanın çöreğini ve çuvalları çürüttü.
D
Dilin damağın ön kısmına üst diş köklerine dokunmasıyla çıkarılır.
Örnek: Dam, dal, dar, dış, diş, dadı, dede, deney,-demir,
Kelime sonunda (t) olur. Yalnız anlamlan ayrı olup söylenişleri benzeyen bir kaç kelimeyi birbirinden ayırmak için (d)
olarak yazılır. Örnek: Ad (isim), at (hayvan), od (ateş), ot (bitki), had (derece), hat (çizgi)
13
Di De Da Do Du Dö Dü Dı Dip Dep Dap Dop Dup Döp Düp Dıp
Dik Dek Dak Dok Duk Dök Dük Dık Dit Det Dat Dot Dut Döt Düt Dıt
Dir Der Dar Dor Dur Dör Dür Dır Diz Dez Daz Doz Duz Döz Düz Dız
Davulcu dede dışarlıklı dikişçiyi dolandırırken dönemecin duvarından düştü.
F
Üst kesici dişler alt dudağın üstüne dokunup açılmasıyla çıkarılır. Dilimizde çoğunlukla kelime başında, pek seyrek
olarak da ortasında ve sonunda bulunur. Örnek: Fal, fil, fakat, falaka, falanca, faraş, felek, ferman, fasafiso,
federasyon, felâket, felç, fevkalâde, frak, fitre, film·, fayans, fötr, fonojenik, futbol, füze
Fil Fel Fal Fol Ful Föl Fül Fıl Fit Fet Fat Fot Fut Föt Füt Fıt
Fip Fep Fap Fop Fup Föp Füp Fıp Fif Fef Faf Fof Fuf Föf Füf Fıf
G
Dil sırtının damağın gerisini, bir de damağın daha ön kısmını kapatmasıyla meydana gelir. Örnek: Gaga, gagalamak,
gam, galiba, gar, garaj, gargara, gazete, gelincik, göçmen, gölge, gönye, görev, güzellik.
(G) ünsüzünün iki çıkış noktası vardır. İnce ünlülerle damağın ön kısmından çıkar. Örnek: Gâh, gel, gör, git, gûya,
güç. Kalın ünlülerle damağın gerisinden çıkar. Örnek: Gar, gıcık, gocuk, guguk, gibi.
Gi Ge Ga Go Gu Gö Gü Gı Gik Gek Gak Gok Guk Gök Gük Gık
Gip Gep Gap Gop Gup Göp Güp Gıp Gif Gef Gaf Gof Guf Göf Güf Gıf
Gil Gel Gal Gol Gul Göl Gül Gıl Gir Ger Gar Gor Gur Gör Gür Gır
Galip Geyvede gır gır giden gocuklu göçmen gururluya güldü.
Ğ
Dilimizde varlığını ancak kendinden evvel gelen ünlünün süresini uzatmakla hissettirir. Kelime başında bulunmaz, iki
ünlü arasında ise ikili ünlü meydana getirir. Örnek: Boğaz-boaz, doğal -doal, yoğurt - yourt
Konuşma dilimizde bazan y ve v seslerine döner. Örnek: Eğer-eyer, diğer-diyer, soğuk-sovuk
Ği Ğe Ğa Ğo Ğu Ğö Ğü Ğı Ğir Ğer Ğar Ğor Ğur Ğör Ğür Ğır
Ğip Ğep Ğap Ğop Ğup Ğöp Ğüp Ğıp Ğil Ğel Ğal Ğol Ğul Ğöl Ğül Ğıl
H
Bir soluk harfi olup ağzın (kalın a) ünlüsünü çıkardığı durumla meydana gelir. Örnek: Habbe, haberci, haber,
hacamat, hacı, hacıyatmaz, hadde, hademe, hafız, hafif, hafta, hakiki, hakir, hâlbuki, hallac, hassâs, hece, hımhım,
hipnotizma, hokkabaz, hulâsa, hulyalı, hüner, hücum, hücre, hüviyet,
Hi He Ha Ho Hu Hö Hü Hı Hih Heh Hah Hoh Huh Höh Hüh Hıh
Hip Hep Hap Hop Hup Höp Hüp Hıp Hit Het Hat Hot Hut Höt Hüt Hıt
Hil Hel Hal Hol Hul Höl Hül Hıl Hir Her Har Hor Hur Hör Hür Hır
Habeş hemşire hırkalı hizmetçi hoppa hödüğe hurmaları hürmetle sundu.
J
14
Dişler birbirine, dil sırtı da katı damağa yaklaşır, havanın dil ortasından sızmasından meydana gelir. Örnek: Jale,
Japon, jandarma, jambon, jelâtin, jeoloji, jeolog, j jest, jilet, jübile, jüri.Halk arasında (j) ünsüzünün (c) olduğu görülür.
Örnek:Japon- Capon, jandarma - candarma, panjur = pancur, jurnalcı = curnalcı,
Ji Je Ja Jo Ju Jö Jü Ji Jij Jej Jaj Joj Juj Jöj Jüj Jıj
Jir Jer Jar Jor Jur Jör Jür Jır Jil Jel Jal Jol Jul Jöl Jül Jıl
Jip Jep Jap Jop Jup Jöp Jüp Jıp Jis Jes Jas Jos Jus Jös Jüs Jıs
Japon jeolog jiletini jurnalıyle jüriye verdi.
K
Dil sırtının damağın gerisini, bir de damağın daha ön kısmını kapatmasıyla meydana gelir. İnce ünlülerle damağın ön
kısmından kalın ünsüzlerle ise arka kısmından çıkar. Örnek1: Kel, kir, kör, kâtip kâhya, Örnek2: Kaba, kaya, kaçak,
kadastro, kadın kadife, kalp, kal
Ki Ke Ka Ko Ku Kö Kü Kı Kik Kek Kak Kok Kuk Kök Kük kık
Kil Kel Kal Kol Kul Köl Kül Kıl Kir Ker Kar Kor Kur Kör Kür Kır
Kip Kep Kap Kop Kup Köp Küp Kıp Kit Ket Kat Kot Kut Köt Küt Kıt
Kara ketenlik külahlı kuş kara kediyi yedi
L
Dil ucu damağın ön kısmına(lale), bir de daha gerisine(olay) dayanır, hava dilin yanlarını titreterek sızar. Örnek:
lâbirent, lâboratuvar; lâcivert; lâçka, lâdes, lâf, lâkap, lâhana, leylâk, leziz, limon, lise, litografya, liyakat, löca, lödos,
lökanta, lokma, lökomotif, lösyon, löş,
Li Le La Lo Lu Lö Lü Lı Lil Lel Lal Lol Lul Löl Lül Lıl
Lir Ler Lar Lor Lur Lör Lür Lır Lip Lep Lap Lop Lup Löp Lüp Lıp
Lit Let Lat Lot Lut Löt Lüt Lıt Lin Len Lan Lon Lun Lön Lün Lın
(L) ünsüzü bazı kelime ortalarında ve sonlarında kaybolur, Örnek: Nası şey = nasıl şey, kak ordan = kalk ordan, Adi
konuşmada (r) ünsüzünün (l) olduğuna sık rastlanır. Buna (Leleşme) denir.Önek: Birader-bilâder, Berber-belber,
servi - selvi, serbest = selbes, bâri = bâli, diye= diyelek, kerli ferli = kelli felli, zemberek -zembelek, merhem -
melhem, terlik = tellik, amerikan = amelikan
M
Dudakların birleşip açılması ve damağın hafif alçalmasıyla meydana gelir. Dilimizde kelime başında, ortasında ve
sonunda bulunur. Örnek: Maalesef, macera, maç, madalya, maalmemnuniye, maarif, modern, mücevher, madenî,
manzume, müzakere, mütemmim
Mi Me Ma Mo Mu Mö Mü Mı Mip Mep Map Mop Mup Möp Müp Mıp
Mir Mer Mar Mor Mur Mör Mür Mır Mil Mel Mal Mol Mul Möl Mül Mıl
Min Men Man Mon Mun Mön Mün Mın Mim Mem Mam Mom Mum Möm Müm Mım
Muhallebici melankolik Mısırlı Mirza modern mösyöyle Muradiyede müzik dinledi
N
Dilin damağın ön kısmına, diş köklerine dayanıp açılmasıyla meydana gelir: Dilimizde kelime başında, ortasında ve
sonunda bulunur. Örnek: Nasır, nadan, nadide, nafaka, nafile, naftalin, nakil, nakit , nal nalbant, namaz, namus,
nankör, narin, narkoz, nâsihat, nâzım, nazik, nesir, nezaket, nilüfer, nisan
15
Ni Ne Na No Nu Nö Nü Nı Nip Nep Nap Nop Nup Nöp Nüp Nıp
Nil Nel Nal Nol Nul Nöl Nül Nıl Nir Ner Nar Nor Nur Nör Nür Nır
Nim Nem Nam Nom Num Nöm Nüm Nım Nin Nen Nan Non Nun Nön Nün Nın
Namlı nane nini nini naneleri numaraladı
P
Dudakların birleşip açılmasıyla ve açılma sırasında dışarıya hava fırlamasıyla meydana gelir. Dilimizde kelime
başında, ortasında ve sonunda bulunur. Örnek: Paça, paçavra, paket, pala, palamut, panorama, pansiyon,
pantolon, papatya, paragraf, paramparça, paraşüt, paratoner, parazit, patinaj, pedagoji, plak, plaka, plan,
planör, politika, porselen, porsiyon, program, projeksiyon, protesto, psikoloji,
Pi Pe Pa Po Pu Pö Pü Pı Pip Pep Pap Pop Pup Pöp Püp Pıp
Pil Pel Pal Pol Pul Pöl Pül Pıl Pir Per Par Por Pur Pör Pür Pır
Pit Pet Pat Pot Put Pöt Püt Pıt Pis Pas Pos Pus Pös Püs Pıs
Palavracı peltek pısırık pişkin poturlu porsuk pulcu püskürdü.
R
Dil ucunun yukarıdaki kesici dişlere yakın noktayla meydana getirdiği kapağın bir çok defa açılıp kapanmasıyla
meydana gelir. Kelime başında bulunan (R) kolay söylenir. Fakat kelime sonlarındaki (R) ünsüzlerine önem
verilmezse anlaşılması güç olur. Örnek: Rabıta, radyatör, radyografi, rahat, roket, raket, ramazan, randevu
raptiye, rol, reçete, rehber, rehin, rejisör, rakip, reklâm, rekor, repertuvar, reverans, rezonans, riyakâr,
romatizma, rota, rozet, röportaj, rûya, rûzgâr,
Ri Re Ra Ro Ru Rö Rü Rı İr Er Ar Or Ur Ör Ür Ir
Rir Rer Rar Ror Rur Rör Rür Rır Tir Ter Tar Tor Tur Tör Tür Tır
Fri Fre Fra Fro Fru Frö Frü Frı Gri Gre Gra Gro Gru Grö Grü Grı
Radyolu ressam Ramis Rasimin romanıyla röportaj yaptı
S
Dudaklar açıktır, dilin ucu alt diş köklerine yaklaşır ve hava dilin arasından tonsuz olarak sızar. Dilimizde kelime
başında, ortasında ve sonunda bulunur. Örnek: Sap, saat, sabah, sabotaj, saman, servis sıska, seksek senaryo,
stüdyo, spiker, smokin, hassas, kasa gibi...
Si Se Sa So Su Sö Sü Sı Sil Sel Sal Sol Sul Söl Sül sıl
Sir Ser Sar Sor Sur Sör Sür Sır Sis Ses Sas Sos Sus Sös Süs Sıs
Siş Seş Saş Soş Suş Söş Suş Sış İsi Ese Asa Oso Usu Ösö Üsü Isı
Sandıklıda sepetleri sıralı simitçi sofrada sökülen sucukları süpürdü
Ş
Dişler birbirine, dil sırtı da katı damağa yaklaşır, hava dilin ortasından çıkar. Örnek: şantaj, şantiye, şafak, şahin,
şakşakçı, şimendifer, şimşek, şarapnel, şarjör, Şifre, şövale, şüphe, şölen,
Şi Şe Şa Şo Şu Şö Şü Şı Şil Şel Şal Şol Şul Şöl Şül Şıl
Şir Şer Şar Şor Şur Şör Şür Şır Şis Şes Şas Şos Şus Şös Şüs Şıs
Şiş Şeş Şaş Şoş Şuş Şöş Şüş Şış Şiz Şez Şaz Şoz Şuz Şöz Şüz Şız
16
Şamlı şemsek şimşir şafak şakşaklandı
T
Dilin damağın ön kısmına diş köklerine dayanıp açılmasıyla meydana gelir:. Dilimizde kelime başında, ortasında ve
sonunda bulunur. Örnek: Tabak, taban, tabela, tablet, tablo, talih, tarih, tapu, tatil, teklif, tekzip, telefon,
teleskop, televizyon, telgraf, temenni, tempo, temsil, tentene, tepki, terlik, termos, testere, transatlantik,
transformatör, trapez, titiz, tiyatro, tren, tribün, turp, turnike, tünel,
Ti Te Ta To Tu Tö Tü Tı Tik Tek Tak Tok Tuk Tök Tük Tık
Tir Ter Tar Tor Tur Tör Tür Tır Tit Tet Tat Tot Tut Töt Tüt Tıt
Tis Tes Tas Tos Tus Tös Tüs Tıs Tiş Teş Taş Toş Tuş Töş Tüş Tış
Tatar tepsici tıknaz titiz Tosun tömbekici tulumbacıyla tütün tüttürdü.
V
Üst kesici dişler alt dudağın üstüne dokunur. Dilimizde kelime başında, ortasında ve sonunda bulunur. Örnek: Vade,
vadi, vagon, vahşi, vakit, vantilâtör, vapur, varil, varis, vasiyet, velvele, vergi, vestiyer, vesvese,
Vi Ve Va Vo Vu Vö Vü Vı Viv Vev Vav Vov Vuv Vöv Vüv Vıv
Vil Vel Val Vol Vul Völ Vül Vıl Vir Ver Var Vor Vur Vör Vür Vır
Vis Ves Vas Vos Vus Vös Vüs Vıs Viş Veş Vaş Voş Vuş Vöş Vüş Vış
Velveleli vasi vesvese vadide vagon verdi
Y
Dil ortasıyla ön damak arasından çıkar. Dilimizde kelime başında ortasında ve sonunda bulunur. Örnek: Yaba,
yaban, yağmur, yalan, yamyam, yankı, yan, yarış, yaz, yaş, yangın, yayan, toy, çay
Yi Ye Ya Yo Yu Yö Yü Yı Yiy Yey Yay Yoy Yuy Yöy Yüy Yıy
Yil Yel Yal Yol Yul Yöl Yül Yıl Yir Yer Yar Yor Yur Yör Yür Yır
Yis Yes Yas Yos Yus Yös Yüs Yıs Yiz Yez Yaz Yoz Yuz Yöz Yüz Yız
Yalvaçlı yelpazeli yıldız yirmi yoksul yörükle yumurtalarını yükledi.
Z
Dilin ucu alt diş köklerine yaklaşır, hava dilin arasından tonlu olarak çıkar. Kelimelerin başında, ortasında ve
sonunda bulunur. Örnek; Zafer, zahire, zahmet, zakkum, zalim, zaman, zambak, zamk, zar, zarar, zarf,
zemzem, zenci, zerdali,
Zi Ze Za Zo Zu Zö Zü Zı Zip Zep Zap Zop Zup Zöp Züp Zıp
Zil Zel Zal Zol Zul Zöl Zül Zıl Zir Zer Zar Zor Zur Zör Zür Zır
İzi Eze Aza Ozo Uzu Özö Üzü Izı Ziş Zeş zaş Zoş Zuş Zöş Züş Zış
Boğumlanma
Ünlü ve ünsüz sesleri tam bir belirginlikte seslendirebilenler sağlam boğumlanma yaparlar. Boğumlanma
yeteneğimizin gelişmesi için ses organlarımızın zorlandığı tekerlemeleri bol bol seslendirmemiz sorumuzu
çözmemize yeterli olacaktır. Aşağıda önce ünlaler ve ardından ünsüzlerin esas alındığı tekerleme örnekleri
verilmiştir. Bu tekerlemeleri hatasız ve çok rahat okuyabilecek şekilde tekrar etmelisiniz. Boğumlanma yeteneğinin
gelişimi için her türlü metnin bol bol okunmasını tavsiye ediyoruz.
17
ALIŞTIRMA: BOĞUMLANMA
Ünlüler
(A) Abana'dan Adana'ya abarta abarta apar topar ahlatla ağdalı avuntucu ahmak Ahmet'in avandanlıklarını
aparanlardan Acar Abdullah ile akıllı Abdi akşam akşam bize geldi. Al bu takatukaları, takatukacıya takatukalatmaya
götür. Takatukacı takatukaları takatukalamam derse takatukacıdan takatukaları takatukalatmadan al getir.
(ı) Iğdır'ın ığıl ığıl akan ılıman ırmağının kıyıları ıklım tıklım ılgın kaplıdır.
(o) Okmeydanı'ndan Oğuzeli'ne otostop yap; Oltu'da volta at, olta al; Orhangazi'de Orhanelili Orhan'a otostopluk
öğret; sonra da Osmancıklı Osman'a otoydu, totoydu, fotoydu, dök!
(u) Uluborlulu utangaç Ulviye ile Urlalı uğursuz Ulvi uğraşa uğraşa Urfa'daki urgancılara uzun uzun, ulam ulam urgan
sattılar.
(i) Ibibiklerin ibiklerini iyice iyileştirmek için Istinyeli istifçi Ibiş'in istif istiridyeleri mi, yoksa, Iskilipli Ispinoz işportacı
Ishak'ın işliğindeki ibrişimleri mi daha iyi, bilemiyorum. İbişle Memiş, mahkemeye gitmiş, mahkemeleşmiş mi,
mahkemeleşmemiş mi?
(e) Eğer Eleşkirtli eleştirmen Eşref ile Edremitli Bedri'yi Eğe'nin en iyi eğercisi biliyorlarsa, ben de Ermenekli Erdem
Ergene'nin en iyi elektrikcisidir derim.
(ö) Özbezön'ün özbeöz Ödemişli öngörülü öğretmeni Özgüraslan ile Özgüluslan özellikle özerk ön öğretimde
öylesine özverili, övünç verici ve övgüye değer kişiler ki, hani tüm öğretim örgütleri içinde en özgün örnek onlardır
diyebilirim.
(ü) Ürdünlü ûnlü üfürûkçü Üryani, Ünye, Üsküdar, Ürgüp üzerinden ûlküdeşlerine üstüpü, üstübeç, üvez, üzûm,
üzengitaşı ve üzünç götürürken, Üveyik'ten ürûyerek, ûvendirelerini sürüyerek yürüyen ûçkağıtçı ütücülerin ürkûntü
ûreten ünü batasıca ünlemleriyle ürküverdi.
Ünsüzler:
(f) Farfaracı Fikriye ile favorili fasa fiso Fahri Fatsalı Fatma'yı görünce, fesleğenci feylesoy Feyyaz'ı, fındıkçı
Ferhunde'yi anımsayarak feveran ettiler. Felemenkte Felemenklerin Felemenkçe mi konuştuklarını düşûne düşüne
fertliği çektiler.
(p) Pohpohçu pinti Profesör pofur pofur pofurdayarak hınçla tunç çanak içinde punç içip pûlverizatör prospektüsünû
papazbalığı biblosunun berisindeki papatpa buketinin bu yanına bıraktıktan sonra pâlas pandıras Pülümürle
Pötürgeden getirdiği pörsük pötikare pöstekiyi Paluluların Pıtırcık pazarında partenogenes pasaparolası ile pertavsız
pervasız pervaz peysajını ve peronospora pestenkerani pestilini posbıyıklı pisboğaz pedegoga Pınarbaşında beş
etti.
(m) Marmara'daki Karmarisli mermerciler mermerciliği meslek edinmişler, ama Mamak'taki mamacılar
manyetizmacılıkla marmelâtçılığı meslek edinememişler.
(v) Vırvırcı Vedia ile vıdı vıdıcı Veli velinimeti vatman Vahit e vilâyette veda edip Vefâ ya doğru vaveylâsız, velevasız
velespitle volta vururlarken voleybolcu Vatran virtüöz Vicdanî ve Viranşehirli vatansever viyolonselist Vecibe ile
karşılaştılar.
(b) Babaeskili babacan Bahri Beberuhi Bedri ile bıyıksız bıçkıcı bıngıldak Bahir'in Bigadiç'teki bonbon bonmarşesine
varmışlar, o adadakilerin yüzlerine bön bön bakarak, büyülü büyük buhurdanlığı buğulu buğulu boşaltıp bomboş
bırakmışlar, sonra da Bodrumda gözden kaybolmuşlar.
(s) Sazende Şazi ile zifoz Zihni zaman zaman sizin sokağın sağ köşesinde sinsi sinsi fiskoslaşarak sizî zibidi Suzi'ye
sonsuz ve sorumsuz sorgun ederler. Sason'un susuz sazlıklarında badece soğanla sarmısak yetişebileceğini
söyleyen Samsunlu sebzecilerin sözüne sizler de sessizce ve sezgilerinize sığınarak inanabilirsiniz.
(ş) Şavşatlı Şaban, Şarkışlalı şipşakçı Şekip, Şişhaneş'den şeytankuşunu, şiş şiyeyi şişlemiş, şiye keşişe şiş demiş.
18
(ç) Çatalağzı'nda çatalsız Çatalcalı çatalcının çarpık çurpuk çalçene Çoruhluya çarptırmasına ne dersin? Çatalca'da
topal çoban çatal yapıp çatal satar, nesi için Çatalca'da topal çoban çatal yapıp çatal satar? Karı için Çatalca'da
topal çoban çatal yapıp çatal satar. Çarık çorap dolak, ben sana çarık çorap dolak mı dedim.
(l) Leyla ile Lalelili Lale'ye leblebi ile likör ikram etmiş. Lüpçüler,1ütfen lüzumlu lüzumsuz lakırdıları bırakın da lüzferle
rızk, rot, rop, rint, ring, ray, radyoaktivite nedir diye konuşun.
(z) Zonguldaklı Zaloğlu Zöhre'nin kızı Zühal zibidi Zeki'ye ziyafet zerketti.
(s, t, z) Sedat Tınaz'ın tasası suratsız teyzesine rastlama sezen sıska sülük tazısını tuz tortusu tütsüsüııe tutmasıydı.
(ş, s) Şu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi, 0rtadaki soğuk su su şişesi.
(c) Cemil, Cemile, Cemal cumaları cilacı cüce Canip'in cicili bicili cumbalı ciltevinde cümbür cemaat cacıklı civcivle
cücüklü cacık yerler sonra da Cebecili cingöz coğrafyacının cinci ciciannesinin cırcırböceğini dinlerler. Ocak
kıvılcımlandırıcılarından mısın, kapı gıcırdatıcılarından mısın? Ne ocak kıvılcımlandırıcılarındanım, ne kapı
gıcırdatıcılarındanım.
(d) Dadaylı dadımın Dodurgalı düdük delisi dedesi diline doladığı dedbebeli dedim dedisiyle dırdırını dilinden
düşürüp de bir kez olsun doya doya düden diyemeden, düdenin dallara doldurduğu doyumlu yemişlerden doyasıya
yiyemeden darıdünyadan göçüp gitti.
(k -i-u) Kilisli kikirik kilimci Kilizmanda'ki kilitli kilisede kimliğini kimseye sezdirmeden kucak kucak kuskuslu
kuşkonmazı kukumav kuşuna, kişiliksiz kulağakaçan kirliğ kirloz kirpiye de Kuşadası'nın kuşhanesindeki kuşbaşlı
kuşbazla birlikte önce kişnişli kuşüzümünû, sonra da Kumla'nın kumlu kumlu kuşkirazını yutturmuş.
(k-ı-i) Kınıklı kılıbık kırpıntı Kıyasettin, Kırımlı kılkuyruk kıtmiri kıkır kıkır kıkırdatarak küskütük küçümen küfeci
külhaniyle külüstür Kürşat'ı külünklü küngür üstüne küttedek devirdi.
Kırıkhandaki kırıkçı kırçıl kargın kırgın kırıkçısı kırmızı kırda kıkır kıkır kıkırdayarak Kırımlı kıkırdakçının kızıl
kırlangıçlarını kışın kırlarda Kırgızlı kırpıntıcı kırışık Kırımtov'un kırıkkıraklarıyla besliyormuş.
(k-o-ö) Koca kokoz kokainman kokorozlana kokorozlana Kazablankalı kozmonota kök, kok, köken, kokot, kök
sökmek, kokoreç, kökmantar, köknar, köçekçe, körkandil, krematoryum, kösnüklük ne demek diye sormuş.
(y) Yalancıoğlu yalıncık yayladığının yahnisini yağsız yiyebilirse de yayladığının yağlı yoğurdundan, Yüksekova'nın
yusyumru yumurta yumurtlayan tavuklarından, bir de yörük ayranıyla yufkasından asla vazgeçemez.
(g) Güneyli girgin gammaz Galip Gavurdağı'nda güpegündüz galeyana gelmiş de Gülgiloğlu Gaziantepli gazup
gazinocuyu Gölköylü gitaristle birlikte Gümüşhane'ye göndermiş. Geçen gece Gemerek'ten Gediz'e gelen Gebzeli
gezginci gizemcilerden gitarist general Genzel, gençlere, gerçekdışılıkla gerçeklik dışı ilişkiler arasında ne gibi bir
geçerlilik gerçekliği olduğunu sordu.
(k, g) Galata kulesi kapısı karşısındaki kuru kahvecinin gıgısı çıkık, dişi kırık, kurbağa kafalı, karakoncolos kalfası
Hakkı karışıklığa getirip kahveye kavruk kakule kırığı kattı.
(h) Hahamhanede hahambaşı hahamı homur homur homurdanır görûnce, hemencecik heyecanlandı, hızlandı,
hoşnutsuz hırçın halhallarla halkaları, halatları hallaçlara verdi.
(b- p- d-y) Batı tepede tahta depo dibinde beytutet eden pullu dede tekkesinden matrut bitli Vedat, dar derede tatlı
duttan dürülü pide yutup pösteki dide dide dört ayda dört türlü derde tutuldu.
(b-p)Bir pirinci birinci buluşta bir inci gibi birbirlerine bağlayıp Perlepe berberi bastıbacak Bedri ile beraber Bursa
bağrına parasız giden bu paytak budala, basası topal Badi'den biberli bir papara yedi.
(b-d) Baldıran dalları ballandırmalı mı, ballandırılmamalı mı? Sonra o bala daldırılan baldıran dalları dallandırılmalı
mı, ballı dalla dallandırılmamalımı?
(t-d) Titiz, temiz, tendürüst dadım; tadını tattığı tere demetini dide dide dağıttı da hiddetinden hem dut dalında takılı
duran dırıltı düdüğünü öttürdü, hem de didine didine dedim dedi, dedim dedi dedi durdu.
19
(t-ç-s) : Ûstü üç taşlı taç saplı üç tunç tası çaldıran mı çabuk çıldırır, yoksa iç içe yüz ton saç kaplı çanı kaldıran mı
çabuk çıldırır? Üç tunç tas has kayısı hoşafı.
(t-k) AI bu takatukaları takatukacıya takatukalatmaya götür. Takatukacı takatukaları takatukalamam derse,
takatukacıdan takatukaları takatukalatmadan al gel.
(l-d-n) Elalem bir aladana aldı aladanalandı da biz bir aladana alıp aladanalanamadık.
(k-r) : Kırk kırık küp, kırkının da kulpu kırık kara küp.
(k-r-d) A be kuru dayı, ne kuru sarı darı bu darı a be kuru dayı?
(b-m-ş) : Ibiş'le memiş mahkemeye gitmiş, mahkemeleşmiş mi, mahkemeleşmemiş mi?
(d-l-t-r-k) Şu karşıda bir dal, dalda bir kartal; dal sarkar, kartal kalkar; kartal kalkar, dal sarkar. Dal kalkar, kartal
sarkar, kantar tartar. Şu karşıdaki kara kuru kavak, karardın mı ey kara kuru kavak, sarardın mı ey kara kuru kavak!
(s-k) Bu yoğurdu sarmısaklasak da mı saklasak, sarmısaklamasak da mı saklasak.
(m-y-l) Bu yoğurdu mayalamalı da mı saklamalı, mayalamamalı da mı saklamalı?
(b-ş-z) Sizin damda var beş boz başlı beş boz ördek, bizim damda var beş boz başlı beş boz ördek. Sizin damdaki
beş boz başlı beş boz ördek, bizim damdaki beş boz başlı beş boz ördeğe : siz de bizcileyin beş boz başlı beş boz
ördek misiniz demiş.
(d-p-k) Değirmene girdi köpek, değirmenci çaldı kötek; hem kepek yedi köpek, hem kötek yedi köpek.
Vurgu
Konuşma sırasında kelimelerin tüm heceleri aynı tonda ve aynı vurgu ile okunmaz. Tüm dillerde kelimelerin farklı
hecelerine vurgu yapılır ve bu vurgular konuşmanın doğallığını oluştururlar. Tek düze ve tek tonda çıkan bir
konuşma akışını düşünün. Bilgisayar makinelerine okutulan konuşma metinlerini dinlemişseniz bu vurgu
monotonluğunu açık bir şekilde gözlemlemişsinizdir. Her dilde kelimelere yapılan vurgu yerleri değişebilir. Burada
Türkçe’de vurguların yerleri konusunda bize yardımcı olacak bazı kuralları aktarıyoruz:
1.Her kelimenin bir hecesi üzerinde mutlaka ses baskısı (vurgu) vardır. Örneğin “heyecan” kelimesinde vurgu son
hecededir.
2.Türkçe’de kural olarak vurgular son hece üzerindedir. İstisnalar hariç kelimeye ekleme yapıldıkça vurgu son
heceye doğru kayar.
hece-- heceler-- hecelerde -- hecelerdeki
3. Bazen vurgu sondan önceki hecelerden birine yapılır. Bu tür istisna durumları aşağıda gösterelim:
--İlk heceye: İl, bölge, semt adları
İl: Ankara, Samsun, Erzurum, İzmir, Konya, Rize, Urfa, Paris, Sofya, Moskova
Bölge: Akdeniz, Marmara, Ege, Karadeniz
Semt: Dikmen, Çankaya, Etlik, Bahçecik, Topkapı
--Ortadaki hecelerden birine: İl, bölge, semt adları
Erzincan, Edirne, Trabzon, Sakarya, Denizli, Anadolu, Keçiören, Duşambe,
--Zarf ve bağlaçlarda ilk heceye:
20
Niçin, ancak, önce, sonra, ayrıca, yalnız, belki, henüz, ansızın, nasıl, hangi
--Türkçe kelimelerin aldığı bazı ekler vurguyu bir önceki heceye kaydırır. Bu ekler: “ ce, le, me/ma, se/sa, im/sin”
“Sence, benimle, okuma, yazdırma, giderse, bilirsin”
4.Dilimizde bulunan Arapça- Farsça kökenli bazı kelimelerde uzun heceler vardır. Uzun seslerde istisna bir durum,
vurgu uzatılan hece üzerinde görünür. Bu kelimeleri öğrenmek gerekiyor. Bu uzatmalar kelimelerin başında,
ortasında veya sonunda olabilir. Bu kelimeler için genel bir kural yoktur. her birinin kendine özel bir vurgusu bulunur.
Bu kelimelerin uzatılan hecelerinin yerine göre vurgu başta, ortada veya sonda bulunur.
Vurgu başta: kâtil, câhil, sâmi
Vurgu ortada: teâmül, mukâbil, hazîne, mücâdele,
Vurgu sonda: Ziyâ, kat’î, denî, zekî, hafî,
5.Türkçe’de “ğ” her zaman, “y” ise bazı durumlarda vurguya benzer bir değişim oluşturur. “Ğ” ünsüzü bulunduğu
hecede kendinden önce gelen ünlünün uzatılmasına yol açar. Aynı uzatma durumu “y” için de geçerlidir. Söz konusu
uzatma seslendirmede vurgu gibi yansımaktadır.(yan yana iki ünlü uzatmayı belirtmek için kullanılmıştır.)
“Ğ” ünsüzü ile: yağmur= yaamur, öğretmen=ööretmen, öğle=ööle, ağabey=aabey, koğmak=koomak
“Y” ünsüzü ile: böyle=bööle, söylemek=Söölemek, öyle=ööle
6.Sert ve gürültülü çıkan bazı ünsüzler vurguyu bulundukları heceye taşırlar. Bunun için söz konusu ünsüzün
hecenin son harfi olması gerekir. Bu ünsüzler “ç, k, p, r, ş, z”
kaçtım, yokmuş, saptı, ordu, şaştı, ezdi
7. Abartı amacıyla kullanılan bazı heceler vurguyu kendi üzerlerine alırlar.
sımsıkı, koskoca, büsbüyük, büsbütün, bambaşka, binbir
ALIŞTIRMA: VURGU
1.Aşağıdaki şiirde kelimeler üzerindeki vurgulu heceler altı çizili -veya koyu olarak- olarak gösterilmiştir. Bu
vurguların özellikleri üzerinde çalışın ve ardından doğru vurguları yaparak metni okuyun.
HAYALİYLE CENNET OLDU BU BATAK
1)
Bir ızdırap verdin bana
İç dedin
Gözlerimden yudum yudum içmişim
Daracık dünyaya saçılmış kalbim
Saçlarımdan püfür püfür dumanlar
Tutam tutam, avuç avuç saçlarım
2)
Bir dağ yaptın yollarımda
Geç dedin
Tepe taklak, baş üstünde geçmişim
Zulüm kustu zalim mahluklar bana
Yüreğim kan, ciğerim alev alev
Parça parça, bölük pörçük yüreğim
3)
Duyguları tek tek dizdin yoluma
Seç dedin
İçlerinde sevgi vardı, kin vardı
Kan doldu gözlerim, kin doldu
Sevsem ateş, sevmesem bin bir ateş
Ezdi beni, yıktı beni aşklarım
4)
Ümitleri kapattın sımsıkıya
Suç dedin
Dağlar ördün aramıza, diken diktin
Delinmez dağ parçaları, aşılmaz bu yol
Ayaklarım delik deşik, kucağımda dağlarım
Yapayalnız, hüngür hüngür ağlarım
5)
Lanet ettim bu karanlık döngüye
Çık dedim
İç döngüler batak gibi, çıkılmaz
21
Al ellerim...Al kan olmuş yüreğim
Bana beni bilen tek Rabbim yeter
Hayaliyle cennet oldu bu batak
Rahmetinde sımsıcacık ellerim
Muhammed Bozdağ
2. Aşağıdaki metinde vurguları doğru tespit ederek metni okuyun.
“Dost FM artık internet ortamında 24 saat hizmetinizde. Orjinal dosyalarımızdan birini bu alanda dinleyebileceğiniz
“Düşünce Mühendisliği” oluşturuyor.
Programcımız Muhammed Bozdağ programlarında genellikle başarı teknikleriyle ilgili konularda odaklaşıyor. “Hoş
Seda”, “Bismihi Subhanehu” gibi programlarından sonra programcımız yeni bir başarı programında sizinle buluşuyor.
Düşünce Mühendisliği
Biliyorsunuz, başarı önce düşüncede başlar. “İnsan ne düşünüyorsa odur.” sözü neredeyse kanunlaşacak derecede
onay ve kabul görmüştür.
Peygamber(asm) “Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten hayırlıdır.” derken düşünceye vurgu yapıyordu. “Akıl
etmez misiniz? Düşünmez misiniz?” gibi sorularla Kur’anın da bizi düşünmeye sevk ettiğini biliyoruz.
İşte bu programda Muhammed Bozdağ birer düşünce uzmanı olmamızı sağlamanın yollarını sunmayı amaçlıyor.
Düşünceye hakimiyetin bir anlamda düşüncenin mühendisi olmak anlamına geldiğini düşünüyor. Birbirinden ilginç
konularıyla “Düşünce Mühendisliği’ni” ilgilerinize sunmaktan sevinç duyuyoruz.”
http://www.dostfm.com sitesinden bir alıntı.
Durak
Söz söylemenin doğallığı çerçevesinde soluk alma ve duraklama yapılır. Soluksuz ve duraklamasız bir konuşma
monoton olduğu kadar anlaşılabilme eksikliği de doğurur. Metinlerin her bölümü, her ibare kendi içinde bir anlam
bütünlüğü taşır. bu anlam bütünlüklerinin açıkça birbirinden ayrılmaları ve birbirleriyle ilişkilendirilmeleri gerekir.
Okuduğumuz metinlerde durak yerleri çeşitli noktalama işaretleriyle gösterilir. Anlam blokları “.”, “,”, “;”, “:”, “-”, “( )”,
gibi işaretlerle gösterilirler. Bazı metinlerde noktalama işaretleri soluk alma ve duraklama için yeterli olabilir. ancak
genellikle konuşma dili ile yazı dili arasında belirgin farklar vardır. Yazı dilindeki durakların konuşma dilinde aynen
kullanılması anlaşılabilirliği zedeleyebileceği gibi pratik olarak da bu mümkün olamayabilir. Şu halde konuşma
sırasında metin akışına göre duraklar oluşturmak zorundayız. Bu duraklar
a) Çok kısa olabilir. Yapılan sadece duraklamadır. Soluk almıyorsunuz, çok kısa duraklıyorsunuz. “Sorun var, ama
çözüm de var.” cümlesinde virgül işaretinden sonra duraklama yapılması gerekir. Ama bu duraklama o kadar kısadır
ki nefes almaya imkan tanımaz.
b)Biraz uzunca olabilir. Bu duraklamalarda soluma yapılmaktadır. Örneğin: “Biz kendimizi başarılı olmaya,
engellerimizi aşmaya adadık. Tüm gücümüzle büyük geleceğimiz için çalışmaya devam edeceğiz.” Burada iki cümle
arasındaki durak biraz uzunca olan ve soluk alınan duraktır.
c)Soluma mümkün olduğu kadar gürültüsüz olmalıdır. Eğer nefesinizi tüketirseniz ani ve gürültülü solumak zorunda
kalırsınız. Özellikle mikrofon karşısında konuştuğunuzda solumanızın tüm gürültüsü dinleyiciler tarafından algılanır.
Soluma gürültüsü dinleyicilerinizi rahatsız eder, konuşmanızı sevimsizleştirir. Solumanın gürültüsüz olmasını
sağlamak için gerekli her imkanı kullanarak mümkün olduğu kadar sık ve küçük hacimli solumalar yapmamız gerekir.
İki önemli terimi iyi anlamalıyız:
Durak: Sadece durduğumuz, soluma yapmadığımız kısa aralardır.
Durak ve Soluk: Hem durduğumuz hem de soluduğumuz biraz daha uzunca olan bir aradır.
Aşağıda konuşma esnasında yapacağımız soluk noktalamalarına ilişkin kuralları veriyoruz:
22
1. Durak ve soluğun mutlaka gerekli olduğu durumlar:
a)Her paragraf arasında, bölüm başlarında sonlarında, bölümler arasında.
b)Tırnak içinde yazılan başkasına ait olan sözlerden önce ve sonra
Örnek: “Bana geldi, ---- “kendimi çalışmaya adadım.”---- dedi.
c)Herhangi bir sorudan sonra veya cevaptan sonra
Örnek: Niçin daha çok çalışmayalım?---- İstersek bunu başarabileceğimizi biliyoruz.
Örnek: Çocuk zeki miydi dersiniz?---- Evet çocuk zekiydi.----Bunu biliyoruz.
2.Durak ve soluğun şart olmadığı ancak mümkün olduğu durumlar:
a) Çok kısa olmayan cümlelerin noktalarında:
İnsanlar heyecanla koşuşturuyorlardı.-- Bir yardımcı arıyorlardı.
b) : ve ; işaretlerinden sonra
Örnek: İki tür tembellik vardır:-- Bedensel tembellik ve zihinsel tembellik.
Örnek: Orada hayvanları görüyordum;-- kuşlar uçuyordu, tavşanlar zıplıyordu, çekirgeler ötüyordu.
c)İki kısa cümle “ve” ile bağlanırsa, “ve” den önce.
Örnek: Bütün gücüyle direnerek ayağa kalkmaya çalıştı --ve sonunda ayağa kalkıp yürümeyi başardı.
d)Cümle başında geçen bütün yön kelimelerinden sonra
“esasen, evvela, bana göre, o halde, çünkü, dolaysıyla, birinci olarak...”
Aslında, --ben de böyle güzel tablolar çizebilirdim.
O halde,-- neden üzerinize düşeni yapmıyorsunuz?
3.Aşağıdaki durumlarda sadece durak noktalaması yapılmalıdır. Soluk alınmaz.
a) Cümle uzunsa özneden sonra
Örnek:Okulumuz--güneşli günlerde üzerinde yürümekten zevk duyacağınız geniş bir yolun öteki ucunda bulunuyor.
b)Tekrarlanan şeylerin ilkinden önce
Örnek:Yıldızların-- Ay'ın, Güneş'in hep aynı mesajı verdiğini görüyorum.
c)Zıtlıkları ayırmak için
Örnek:Okuduğu roman değil-- hikaye kitabı.
d)Parantez veya iki virgül arasından önce ve sonra
Örnek: Bana gelip, --güya üzüldüğünü hissettirerek,-- özür diledi.
Elleriyle tanımaya çalışırken-- (gözleri görmüyor)-- bunun bir vazo olduğunu anladı.
4)Aşağıdaki durumlarda sadece durak noktalaması yapılması mümkündür.
23
a)aynı anlamı taşıyan art arda kelimeleri birbirinden ayırmak için
b)Bir kelimeyi diğerinden ayırmakta yarar varsa
ALIŞTIRMA: DURAK
1. Aşağıdaki metinde durak noktaları Û işaretiyle, durak ve soluma noktaları da Û Û Û işaretiyle gösterilmiştir. Bu
işaretleri dikkate almak suretiyle metni okuyun.
DÜNYA-İNSAN KOVALAMACASI
Dünya, Û bazen insanları hayattan bıktırır, Û derin ıstıraplara boğar. Û Û Û Yaşamaya küsmüş bir yığın
insan vardır çevremizde. Û Û Û
Yüzleri soluktur onların. Û Gülemezler. Û Û Û Kötü görünmemek için Û çevrelerine yansıttıkları
“gülümseyişlerinin” altındaÛ (nefesiniz yetmezseÛ Û Û ) gözlerinden acı ıstıraplar dökülür. Û Û Û Ve
dertleri kendi içlerindedir. Û Û Û Dış yüzlerinin durağanlığının aksineÛ iç dünyaları kar ve çamur yığıntıları
arasında eziktir; Û Û bitmek bilmez fırtınalarla savrulurlar, Û anaforlarla döner dururlar. Û Û Û
Dünyaya uzattıkları elleri koparılmıştır. Û Û Û Ruhlarının dağlar altında ezilmişliğini görmeye
dayanamazsınız . Û Û Û
Suphanallah... Û İnsanÛ kendi elleriyle yüklendiği bu kadar ağırlıkları çekebilecek kadarÛ dayanıklı mı
yaratılmış?.. Û Û Û
Geçenlerde İnebolu’nun fedakar insanlarından muhterem Rasim Sürav’ın huzur verici öğütlerini dinledim. Û
Û Û Büyük bir insandan Û güzel bir söz nakletti: Û Û Û “Dünyanın peşinden gitmedim. Û Dünya benim
peşimden geldi.” Û Û Û
Dünya, Û peşinden koşmayanların peşinden koşarmış; Û (nefesiniz yetmezseÛ Û Û ) peşinden koşanları
da süründürürmüş ardından. Û Û Û Şu dünyaya ve hayata küsen insanlarÛ farkında olmadan “dünya” ve
“dünyalıklar” peşinde koşan insanlar olmasın... Û Û Û
Dünyayı elde edemeyenlerÛ ellerinden gelseÛ dünyayı bir kaşık suda boğmak isterler. Û Û Û Halbuki Û
ancak başkalarına değil Û Yaratıcına kul olana esir olur dünya. Û Dünyaya kul olanı daÛ esir gibi kullanır,
Û ezer. Û
Ne güzel söylemiş peygamber(asm): Û Û Û “Sen dünyada sanki garip imişsinÛ veya yolcu imişsin gibi bir
halde bulun.” Û Û Û Şu dünyanın çirkin yüzüÛ kalplerden sökülüp atılabilseydi. Û Û Û Mecnun, Û kapalı
gözlerle Û Leyla’nın peşinden koşmayı bırakabilseydi. Û Û Û GerçekteÛ sevilmeye layık olanlarÛ
kalplerinin bir yarısını önce Û yaratıcılarına feda edenlerdir. Û Û Û Sevilmeye layık olabilenin sevgisini
kazanmak içinÛ çırpınır dünya. Û Û Û Dünyayı terk eden böyle bir sevgilinin ardından da Û gözyaşı
döker, Û suskunlaşır, Û garipleşir.
Garip olduğunu bilen yolcunun kalbi Û ebedi mekanına doğru ilerler. Û Û Û O zaman Û Jordan’ın dediği
gibiÛ Û Û “Nereye gittiğini bilen kişiye yol vermek içinÛ dünya bir yana çekilir.” Û Û Û
Ya yaşamaya küsmüş, Û gülemeyenÛ soluk yüzlü insanlar... Û Û Û İnleyişleri acı verici. Û Û Û
GönülleriyleÛ garip bir yolcu olmayı kabullenmeyişlerine karşılıkÛ zorla, Û işkenceyle garipleştiriliyorlar.
Û Û Û
Bu zamandaÛ dünyanın peşinden gitmemek zor. Û Û Û “İnsan ruhundan dünyaya açılan menfezler” Û
çok büyük. Û Û Û Akıntısına kapınılan sel, Û topyekün “dünyeviliğe” taşıyor insanları. Û Û Û
Çare yine insanlarda gizli. Û Û Û “Dünyanın peşinde gitmedim. Û Û Û Dünya benim peşimden geldi.” Û
Sözünde gizli. Û Û Û Dünyanın peşinden gitmekÛ kalbin önce dünyayaÛ ve içindekilere çevrilmesidir. Û
Û Û Dünyanın peşinden gitmemekÛ ya da dünyadan kaçmak sözüyleÛ (nefesiniz yetmezseÛ Û Û )
“dağdaki bir mağaraya sığınıp yaşamayı” Û kastetmiyoruz. Û Û Û Mağara da dünyadandır. Û Û Û
24
Dünyanın çirkinliklerinden kaçan, Û tüm ruhuyla Yaratıcısına açılanÛ ve O’na sığınan kimsedir. Û Û Û
Allah’ı sevenÛ elbette dünya ve içindekileri de sever. Û Û Û Çünkü Û Allah’ın sevgisine kavuşan Û
dünyanın da sevgilisi olur. Û Û Û
Böylesi zor mu geliyor? Û Û Û Gülemeyen, Û hayata küsmüş, Û soluk yüzlü bir insan olmak, Û (nefesiniz
yetmezse Û Û Û ) ruhları dağlar altında ezmek, Û kalpleri ihanetlere açmakÛ daha mı kolay? Û Û Û Biz
nedenseÛ yas tutmasını seven bir milletiz. Û Û Û Çoğu zamanÛ ikincisini seçiyoruz. Û Û Û Muhammed
Bozdağ (eski bir denemeden alıntı)
2.Benzeri okumaları bulabildiğiniz herhangi bir metinde sık sık uygulayınız. Önce durak ve soluk noktalarını tespit
çalışması yapınız. Bu noktaları fark ettikçe uygulama yaparak yeteneğinizi geliştiriniz.
Ulama
Diksiyonun özelliklerinden biri de “ulama”dır. Genel olarak tanımlarsak bir kelimenin sonundaki sessiz harfin
ardından gelen kelimenin sesli harfle birleştirilerek seslendirilmesine ulama diyoruz. Ulama söz akışına pürüzsüzlük
ve tatlılık verir. Uygun ulama ile yapılan konuşmalarda veya seslendirmelerde ses bir nehrin akışı gibi sakin ve
düzenli olarak ilerler. Türkçe’de yer alan ulama özelliklerini aşağıda anlatalım:
1.Sessiz harfle biten bir kelimenin son harfi sesli harfle başlayan yanındaki kelimenin ilk harfiyle birleşir.
Yazıda Konuşmada
Ak--şam-- ol--du. Ak--şa--mol--du.
E--lim--den-- al--dı. E--lim-de--nal--dı.
2. Orijinal yapılarında “b,c,d,g” harfleriyle biten kelimeler vardır. Bunlar yalın kaldıklarında “p, ç, t, k”ya dönüşürler.
Yazı dilinde sonlarına ek aldıklarında yumuşak konumlarına dönerler. Örneğin Arapça orijiniyle “kitab” Türkçe’de
“kitap” şeklinde yazılır. Ancak yayına ek aldığında “kitabım” örneğinde olduğu gibi “p”, “b”ye dönüşür. Konuşma
dilinde ise ulama bu kurala paralel olarak aynı kelimeyi bir sonraki kelime ile ilişkilendirir. Yazı dilinde sert olan harf
ulama ile yumuşar.
(Orijinali) Yazı Dilinde İfadesi Konuşma Dilinde İfadesi
(Mahmud) Mah--mut ev--len--di. Mah-mu--dev--len--di.
(Mes’ud) Mes--ut ol--du. Me--su-dol-du.
(Kitab) Ki--tap al--dı. Ki--ta--bal--dı.
3.Türkçe’de kelime sonundaki “k” ünsüzünü, “h” ünsüzü ile başlayan bir kelimenin izlemesi durumunda “h” ünsüzü
düşer. İki kelime birbirine bağlanır.
Yazı Dilinde Konuşma dilinde
Ye--mek ha--ne Ye--me--ka--ne
E--rik ho--şa--fı E--ri--ko--şa--fı
4.Eğer kelimeler arasında durak olursa, kurala uygun olsa da ulama yapılmaz.
Yazı Dilinde Konuşma dilinde
İstiyorum, onu göreceğim İstiyorum, onu göreceğim
Koşuştururken, okulu unuttu Koşuştururken, okulu unuttu.
5:Bazı durumlarda İki ayrı kelimenin tek heceli olan ilkinde bir ünlü düşer ve iki kelime birleşir.
25
Yazı Dilinde Konuşma dilinde
Ne i--çin Ni-çin
Ne a--sıl Na-sıl
Ne ol--du Nol-du
ALIŞTIRMA: ULAMA
1.Aşağıdaki şiirde ulama noktaları altları çizilmek suretiyle gösterilmiştir. Önce bu işaretlerin hangi ulama kuralından
kaynaklandığı üzerinde çalışınız. Ardından bu işaretlere dikkat ederek metni gerekli ulamaları yaparak okuyunuz.
DARACIK MENZİLİMDE BİR AĞACIM VARDI
1)
Daracık bir menzil burası,
Bir avuç kadar dar
Ağaç ol, konuşurum, duy beni yeter
Ayrı dünyamızda olsun, duyarım seni
Yürek olsun sende, sevgi olsun
Olsun, yeşillik yeşersin yerinde
Sen şen ol ağacım, tüm dünya kadar
2)
El pençeyim, mahzunum bugün
Bekleşen ruhlarımızda dolaşan asırların Rüzgarında
Dans ederken engin eğlencelerinde sen
Mahsunum, dostsuzum, yalnızım
Evladım bile unuttu beni, dağlarım unuttu
Kokularını paylaştığım çiçekler şimdi
Ve varlığımı paylaştığım fani “sevdiğim”
Şimdi senin göğsünde şenliği hayatın
Bağrındaki kuşlardan biri de ben değilim
3)
Benim selvimi özlüyorum şimdi
Başımı okşayan bir şefkat eli vardı
Dünyayı görürken gözlerim
Göğsünün sıcaklığında kaybettiğim
Şimdi başım senin kollarında selvim
Senin dallarında ellerim
4)
Saçlar yemyeşil de olurmuş
Çiçeğe dönermiş dudaklar
Emanet bedenimi özlüyorum şimdi
Bahçendeki çiçeklerde kendimi arıyorum
Yaprak yaprak inleyişlerini duyuyorum
Bir zikir günü ki bugün gecemi kaplar
Fani ağacım başucumda, sevdiğim ağacım
Bugünkü günüm bir gün senin de gecene dolar
Sendeki emaneti de teslim alır toprağın
5)
Bir gün seninle de kavuşacağız
Kana yaprak kemiğe odun
Bedenimiz eriyip gitmiş olacak
İkimizin ağacı doğacak yeniden
Çürümezse benim bir mezar başlığım
Senden bir kaç odun parçası
Ve benden bir kaç kemik kalacak
Ve eğer senin de bir ruhun olursa
Bahçemiz ikimizin olacak
6)
Şimdi Baki’yi özlüyoruz birlikte
Fenadan bekaya seyahatin hayalleri
Bu bir avuç, bu daracık menzilde
Tek tesellimiz bizim şimdi
Muhammed Bozdağ
2. Aşağıdaki metinde ulama noktalarını tespit ederek çiziniz. Ardından ulamalara dikkat ederek okuyunuz:
KALIPLAR
İnsanlar kendilerine kişilikleri için çizdikleri zihinsel kalıpların dışına çıkamazlar. Bizler çözümü defalarca
duyduğumuz halde kendimizi oturttuğumuz dar çerçeveden çıkış için gayret göstermeyen garip insanlarız.
Hayatın bazı insanlara “tesadüfen başarma, yükselme, zengin olma vs.” Şansı tanıdığını zannedenimiz
çoktur. Bir çoğumuz müzisyenlerin, yazarların, şairlerin, para babalarının bu işi anne karnında kendilerine
verilen kabiliyetlerle gerçekleştirdiklerini sanırız. Bu inanca göre bazılarının ne maharetli anneleri varmış. Bu
yanlış zanları kabul etmeyen bir çok insan bile farkında olmadan aynı kalıplarla kendisini kilitlemiştir.
En meşhur zenginlerin bir zamanlar simit sattıklarını, ayakkabı boyacılığı bile yaptıklarını öğrenince şaşırırız.
Bir çok yazarın vaktiyle kalemi bile tutamamalarına inanamayız. Neden bazı insanlar bazıları arasında
sıyrılıverir veya “sivriliverirler.”
26
Adaletli ve şefkatli Yaratıcı, Normal şartlar altında doğan her insanı her türlü başarıya ulaşabilmelerine
imkan tanıyan bir potansiyelle dünyaya göndermiştir. Ancak dünyaya geldikten sonra sınırlılıklar başlatılır.
Anne-babası veya çevresi tarafından aşağılanan bir çocuk etrafında kalıplar başlamıştır. Daha sonra insan
“var olduğunu” hissettirmek amacıyla çırpınmaya başlar. Bakkaldan getirilen bir ekmek, ilk karne notları,
takdim edilen bir çiçek, içinde bu amacı gizli tutar.
Oysa bazı insanlar “bu olmamış”, “sen bunu başaramazsın” demekten çekinmezler. Bizler de çoğu zaman
sözleriyle cinayet işleyen, kabiliyetleri körelten; başarısızlık, çekingenlik, korkaklık imajı oluşturan
insanlardanız ne yazık ki... Yas tutmayı sevdiğimiz kadar, eleştirmeyi, olumsuzlukları ileri sürerek karanlık
bir zihinsel tablo oluşturmayı seviyoruz.
Merhum Z. Gündüzalp’in “İnsan ne düşünüyorsa odur.” Dediğini çok duyduk. Anthony Robbins Sınırsız Güç
kitabında insanların hayal kurarken ve düşünürken kullandıkları “olumsuzluk” imajlarını en kötü engel
olarak görür.
Her büyük başarı bazen yüzlerce başarısızlığın arkasında parıldar. Oysa eski bir Rus imparatoru “Yenile
yenile yenmeyi öğrendiğini “ söyler. İnsan her teşebbüsünde hedefine ulaşamadığında bunu başarısızlık
olarak görürse bulunduğu noktada çakılır. Oysa durumu yeniden inceleyen insan için her başarısızlık
başarıya bir adım daha yaklaşmanın işaretidir. Ani yükselişlerin ise gerçek başarıyla ilişkisi yoktur. Bir balon
gibi patlar ve söner.
Hayalimizde yaşadığımız iç konuşmaların fiillerimizde oluşturduğu sınırlara bakınız: “Zengin olmak mı? Bu
iş için büyük sermaye lazım. Yazar olmak mı? Konuşmasını bile bilmiyorum; annemin karnında böyle bir şey
öğrenmedim. Meydanlara çıkıp ‘benim işçim,benim köylüm’ diye konuşmak mı? Ben Süleyman değilim.”
Sevgili kardeşim... Ya siz ne siniz? Erkek ve kadın arasındaki küçük bir farktan başka kimin beyni kimin
beyninden küçük veya büyük. Kaderin sahibi kimseyi başarısızlığa zorla mahkum etmemiştir. Ortamın
sürükleyişine kendimizi kaptırdığımızda “Ortam sürükleniyorsa sürünmekten başka yapacağımız hiç bir şey
yoktur.” Ne yazık ki en çok ihmal ettiğimiz görevlerimizden biri dinimizin ilk emridir. Az okuyoruz veya hiç
okumuyoruz.
Başarılı bir insanlar topluluğuna takılıp başarıya uçmuyorsak başarının dinamiklerini incelemeliyiz.
Başaranların hayatı ve yaptıkları bu konuda bize yol gösterecek en açık ışıktır. Başka türlü bizi pasifize eden
kendi kalıplarımızdan kurtulamayacağız. Fıtrat kanunlarının işleyişini bilmek zorundayız. Muhammed Bozdağ
3.Durak, ulama ve vurgu bölümlerinde geçen tüm yazı ve şiirleri her üç diksiyon kuralına dikkat ederek okuyunuz.
Önce vurguya, ardından, duraklamaya, ardından ulamaya ve son olarak da her üç temel kurala dikkat ederek
okuyun. Okumada devam ettikçe nasıl da en güzel seslendirmeyi yapabildiğinizi heyecanla göreceksiniz. Sizin
seveceğiniz sesinizi, başkalarının da seveceğinden emin olunuz.
Güzel Konuşma&Etkili İletişim
Söyleme Kusurları
Çeşitli seslendirme kusurları nedeniyle söylenenler yeterince anlaşılamaz ve tekrar edilmek zorunda kalınır.
Konuşmacı harfleri doğru telaffuz edemeyebilir veya konuşurken bazı heceleri yutabilir. Harflerin hatalı telaffuz
edilmesi karşılıklı konuşmalarda pek dikkat çekmese de topluluk karşısında veya mikrofondan yapılan konuşmalarda
derhal dikkat çekerler. Bu tür hatalar konuşmacının anlaşılmamasına ya da yanlış anlaşılmasına yol açarlar.
Dinleyici ya bütün enerjisini anlamak için kullanacak ya da bıkkınlık göstererek dinlemekten vazgeçecektir. Ayrıca bu
tür konuşmacılar dinleyiciler nezdinde güvenlerini yitirecekler, imajlarının kötü olmasına yol açacaklardır. En bilinen
seslendirme kusurları aşağıda tek tek açıklanmıştır.
Gevşeklik
Ses organlarının genel tembelliğidir ve en çok karşılaşılan durumdur. Bu genel gevşeklik genel bir konuşma
sönüklüğüne yol açar. Gevşekliği gidermek için dişleriniz arasına bir kalem sıkıştırın ve aşağıdaki cümleleri hızla
okuyun.
Bir berber bir berbere bre berber beri gel diye bar bar bağırmış. Biz de bize biz derler, sizde bize ne derler?
27
Pireli peyniri perhizli pireler teperlerse pireli peynirler de pır pır pervaz ederler.
Ocak kıvılcımlandırıcılardan mısın, kapı gıcırdatıcılardan mısın? Ne ocak kıvılcımlandıncılardanım, ne kapı
gıcırdatıcılardanım.
Çatalcada topal çoban çatal yapıp çatal satar, nesi için Çatalcada topal çoban çatal yapıp çatal satar? Kârı için
Çatalcada topal çoban çatal yapıp çatal satar.
Şu karşıdaki kara kuru kavak, karardın mı, ey kara kuru kavak sarardın mı ey kara kuru kavak!
Sen seni bil, sen seni, bil sen seni, bil sen seni, sen seni bilmezsen patlatırlar enseni.
Pelteklik
Bir harfin çıkarılamayarak bir diğeri ile değirilmesidir. Bu durum dilin yeterince eğitilmemesinden, lehçelerin
yapısından veya bazı dillerin fazla etkisinde kalmaktan kaynaklanabilir. Türkçe üzerinde tespit edilen pelteklik türleri
aşağıda belirtilmiştir.
Zeleştirme: (J) yeri(Z). Örnek: Jale-Zale, Jilet-Zilet,
Seleştirme: Ş yerine S. Örnek: Paşâm-Pasam, şapka-Sapka
Jeleştirme: C yerine J. Örnek: Ancak-Anjak), Kucak -Kujak
Şeleştirme: S yerine Ş. Örnek: Sana söylüyorum-yerine sana şöylüyorum
Leleştirme: (R) yerine (L). Örnek: Birader-Bilader, Berber-Belber, Merhem-Melhem, Terlik-Tellik
İnce â yerine kalın a: Kemâl-Kemal, Lâstik-Lastik
Yukarıdaki örneklerde ilk sırada belirtilen sesler çıkarılamadığından ikinci sesler onların yerine ikame edilmektedir.
Bu seslerin çıkarılamaması durumunda bunların üzerinde uygun alıştırmaların sık sık yapılması gerekmektedir.
Aşağıdaki kelimeleri eğiticinin özel uyarılüarını dikkate alarak tekrar ediniz. Eğer bu seslerin herhangi biriyle ilgili
sorununuz yoksa geçebilirsiniz.
J- Jilet, jandarma, jale, jumbo,
Ş- Paşa, şaka, şakir, şeker
R- Rüya, hücreler, hürrem, harran, sarraf
A- Lale, lastik, lahana, kamil (altı çizilenler ince)
S- Sorgun, hassasiyet, fason
Tutukluk
Bir hece üzerinde takılıp kalma, heceyi veya kelimeyi tekrarlama durumudur. Bu sorun en çok düşünce akışındaki
duraklamadan kaynaklanır. Normal şartlar altında aşırı stres de tutukluğa yol açabilir. Tutukluğu gidermek için
herhangi bir emtni önce yavaşça ve sonra hızlanarak okuyun. Eğitici sizi bireysel olarak takip edecektir.
Tutukluk Örneği: Bu, bu bizim--- şerefimiz--- olacak ---diye -- uzun uzun----- bize bize anlattı.
Kekeleme
Tutukluğun ileri aşaması, söz söylerken birden bire duraklama, çoğunlukla buna katılan yüz buruşturması ve gerilme
hareketiyle hecelerin tekrarlanması. Kekemeler soluk aldıkları veya pek geç soluk verdikleri sırada konuşurlar.
Kekeleme genellikle çocukluk döneminde oluşan bir konuşma bozukluğudur. Erken yaşta konuşmaya başlayan
çocukların konuşma başarılarına çevrenin gösterdiği aşırı ilgi çocuğun duygularını zararlı yönde etkiler. Çok iyi
konuşarak dikkat çekmek isteyen çocuğun kendi üzerinde ürettiği baskı bir süre sonra kekeleme rahatsızlığını
oluşturur. Kekeleme çocuklukta yaşanan aşırı baskı, şiddet veya aşırı utançlığın etkisiyle de gelişebilir. Maddi bir
hastalık olmamakla birlikte kekeleme beyin konuşma merkezinde mesaj akışında oluşan karışıklığın bir sonucudur
ve çoğunlukla psikolojik bir sorundur. Kekemeliğin yok edilmesi için çeşitli çalışmalar yapılmalıdır.
1.Okumayı yeni öğrenir gibi düşük hızda fakat yüksek sesle bol bol okumak
2.Belli cümleleri ezberleyerek tekrar tekrar seslendirmek.
3.Bu metinde yer alan tekerlemelerin ısrarla okunması
28
Kekeleme örneği: Bi bi bi biraz so so sonra bura dada ooo olacak
Asalak Sesler
Bazı sesler veya kelimeler asalak olarak kelimelerin arasına takılır ve konuşmayı tahammül edilmez hale getirir.
Asalak sesler veya kelimeler konuşmacının fikir netliği ve kendine güveni hakkında şüphe uyandırır. Konuşmanın
kalitesini baltalar ve dinleyiciyi sıkar. Bu kapsamda “ııı, eee, aaa, şey, yani, mesela, evet...” gibi ses veya kelimeler
konuşma arasında sık sık veya gerekmediği halde kullanıldığında dinleyici rahatsız olur.
Örnekler:
Asalak ses veya kelimelerle:
Bana şey dedi. Bugün yıldönümü olduğu için eee şey yapacaktık. Tören salonunu düzenleyecektik.
Evet sevgili dinleyenler. Bugün yine sizlerle birlikteyiz. Evet bugünkü konumuz çal ışmanın fazileti hakkında.
Yani şunu diyorum. Mesela siz zor durumda kaldınız. Yani mesela başınızdan bir felaket geçti.
Düzgün:
Merhaba sevgili dinleyenler. Günün ilk ışıklarıyla birlikte sizi selamlıyorum. Mutlu bir gün yaşamanızı diliyorum. Yine
sizlerle birlikte olmak ve sizlerle konuşmak ne güzel.
Çalışmalar:
Aşağıdaki soruları ikili guruplar halinde asalak ses veya kelimeleri kullanmadan cevaplandırınız. Arkadaşınız sizi
kontrol edecek ve hata yaptığınızda uyaracaktır. Daha sonra bu çalışma tek tek kürsüde yapılacaktır.
a)Düzgün konuşma yeteneğinin size ne kazandırmasını ümit ediyorsunuz?
b)Bir gününüz nasıl geçer?
c)En çok sevdiğiniz yiyecekleri anlatın.
Güzel Konuşma&Etkili İletişim
Toplum Önüne Çıkma Korkusunu Yenmelisiniz
Toplum karşısında, mikrofon veya kamera karşısında konuşurken yüzleştiğimiz en büyük engel korku ve
heyecandır. İlk defa yaptığımız her iş önce heyecan ve korku oluşturur. Korku anında dolaşım sistemi içerisine
gerginlikle orantılı olarak aşırı kortizol salgılanır. Bu durum düşünce akışını engeller. Kişi bu anda olumlu duygularını
kaybeder. Daha ileri düzeyde elleri ve hatta tüm vücudu titrer. Kalbin çarpması ve kan dolaşımı hızlanır.
Davranışların kontrol edilmesi zorlaşır. Bu sorun ileri düzeyde olursa, insan başkalarıyla göz göze gelemez; başı
titrer, adeta beyni dış dünyadan kopmuş gibi olur. Korku anında insan kalbinde bir iç endişe akıntısı hisseder. İnsan
bir an önce bu durumdan kurtulmak için o ortamdan uzaklaşmak, yapmak istediğini yapmaktan vazgeçmek zorunda
kalır. Ayrıca endişe veya korku konuşmacının inandırıcılığı kaybetmesine yol açar.
Bazı insanlarda korku duygusu çok gelişmiştir. Sık sık duyulan bu endişeler gittikçe birbirlerini beslerler ve endişe
edebilme yeteneği gelişir: İnsan en küçük bir sorundan bile endişe duymaya başlar. İleri düzeyde korku ve endişe,
sinir sistemi için son derece tahrip edicidir.
Tüm başarılı konuşmacılar toplum önüne çıktıklarında mutlaka heyecanlanmışlardır. İstisnasız her insan korku ve
endişeyi yenebilir. Ancak bunun için tüm inançlarını yeniden gözden geçirmeli ve bir dizi egzersiz yapılmalıdır.
Aşağıda korkunun nedenleri tek tek açıklanmıştır. Bu nedenler varsa bunları yok etmek amacıyla bir sonraki
bölümde yine bir dizi alıştırma hazırlanmıştır. Bu alıştırmaların bir kısmını yalnız başınıza gerçekleştirebilirsiniz.
Ancak bunları toplum karşısında gerçekleştirirseniz daha hızlı başarırsınız.
29
Korkunun Nedenleri
Temel korku nedenleri arasında baskı dolu çocukluğu, sürekli yaşanan stres ve hastalıkları, sosyal olmayan bir iş
ortamında uzun süre çalışmayı, başarısızlığa inanmayı, hafızanın zayıf kalmasını, söylenecek bir söz
bulunamamasını sayabiliriz.
Baskı Dolu Çocukluk
Çocukluk ve gençlik döneminde aşırı aile otoritesi, baskı, şiddet, dayak gibi olaylar yaşanabilir. Normalin üzerine
çıkarak belli bir süreklilikte devam ettiğinde bu durum kişinin psikolojisinde çok köklü bir içe dönüklük ve cesaretsizlik
üretir. Baskı ve şiddet ortamında çocuk kendine güvenini kaybeder. Kişiliği bir yandan tepkici, diğer yandan
başkalarına bağımlı gelişir. Sürekli aşağılanan çocuğun alt şuurunda başarısızlık imajı yerleşir. Bu imajı normal
şarlar altında özel bir gayret göstermeksizin yok etmek mümkün değildir. eğer bir şekilde yerleşmiş olan aşırı
heyecanlarınız varsa köklü değişikliklerle bunları yok etmelisiniz.
Sürekli Stres ve Hastalıklar
Ara sıra yaşanan, şiddetli de olsa, stres ve hastalıkların kalıcı bir olumsuz psikolojik etkisi yoktur. Hatta kısa süreli ve
geçici olduklarında bunlar insanın yaşama sevincini ve heyecanını artırabilirler.
Ancak stres (ve stres üreten hastalıklar) hafif de olsa uzun süreli yaşanırsa şöyle bir gelişme olur: Kan dolaşım
sistemine devamlı kortizol hormonu salgılanır. Bu salgılama vücudu kısa sürede çöplüğe dönüştürür. Stres vücudu
germekte ve saldırıya hazır tutmaktadır. Dolaysıyla bu kirlilik uygun yöntemlerle temizlenmediğinde aşırı baskı
altında kalan sinir sistemi yorulur. Bu yorgunluğun aralıksız devam etmesi halinde insan ölüme kadar gidebilir. Vücut
bu durum karşısında otomatik bir tedbir alır. Beyin ile vücut arasındaki emir-komuta zinciri zayıflatılır. Çünkü kişi öyle
bir düşünce alışkanlığına sahiptir ki bu düşünce gerginlik üretmekte ve vücudu tahrip etmektedir. Bu durumda
vücudu ölüme gitmekten kurtarmak için beyin bir anlamda vücudu uyuşturur, vücut gevşer ve rahatlar. Ama bu
rahatlama aynı zamanda düşünce akışını da iyice tahrip eder. Bu süreçte düşünce akışı bloke olur, hatırlama iyice
zayıflar, unutkanlık kendini gösterir, kişi iç sorunlarıyla iyice bunalır.
Tüm bunlar yine kişinin kendine güvenini sarsar, kişiyi insanlardan uzaklaştırır. Böylece korkunun başarısızlık,
kendini suçlama, aşağılama gibi bir boyutu ortaya çıkar.
Ancak hastalıkların stres üretmesi insanın düşünce biçiminden kaynaklanır. İnsan eğer hastalığı kendisini
olgunlaştıran bir fırsat olarak görürse, vücudu acı çekebilir, ama psikolojisi sağlam olacağından tahrip edici stresi
yaşamayabilir.
Asosyal Bir İş Ortamı
Bazı işler veya iş ortamları vardır ki bunlar yapıları gereği insanları toplumdan uzak tutarlar. Örneğin bilgisayarın
sürekli başında oturup iş yapmak durumunda olanlar dış dünyadan büyük ölçüde koparlar. Zihinleri bilgisayar
dünyasının kendilerine sunduğu sanal ortama iyice kapılmıştır. Bazı fabrika işleri belli bir tezgahın önüne
hapsedebilir. Bu arada geceleri çalışıp gündüzleri uyuyan bekçilerin genellikle konumları da toplumsal olmayan
(asosyal) bir yapı taşır. Buna karşın yöneticilik, pazarlamacılık, öğretmenlik ve sunuculuk gibi meslekler kişileri
sosyal olmaya zorlar.
İnsanlar kendilerini toplumdan uzaklaştıran işlere hapsettiklerinde beyinleri bu ortama alışır. Değişik insanlarla
muhatap olabilme yetenekleri zayıflar. Kavramaları kendi iç referanslarıyla sınırlanır. Topluma açılıp insanlarla
konuşmaktan sıkılırlar. Kişilikleri, içine kapanık ve bireysellik ekseninde gelişir. Dolaysıyla toplum önünde söz
söylemeleri gerektiğinde büyük bir korku ve heyecan duyarlar. Ancak çeşitli hobiler geliştirerek ek sosyal faaliyetler
içerisinde bulunanlar bu kötü gidişi engelleyebilirler.
Başarısızlık İnancı
Yukarıdaki şartların hiç birisi mevcut olmadığı halde insanlar yine de toplum önünde söz söylemekten korkabilirler.
Bunun önemli bir nedeni başarısızlık imajının zihinlerine iyice yerleşmesidir. İnsanın her davranışa yüklediği anlam,
alt bilincine bir emir olarak gönderilir. Bir işi başarmaya girişen insan her zaman istediği sonucu elde edemeyebilir.
Bu herkes için tabiidir. Ama bazı insanlar sonucu elde edemediklerinde hemen başarısız olduklarını düşünürler ve
kendilerini suçlarlar. Bu suçlamalar bir çok kez tekrarlanır. Sonuçta insan farkında olmadan kendi alt bilincine “ben
başarısızım” hükmünü yerleştirmiş olur. Bu çok sınırlayıcı bir kalıptır. Çünkü insan bir kere bu inancı
30
otomatikleştirdiğinde bu inanç onun hemen her işinde başarısız olmasına yol açar. Neye inanıyorsak beynimiz onu
doğrulamak uğurunda amansız gayretler göstermeye devam edecektir.
“Ben başarısızım” inancı alt bilincinde yerleşmiş olan insan “belki bu defa başarabilirim” diyerek harekete geçse de
sık sık “ya başaramazsam” endişesini yaşar. Bu endişe dikkatini zayıflatır, zihnini olumsuz sonuçlara yaklaştırır. Bu
muhtemel olumsuz sonuçlar dayanma ve direnme azmini azaltır. Kişi kendisini güçsüz hisseder. Bu güçsüzlük ve
onun getirdiği tedirginlik kişiyi “vazgeçme” noktasına götürür. Böylece kişi gerçekten de başarısız olur. Toplum
karşısında konuşabilme ise cesaret gerektiren bir başarıdır. Başarısızlık inancı cesareti kıracağından kişi toplum
karşısında konuşamaz. Başarısızlık ihtimali aklına geldiğinde bile derin bir korku veya endişe yaşar.
Söylenecek Bir Sözün Olmaması
Toplum karşısında söz söylemeyi engelleyen son faktör kişinin söyleyecek bir sözünün olmamasıdır. Pek tabii ki ne
söyleyeceğimizi bilmiyorsak konuşmaya başlayınca takılırız. Bunu bir çok defa tecrübe etmişizdir. Dolaysıyla
düşüncelerimizden emin olmadığımızda konuşmaya cesaret edemeyiz.
Bir insanın söyleyecek sözünün olmamasının çeşitli nedenleri olabilir ki bu, çok kapsamlı bir sorundur. En temelde
bu durum kişinin iyi bir okuyucu olmamasından kaynaklanır. İnsanlar bilgilerinin % 80’ini okuma yoluyla elde ederler.
Hiç okumayan insanların bilgileri çok sınırlıdır. Ayrıca bu kişiler bilgilerini birbirleriyle ilişkilendirerek yeni anlamlar ve
bakış açıları da üretemezler. Ancak insanlar okuma dışında kişisel tecrübelere sahip olabilirler. Bu tecrübeler
üzerinde düşünmüş olabilirler. Bu durumda bilgileri var demektir. Söyleyecek sözü olmayan insan çok az konuyla
ilgilenen hatta kendisinin dışında hiç bir şeyle ilgilenmeyen insandır. Çünkü söylenen söz ancak başkalarını
ilgilendirdiğinde başkalarına anlatılabilir. Başkalarıyla ilgilenmeyen ve genel sorunlar üzerinde düşünmeyen
insanların beyin aktiviteleri zayıftır. Dolaysıyla böyle insanlardan söz söylemeleri istendiğinde ne söyleyecekleri
konusunda endişeye kapılırlar. Bu endişe konuşma cesaretlerini kırar.
Hafızanın kontrol Edilememesi
Çok zayıf bir hafıza kişinin özgüvenini yitirmesinin ve konuşmaktan çekinmesinin en önemli nedenlerindendir. Çünkü
konuşmacı huzura çıktığında hafızasının kendisine yardımcı olmayacağını ve ne söyleyeceğini unutabileceğini
düşündüğünden konuşmaya cesaret edemez. Esasen hafızası çok zayıf olan insanlar belirgin bir hastalığın işaretini
verirler. Çoğunlukla hafıza eksikliği bir hastalığın belirtisi değil zihinsel tembelliğin belirtisidir. Zihinsel tembellik
konsantrasyon eksikliğinden kaynaklanır. Konsantrasyon eksikliği ise girginlikten veya stresten kaynaklanır.
Dolaysıyla kişi gevşedikçe konsantrasyon yeteneği artar; bu artış hafızanın doğal çalışma ritminin sağlam işlemesine
yol açar.
Konuşacağı konu üzerinde yeterince zihinsel ve duygusal olarak yoğunlaşmış bir kişi mutlaka o konu üzerinde söz
söyleyebilir. Ancak biz yine de ayrıntılı olmamakla birlikte hafızamızın güçlenmesini ve bize yeterince yardım
etmesini sağlayan bazı teknikler üzerinde duracağız. Mükemmel bir hafızaya sahip olmak isteyenler bilmelidirler ki
ısrarlı bir çalışma ile kısa sürede arzuladıkları hafızayı geliştirebileceklerini görebilirler.
Korkunun Çözülmesi
Şurası gerçek: Yüzlerce defa binlerce insanın huzurunda konuşmamışsanız her defasında heyecan duyarsınız.
Bazen heyecanınız o kadar büyük olur ki sizi zincirlerle kürsüye çıkaramazlar.
Kendinizden emin olun. Korkuyu ve heyecanı çok kolay yeneceksiniz. Eğer bunu gerçekten arzuluyorsanız şimdiden
bilin: Toplum önüne çıktığınızda kalbiniz sakin, gözleriniz ışıl ışıl olacak.
Çalışmalarınızı üç ana bölümde oluşturacaksınız. Unutmuyorsunuz. Korkular zihninizde yerleşmiş otomatik
programların sonucudur. Ortamı oluştuğunda bu programlar bir plak gibi devreye girmektedir. Plağı bozmaz ve
yerine yenisini koymazsanız eskisi çalmaya devam eder. En kötüsü de devamlı çaldığınız plaklar her defasında
daha güçlü ve köklü hale gelirler.
Korkularımızı üç temel alanda çalışarak yok edeceğiz. Birinci alan kelimelerle kurulu alandır. Düşüncelerin bir
boyutunu kelimeler oluşturur. Korkularımız varsa bunlar kelimelerle örülmüştür. Bu bölümü “Cümle Telkin sistemi”yle
çözeceğiz.
Düşüncelerimizin ikinci boyutunu imajlar oluşturur. Kendinizi nasıl canlandırıyorsunuz. Korkudan titreyen bir insan
olarak mı? Başı dik, yüzünde tebessüm olan bir cesaret abidesi olarak mı? “İnsan ne düşünüyorsa odur.” sözü
31
doğrudur. Bu ifadeyi değiştirelim. İnsan kendini hayalinde en çok nasıl görüyorsa odur. Kendimiz hakkındaki imaj
filmlerini değiştirmemiz gerekiyor. Bu çalışma alanını “İmaj telkin Sistemi” olarak adlandıralım. Korkuyu yenmeye
çalışırken üçüncü bir boyutu “davranışı” kullanacağız. Kelime veya imajlardan oluşan tüm düşünceler, tekrar
edildiklerinde eyleme dönüşürler. Eylem davranıştır, tutumdur. Beynimizdeki kalıpları asıl pekiştiren sergilediğimiz
tutumdur. Çünkü düşünce tutuma dönüştüğünde tüm algılarımız devreye girer. Davranırken yaptıklarınızı duyar,
görür ve onlara dokunursunuz. Bu bölümde yapacağımız çalışmaları “Tutum telkin Sistemi” kavramıyla ifade edelim.
Şimdi gurur verici büyük kişiliğinizi inşa etmeye hazırsınız. bizimle gönü birliği içinde çalışmaya devam ettiğinizde
heyecan verici bir hızda nasıl da değiştiğinizi göreceksiniz. Başlıyoruz:
Cümle Telkini
Toplum karşısında söz söylemekten korku ve endişe duymanın devamlılığını sağlayan en önemli faktör inanç
sistemidir. Aldığımız her bilgi, yaşadığımız her tecrübe inanç sistemimizi etkiler ve yeniden şekillendirir. Bu bölümde
bu inançların başlıcalarını aktarıyoruz.
-Ben yeterince yetenekli değilim
-Bu işi başaran insanlar benden çok üstün
-Şimdiye kadar hep başarısız oldum
-Başkaları varken bu işi yapmak bana düşmez
Bu temel inançlar sizde az veya çok bulunabilir. Herkes için bunlar kesinlikle asılsız inançlardır. Ancak ne yazık ki
insanların çoğunluğu bu asılsız inançları edindiklerinden hayatları hep sönük geçmeye mahkum edilmiştir. Dikkat
edelim: İnançlar her zaman kendilerini doğrularlar. Neye inanıyorsak, maddi manevi tüm güçler bizi doğrulamak için
çalışırlar. Şimdi yukarıdaki inançların neden doğru olmadığını anlatacağız. Lütfen bu açıklamaları tekrar tekrar
okuyunuz. Bu açıklamaları ezberleseniz bile fırsat buldukça okumaya devam ediniz. Burada amaçlanan sadece
öğrenmeniz değildir. Temel amaç doğru inancın alt bilincinize kilitlenmesinin sağlanmasıdır. Zira inançlarınız
kendinize defalarca söylediğiniz sözlerdir. Şimdi doğru sözleri kendinize söyleyerek doğru inançları
yerleştirmeniz gerekmektedir. Bu açıklamaları yeterince okur ve anlatılanları fırsat buldukça düşünmeye devam
ederseniz bir ay içinde yeni inançlarınız alt şuurunuza kaydolacaktır. Daha hızlı değişmek istiyorsanız, tele-terapi
kasetlerinde anlatılan sistemi her gün kullanmalısınız.
Cümle telkin sistemine göre alt şuurumuzu hızla yapılandıracak yeni cümle emirleri vereceğiz. Alt şuurumuzdaki
kalıplar zaten bu tür cümle emirlerinden oluşmuştu. Emirlerin güçlü bir şekilde yerleşmesi için belli özelikler taşıması
gerekir. Bu özellikleri sıralayalım:
1.Derin Gevşeme: Tüm kas sistemlerinizi gevşetmelisiniz. (Ek ‘ye bakınız.) Seminer ortamında sunucunuz derin
gevşemeyi size gösterecektir. Ne kadar derin gevşeyebilirseniz emirleriniz o kadar derin ve kalıcı yerleşir.
2.Cümle Yapısı: Cümle yapısı yeterince basit olmalıdır. Kısa cümleler kurmalısınız. Cümle sadece şimdiki zaman
kipinde olmalıdır. Alt şuur geçmiş veya gelecek zaman kipinde söylenen sözleri, geçmiş veya gelecek zaman için
dikkate alır. Geçmiş hep geçmiştir ve gelecek de hep gelecektir. Alt şuur olumsuz emirleri anlamaz veya tersinden
anlar Sadece olumlu emirleri anlar.
3. Gelişme Sürekliliği: Cümle yapısı gelişmenin sürekliliğini ve tekamülü içermelidir. Her hangi bir olayın tekrarına
bağlı olarak daha iyi olma durumu ifade edilmelidir. Buna göre aşağıdaki telkin cümlelerini eleştirelim:
--Ben başarılı olmak isteyen bir insan olarak her gün gelişiyor, mükemmelleşmeye adım adım ve süratle ilerliyorum.
(Cümle çok uzun, emir kayboluyor.)
--Sigara içmiyorum. (Zaman kipi doğru, ama cümle olumsuz.)
--Çok ders çalışacağım. (Gelişme bağı yok. Gelecek zaman hatası var. Asırlar geçse de alt şuur emri hep geleceğe
atar.)
--Her gün ve her nefeste daha çok gülümsüyorum. (Uzunluk yeterli. Şimdiki zaman doğru kullanılmış. Gelişme her
güne ve her nefese bağlanmış. İşte en iyi cümle telkin biçimi budur. “Her sabah daha dinç uyanıyorum.” deyin.
Telkin oluştururken yıkmak istediğiniz olumsuzluklar hakkında zorluklarla karşılaşabilirsiniz. Eskilerini nasıl
kaldıracaksınız?
Öfkeleniyorum--------------------- Öfkelenmiyorum.
32
Sigara içiyorum--------------------- Sigara içmiyorum.
Çözüm kelimelerin olumsuzlanarak kullanılması değildir. bunun yerine olumlu karşıt anlamlı kelimeleri seçmek
zorundasınız.
Öfkelenmemek istiyorsunuz----------------- Daha sakin oluyorum.
Sigara içmemek istiyorsunuz---------------- Sigara içmeyi bırakıyorum.
Bu bölümde önce genel başarımızı engelleyen hatalı inançları yok etmemiz gerekir. Ardından doğru inançların fikir
temellerini oluşturacağız. bu fikir temellerinin alt şuurumuza kodlanması için alıştırmalar yapacağız.
YIKICI İNANÇLAR
Ben Yeterince Yetenekli Değilim
Size de Edison veya Einstein gibi günü 24 saat olan bir ömür emanet edildi. Siz de kafatasınızın içinde bütün diğer
insanlar gibi ölünceye kadar eşit sayıda milyarlarca sinir hücresinden oluşturulan harika bir beyin mekanizması
taşıyorsunuz. Siz de herkes gibi sadece süt emme yeteneği gelişmiş olarak dünyaya gönderildiniz ve bunun
dışındaki her şeyi dünyada öğrendiniz. Öyle büyük bir potansiyele sahipsiniz ki milyonlarca iş yapsanız bile beyin
kapasitenizin hala yaklaşık binde bir-ikisini kullanıyorsunuz. Kimse sizden üstün yeteneklerle yaratılmadı. Siz de
kimseden üstün yeteneklerle yaratılmadınız. Öyleyse neden bazı insanlar zirvelere tırmanıyorlar? Neden sempati,
karizma, zenginlik, şöhret gibi değerler yalnızca bazı insanların elinde kalıyor? Fizikçi iseniz neden bir Einstein veya
Abdüsselam değilsiniz? Edebiyatçı iseniz tarihin gerilerinde hala parlak kalan Shakeasper’in ötesine neden
geçmiyorsunuz?
İnsanı potansiyel üstünlüğüne kavuşturan tek vasıta “bilgi” ve bilgiye dayalı “eğitim”dir. Kendinizi incelediğinizde
bilgiye dayalı olmayan hiç bir becerinizi bulamayacaksınız. Okuma-yazması olmayan Hz. Peygamber’e(asm)
Kur’an’da geçen ilk emrin “oku” yani “öğren” olması şaşırtıcı gelmiyor mu? Bugün biz bilgilerimizin % 80’ini okuma
yoluyla elde ediyoruz.
Siz sel yığınlarında kendinizi sürükleyen bir sıradanlığa layık olamayacak kadar üstünsünüz. Hayallerinizde yaşayan
“büyük size” ulaşmak sizin elinizdedir. Kimse günlük 24 saatine bir dakika ekleyemez. Ama siz bir gününüze 10
günlük işi sığdırabilirsiniz. Bu güne kadar kişisel yeteneklerinize ne kadar yatırım yaptınız?
Zihninizden yükselen çeşitli itiraz sesleri duyuluyor; iddialarımızı küçümsüyor musunuz? O zaman aşağıdaki
açıklamalara ne diyeceksiniz?
-Bu İşi Başaran İnsanlar Benden Çok Üstün
Kendinizi yanıltıyorsunuz. bir vakitler Anthony Robbins de böyle düşündüğünü söylüyor. 20 yaşlarında iken bir
otelde hizmetli olarak çalışıyordu. Fakir ve eğitimsizdi. Çektiği ızdırap canına tak ettiğinde tüm hayatını kökten
değiştirmeye karar verdi. Önce bir hızlı okuma kursuna gitti ve ardından birkaç yıl içinde 700 kitap okudu. Bugün
aynı adam Amerika Birleşik Devletlerinin her yıl milyonlarca dolar kazanan adamı ve neredeyse tüm dünyada
tanınıyor. yıllarını eğitime harcayan profesörler bile önce hafife aldıkları bu yüksek eğitimi olmayan adamdan ders
almaya ve kitaplarını tavsiye etmeye başladılar. Onun hayatını sadece on yıl içinde böylesine değiştiren neydi? O
sadece başarmak için yola çıktı ve kader onu başarıya ulaştırdı. Onun kavradığı gerçeği biz de kavramalıyız.
Şunları bilmeliyiz. İnsanın sinir sisteminde milyarlarca nöron vardır. Nöronlardan oluşan beynimiz saniyede 30 milyar
bitlik bilgi işleyebilmektedir. Herhangi bir normal beyinde oluşturulabilecek potansiyel örgü veya bağlantı sayısı 1
rakamını izleyen 10 milyon kilometre sıfırla ifade edilebiliyor. Kafamızdaki her bir nöronun bir milyon bitlik
enformasyon depolama kapasitesi vardır. Bu korkunç potansiyel sağlıklı olan herkeste vardır ve biz insanlar
potansiyelimizin ortalama olarak % 1’ini kullanıyoruz. Geri kalan büyük kapasite ise kullanmamız için bizi bekliyor.
200 civarındaki buluşun sahibi Edison başarının % 99’unu çalışmaya, %1’ini de zekaya bağlamaktadır. Bu zekanın
önemsiz olduğu anlamına gelmez. bunun anlamı zekanın tek gelişme yolunun çalışma olduğunu gösterir.
Evet sonuçta bu işi başaranlar sizden üstündür. Ama bu üstünlükleri sizden üstün doğmalarından kaynaklanmaz.
Sadece çalışarak üstün hale gelmişlerdir. Tarihe üstün olarak geçen herkes sadece ve yalnızca amansızca çalışarak
üstünleşmişler; yani kullandıkları beyin kapasitelerini arttırmışlardır. Diğerlerinden hiç farkınız olmadığı halde
33
kendinizi üstün olmamaya mahkum ederseniz oluşturduğunuz bu inanç kalıbı tüm hayatınız boyunca sizin üstün
olmanızı engelleyecektir.
-Şimdiye Kadar Hep Başarısız Oldum
Edison da elektriği bulmak için yıllarca beklemek ve binlerce deney yapmak zorunda kalmıştı. Bir ABD başkanı
sonunda başkan olabilmek için yıllarca bir çok seçime girmek ve kaybetmek zorunda kalmıştı. Hayat her zaman
sabırla hedefleri üzerinde durmaya devam edenleri hedefe ulaştırmıştır.
Dağarcığınızdan “başarısızlık” kelimesini kaldırmak zorundasınız. Böyle bir olgu yoktur; teşebbüse devam eden
insan için başarısızlık yoktur. Sadece her defasında başarıya bir adım daha yaklaşmak vardır. Başarısızlık denilen
her şey sizi başarıya götürmeyen bir yolun keşfidir. Her başarısızlık zannedilen olay bizin için paha biçilmez derslerle
doludur. Eğer yaptıklarınızın sonucunu kontrol etmemişseniz “başarısızlığınıza” hükmedecek ve çalışmaktan
vazgeçeceksiniz. Elinizde bir pusula yoksa tek başarı yolunuz deneme-yanılmadır. Oysa şimdi elinizde başarıya
ulaşanların oluşturduğu pusulalar vardır.
“Başarısızlık” kelimenizi kaldırmakla kalmamalı ve bu kelimeye yüklediğiniz tecrübelerinizin anlamlarını da “başarıya
bir adım daya yaklaştım” şeklinde değiştirmelisiniz. Bu değişikliği yaptığınızda aslında gerçeğin ta kendisinin de bu
olduğunu göreceksiniz.
Eğer bu kelimeyi unutamıyorsanız, mutlaka kullanacaksanız, başarısızlığı doğru tanımlayın. Gerçekte tek
başarısızlık vardır: Çalışmaktan, denemekten, teşebbüsten vazgeçmek...
Başkaları Varken Bu İşi Yapmak Bana Düşmez
Herkes böyle düşünseydi şimdi geceleri karanlıkta kalıyor olacaktık. Hepimizin hayatını değiştiren insanlar böyle
düşünmüyorlardı. Bu iş öncelikle birinci derecede bana düşer diyen insanlar o işi yapan insanlardır. Farklılaşan
insanlar derhal sorumluluk üstlenen insanlardır. Kullandığınız her şey başkalarının ürettiği şeyler midir? Neden siz
de üretmeyesiniz? Bu işin sorumluluğu benim omuzlarımda dediğinizde birden o işin önderi konumuna getirildiğinizi
göreceksiniz. Bu konulmuş bir kanundur. Sizin yaptığınız işi başkalarının da yapmasının size zararı yoktur. Siz de
yaparsanız o iş daha mükemmele ulaşır. Kaldı ki eğer duygularınızı kuvvetli kullanıyor ve daha çok çalışıyorsanız, o
işi yapan başkalarının da lideri konumuna yükselirsiniz.
Dünyada iki tip insan vardır: Yöneten ve yönetilenler; güdenler ve güdülenler; düşünce üretenler ve üretilen
düşünceyi taklit edenler... Birinci sınıfta yer alanlar tüm insanlığın %10’undan azdır. siz sadece bir inanç ve bakış
açısı değişikliği ile ilk guruba dahil olabilirsiniz.
Eğer hala “ben yapamam” diyorsanız, o zaman bilmelisiniz ki yapmak istemiyorsunuz. Yani “ben yapmak
istemiyorum” demek istiyorsunuz. Yapabileceğini bildiği halde yapmak istemeyen insan için ise yapılabilecek hiç bir
şey yoktur. Yaratıcımız ne yapabileceklerini bilen insanların tercihlerine müdahale etme hakkını ve gücünü kimseye
vermemiştir.
ALIŞTIRMA: KORKU-CÜMLE TELKİN
1. Aşağıdaki telkin cümlelerini okuduktan sonra takip eden açıklamaları inceleyin. Önce telkin cümlelerinin inanç
temellerini yerleştirmeliyiz.
a) Her gün Büyük Yeteneklerim Sürekli Gelişiyor.
Bu sözü milyonlarca defa kendinize söyleyeceksiniz. Lütfen önce bir kaç saatinizi kendinize ayırın. Tüm geçmişinize
bakın. Bu güne kadar başardığınız küçük büyük ne varsa, edindiğiniz küçücük bir tecrübe bile olsa not defterinize
kaydediniz. Göreceksiniz ki küçümsediğiniz siz, çok büyük işleri zaten başardınız. Köyde hiç bir kültürel ve tecrübi
birikimi olmayan bir çobana göre çok farklı birikimleriniz var. Bunları tekrar tekrar düşünerek ne kadar yetenek
potansiyeliniz olduğunu kendinize söyleyeceksiniz.
b) Her gün Daha Üstün Olmaya Devam ediyorum
Bu inancı da milyonlarca defa tekrar edeceksiniz. Unutmayın zaten her gün binlerce defa kendiniz hakkında
kendinize bir şeyler söylüyorsunuz. Geçmişteki tecrübelerinizi hep yüklediğiniz anlamlarla sık sık kendinize
söylediniz. Şimdi o tecrübelerin anlamını değiştiriyorsunuz ve yine kendinize söylüyorsunuz. Ba şaran insanların
34
geçmişlerini düşünün. Bir Marslı gibi, başka bir yaratık gibi dünyaya gelmediler. Onlar da sizin gibi önce, okumayazma
bilmiyorlardı. Onlar da annelerinin kucağında büyüdüler. Hatta biz bir anne kucağından yoksun idiyseniz
daha üstün olma fırsatına sahip olduk demektir. Daha büyük asker daha zor şartlara rağmen zafere kavuşan
askerdir. Başarılı olduklarını bildiğiniz insanlara göre daha çok fakirlik, hastalık veya acı çekmişseniz ruhunuz daha
dolu ve heyecanlı demektir. Tüm bunlar diğerlerinden daha da üstün olabilmeniz konusunda sizi daha yukarılara
itecektir. Bu yeni iç konuşmanın duygularınızda yol açtığı değişikliği hemen görmelisiniz.
c) Her gün Daha Başarılı Olmaya Devam Ediyorum.
Lütfen geçmişinize bakınız. 10 yıl önceki siz ile 5 yıl önceki ve bugünkü sizi karşılaştırın. Bu karşılaştırma biçimi bir
alışkanlık olarak yerleşmelidir. Her zaman dikkat etmeniz gereken, azıcık da olsa üstünleştiğiniz noktalar olmalıdır.
Çoğu insanın düştüğü korkunç hataya düşmeyin. Kendinizi çok imkanı olan başkalarıyla değil; bugün düne göre
daha çok imkanı olan kendinizle karşılaştıracaksınız. Siz size göre üstünleşiyorsunuz. Nerelerde ne kadar? Üstün
noktalarınızı görmek için kendinizden aşağıda olanlara bakabilirsiniz ama asla kendinizden üstün olanlara bakarak
kendinizde üstün noktalar aramayın. Aksi taktirde ilerleme sürecini gerileme sürecine dönüştürürsünüz. Kendinizden
üstün olanlara sadece nerelere çıkmak istediğinizi düşündüğünüzde bakmalısınız. Bu bakış sizi yukarıya çekecektir.
Bu ilerleyişinizi milyonlarca defa görmelisiniz. Unutmayın, beynimiz dışarıdaki gerçeğimizi hayalimizde
kurguladığımız gerçeğimizden ayıramaz. Yani yetim bir bebeği görmek sizi üzdüğü kadar, yetim bir çocuğu hayal
etmek de sizi üzer. Dışarıdaki gerçeği biz kontrol edemeyiz ama hayalimizdeki gerçekle istediğimiz gibi oynayabiliriz,
onu hemen değiştirebiliriz. Hemen değişmek istediğimize göre ilk yapmamız gereken hayalimizi değiştirmektir.
d) Önüme Çıkan Her İşi Hemen Yapıyorum.
Karşınızda çözülmesi gereken bir problem mi var? Hemen harekete geçiyorsunuz. Problem yoksa aramalısınız.
Çünkü özellikle bu çağda problemsiz hiçbir köşe bulamayız. Üstlenebileceğimiz bir çok görev vardır. Biz görevi
arayarak üstlenmesek bile çoğu zaman görev bir fırsat olarak bize sunulur. Çoğu insan bu tür fırsatları angarya
görerek reddeder. Bilmeliyiz ki yaptığımız her işin hemen parasal bir karşılığı olmak zorunda değildir. En önemli
karşılık edineceğiniz paha biçilmez tecrübedir. Önce gereken mükemmellikte işi gerçekleştiremeseniz de bilmesiniz
ki hiç kimse bir işi ilk yaptığında kusursuz olmamıştır.
Yolda yürüyen bir görme özürlüyü kolundan tutup yardım etmek mi gerekiyor? Bir milletvekilinin bir konuda
uyarılması mı gerekiyor? Yetim bir çocuğun başının okşanması mı gerekiyor? Ailenizin geçiminin sağlanması mı
gerekiyor? Daha neler bulacaksınız. Neden siz değil de bir başkası yapsın bunları? Başkası da yalnız başına eksik
yapmaya mahkum üstelik... Sizi sadece bu tutumunuz ve bu tutuma bağlı olarak sürdürdüğünüz tekrarlarınız
geliştirir. Hiç bir iş angarya değildir. Ücretsiz çıraklık yapsanız bile edindiğiniz tecrübe bir gün paha biçilmez olacak
ve eğer ücret arıyorsanız yılların emek birikimini bir gecede alabilecek hale gelebildiğinizi göreceksiniz.
Burada tabii ki her işi hemen yapmaya kalkın demiyoruz. “Arzuladığınız size” destek olabilecek, o kişi olabilmek için
gerekli yeteneklerinizin gelişmesine destek olacak her iş fırsatına sahip çıkın diyoruz.
2.Aşağıdaki Telkinleri derin gevşemeyi takiben uyguluyorsunuz. Her bir telkini 10’ar defa zihninizden tekrar edin.
--Her gün dostlarımı daha çok seviyorum.
Her gün kendime güvenim ve cesaretim artıyor. Her gün sahnede daha yüksek güvenle konuşuyorum.
3.Aşağıdaki telkin cümlelerini seminer ortamında (veya arkadaşlarınızla birlikte başka bir ortamda) yüksek sesle
söyleyiniz. Önce hep birlikte, ardından tek tek.
--Kendime güvenim artıyor.
--Cesaretim artıyor.
--Yaratıcımın verdiği gücü hissediyorum.
--Tüm engelleri aşıyorum.
--Hızla güçleniyorum.
--Hepinizi çok seviyorum.
35
İmaj-Telkini
Telkinlerin çok büyük boyutunu zihnimizde yaşadığımız imajlar (visualization) oluşturur. İmajların etkisi kelimelerden
bazan yüzlerce kat fazladır. Zihninizde kendinizi görüyorsunuz. Ulaşmak istediğiniz ideal “siz” i tanımlıyorsunuz. o
kişiyi inşa edeceksiniz. Geleceğinizi kuracaksınız. hayalinizde hangi filmlerin kahramanısınız. kendinize ne tür roller
biçiyorsunuz. İnsanlar yaşadıklarını önce zihinlerinde prova etmişlerdir. gelecekte yaşayacak olan nasıl bir “siz”in
provasını yapıyorsunuz?
İmaj-Telkin sisteminde korkularını yenen bir “siz” in provasını yapacaksınız. Gelecekteki size hayalinizde
dokunacaksınız. Sizi göreceksiniz. Sizin kokunuzu hissedeceksiniz. Sizi işiteceksiniz. Bu tekniği sadece korku ve
heyecanı yenmekte kullanmak zorunda değilsiniz. Geliştirmek istediğiniz tüm yeteneklerinizde bu çalışma size
yardımcı olacaktır.
ALIŞTIRMA: KORKU-İMAJ-TELKİN
1. Toplum Önündesiniz: Gözlerinizi kapatacaksınız. (Şu anda nasıl yapıldığını okumak için tabii ki gözleriniz açık)
Kendinizi sahnede hayal ediyorsunuz. Karşınızda binlerce insan var. Sizi heyecanla alkışlıyorlar. Onları görün.
Işıklar üzerinizde odaklı. Fotoğraf flaşları üzerinizde patlıyor. Size dönen kameraları, resminizi çeken kameraları
görün. Tüm salonu, kocaman salonu görün. Kürsüde kendinizi görün.
Ortamınızdaki tüm sesleri duyun. Alkışları, ıslıkları, flaş patlamalarını, elinizdeki mikrofonu.... “Sağ olun. sağ olun”
diyorsunuz. Sesinizin yankısını duyun. “Huzurunuzda olmaktan mutluyum. Sizi seviyorum” deyin. Sesiniz
dalgalanıyor, duyuyorsunuz. Ortam sıcak. Sıcaklığı hissedin. Kalbinize dikkat edin. Çok sakinsiniz. Elinizde mikrofon
var. Onu ağzınıza yakın tutuyorsunuz ve hissediyorsunuz. Kalbiniz sakin. Mutlusunuz. Heyecanla konuşmaya
başlıyorsunuz. sizi alkışlıyorlar. Onları görüyorsunuz.
Protokol sıralarına bakın. Orada devlet başkanları ve milletvekilleri oturmuş, sizi seyrediyorlar. Onlara hükmeder gibi
konuşuyorsunuz. Başınız dim dik. mutlusunuz, cesursunuz, gülümsüyorsunuz.” (Bu bölümde size anlatılan görsel
canlandırma müzik eşliğinde seminer sunucunuz tarafından uygulanacaktır.)
2.kendinizi Bil Clinton ile tartışırken hayal edin.
3.Televizyonda bir açık oturumda konuştuğunuzu hayal edin. tüm ayrıntıları yaşayın.
4.Meclis kürsüsünde milletvekillerine konuşuyorsunuz.
Davranış-Telkini
Sergilediğimiz tüm davranışlarımız zamanla kişiliğimizin bir parçası olurlar. Otomatikleşirler. Eğer davranışlarımızı
değiştirirsek onlara bağladığımız duygularımızı da değiştirmiş olacağız. Duygular ve davranışlar her zaman yan yana
gelirler. Korkmuş gibi davranırsanız korkarsınız; korkarsanız, korkmuş gibi davranırsınız. Ya korkmamış gibi
davranırsanız ne olur? Korkuyor olsanız da süratle korkunuzun yok olduğunu görürsünüz. Duygularınızı boş verin ve
korktuğunuz her şeyin üzerine korkmuyor gibi davranarak gidin. Şimdi korku duygusunun yaptırmak istemediği bir
kısım davranışları zayıftan şiddetliye doğru arttırarak yapacağız. Yıktığımız davranış kalıplarıyla aslında o kalıpları
oluşturan korkularımızı yıkacağız. Ancak bu çalışmaları bilhassa topluluk ortamlarında yapmaya özen göstermeliyiz.
ALIŞTIRMA: KORKU-DAVRANIŞ-TELKİN
1. Önce ayağa kalkıp güzel konuşma seminerini tercih ettiğiniz için gurup olarak kendinizi alkışlayınız. Ayağa
kalkarak isim, soyad ve görevinizi söyleyiniz. Her arkadaşınızı alkışlayınız.
2.Dörder kişilik guruplar oluşturarak ön sırada ayakta durunuz. (1 er dakika) Semineri hangi yolla öğrendiniz, katılma
amacınız nedir? Herkes hocaya kısa bir soru sorar. (her konuşmada alkışlar-bağırmalar- yüksek sesle bravo
bağırışları)
3.Tek tek yüksek bir zemin üzerine çıkınız. Aşağıdaki cümleleri bağırarak söyleyiniz ve oturunuz.(alkışlar)
“Ben cesaretliyim. Kendime güveniyorum. Herkes gibi yetenekliyim.
Başaracağım. Bana inanın arkadaşlar.”
36
4.Gazete kağıdından sopa yapınız. Ayağa kalkınız, aşağıdaki cümleleri kuvvetle söyleyerek sopayı tekrar tekrar
masaya vurunuz.
“İçimdeki engelleri yok ediyorum. Ben başarısızlık tanımıyorum. Çok güçlüyüm.”
5.İkişerli guruplar halinde aşağıdaki konuya sert dille (oturarak ve ayakta olarak) tartışırlar:
“Işık topraktan daha önemlidir.” “Toprak ışıktan daha önemlidir”
“Bilgi sayesinde zeka artar.” “Zeka sayesinde bilgi artar.”
6.Önce herkes oturduğu yerde sesini yükselterek gülme ve bağırma çalışması yapar. Ardından dörderli guruplar
halinde ve son olarak teker teker topluluk önüne çıkarak bu çalışmayı yapar.
Gülerken: Şuna bakın hahhahhaaa, hihhihhi, şuna bakın hohhohhoo, hehhehhee
Bağırırken: Defol yanımdan. Defol. Gözüm görmesin seni, defol...
7.Yürüyüş çalışmaları:
Omuzlar dik, ileriye bakarak sert ve düzgün adımla yürüyüş
Önce bir, sonra iki el havada, ardından eller havada çırpılarak ve guruba bakarak yürüyüş.
Tüm vücudu hareket ettirerek, sağa sola sarkarak ve guruba bakarak yürüyüş
Eller arkada (dil çıkararak bunu yapmayı çok zor buluyorsanız oluşturabileceğiniz en gülünç yüz ifadesiyle) guruba
bakarak yürüyüş
8.Şarkı Söyleme:
Gurup ortamında hem gurup halinde hem de bireysel olarak belli şarkılar, mırıldanarak, yüksek sesle, oturarak,
gurup halinde ve tek tek ayağa kalkılarak söylenecek. (seminer sunucusu gerekli parçaları, söz çözümleriyle birlikte
öğrencilere sunacaktır)
Hafıza Faktörü
Hafızamızı etkileyebilmek için üzerinde durabileceğimiz dört teme alan vardır. Bu alanlara hakimiyet derecemiz
hafıza gücümüzü belirler. kitabımızın temel konusu “hafıza eğitimi” olmadığından burada konu hakkında detaylı bilgi
verilmeyecektir. İşte önemli faktörler:
1.Biyolojik-Psikolojik Sağlamlık: Vücudumuzu genel yönetim biçimimizle ilgilidir. Vücudumuzun bio-kimyasal denge
durumu hafızamızı ciddi şekilde etkiler. bu arada ruhumuzu yönetme biçimimiz de ciddi şekilde hafızamızı etkiler.
Konuya ilişkin daha ayrıntılı bilgi için kitabınızın ikinci bölümünde yer alan “Mutluluk Geliştirme Yaklaşımı” altında
yapılan açıklamaları okuyunuz.
2.Gevşeme Düzeyi: en büyük hafıza düşmanı gerginliktir. Gerginliğin ürettiği stres düşünce akışını engeller,
yavaşlatır. Gerginlik arttıkça konsantrasyon azalır. Konsantrasyon azaldıkça da hafıza tahrip olur. Seminerimizde
size öğretilen derin gevşeme egzersizlerini her gün bir defa (30 dakika) uyguladığınız taktirde 20 gün içersinde fark
edilir bir değişim gözlemleyeceksiniz. (Bkz Ek: de yer alan açıklamalar) Hafızayı güçlendirmenin en kolay yolunun
derin gevşeme olduğunu söyleyebiliriz.
3.İnanç Biçimi: hafızanızın kötü olduğuna inanıyor musunuz? Cevabınız “evet”se, emin olun hafızanız kötüdür.
Çünkü süper bir hafıza temeline sahip olsanız da, eğer olmadığına inanmışsanız sadık dostunuz olan alt şuur tüm
çabasını sarf ederek hafızanızı tıpkı inandığınız hale getirir. Deli olmak istiyorsanız bunun çok kolay bir yolu vardır.
Her gün kendinize deli olduğunuzu söyleyiniz.
Hafızamızın kötü olduğuna ilişkin inancı nasıl geliştiririz? Gergin ve sıkıntılı yaşadığımız günlerde beynimizin
düşünce akışı yavaşlar. O zamanlarda kötü hafıza dikkatimizi çeker. Gizliden gizliye endişe etmeye ve hafızamızın
kötü olduğunu kendimize söylemeye başlarız. Sonra sevdiğimiz zarar verici arkadaşlarımız bize bizi güçsüzleştiren
37
telkinler iletirler: “Nasıl unutursun, yaşlanıyorsun galiba. sen de mi unutkan oldun? Sakın bunu da unutma ha!” Bu
sözleri duya duya büsbütün unutkanlığa şartlanırız. Bu tür sözler tekrar edildiklerinde önce şüphe oluştururlar. Sonra
kanaata dönüşürler. ardından inanç olurlar. Sonunda iyice güçlenirler; iman derecesinde güçlü olurlar. Onları söküp
atmak vücuttan damarları söküp atmak kadar zor oluverir.
Varsa -bilinçli veya bilinçsiz yerleşmiş olabilir- böyle bir inancı derhal yıkmalısınız. Hafıza zayıflamasının nedenlerini
öğreniniz. Hafızanızın yerinde olduğunu ve gelişmeye devam ettiğini düşünürseniz, süreci tersine dönüştürürsünüz.
Önce eski inancınızdan şüphelenirsiniz. Ardından bu şüphe kanaata dönüşür. güçlü bir hafızaya sahip olduğunuza
inandınız mı emin olun beyniniz bu inancınızı doğrulamak için tüm gücüyle çalışacaktır.
4.Hafıza Teknikleri
Bu güne kadar hafıza üzerinde pek çok bilimsel araştırma yapılmış; özellikle Batı’lı araştırmacılar orijinal hafıza
teknikleri geliştirmişlerdir. Esasen bu hafıza teknikleri insanlık tarihi kadar eskidir. zira tarihte süper hafızalı insanlar
yaşamıştır. Ama herkesin kolaylıkla kullanabileceği sisteme yeni kavuştuğumuzu söyleyebiliriz. Bu teknikler üzerinde
yeterince çalışarak sizler de birer hafıza ustası olursunuz.
Dünyaca tanınmış hafıza öğreticilerinden birinin Dominic O’brain, diğerinin Tony Buzan olduğunu biliyoruz.
Türkiye’den kendisi de mükemmel bir hafızaya sahip olan Melik Safi Duyar bilinen hafıza tekniklerini Türkiye halkının
hizmetine sunarak çok değerli bir hizmete imzasını atmıştır. Bu isimler dışında inanılmaz hafızalarıyla şaşırtıcı
gösteriler yapan pek çok isim bulunmakla birlikte, bu üç ismin imzasıyla yayınlanan eserler hafıza teknikleri
konusunda yeterince bilgilenmemizi sağlayacaktır.
Bir gerçeğin altı çizilmelidir. derin gevşemeyi bilmeyen kişi için diğer iki faktörün büyük etkinliği kalmaz. Derin
gevşemeyi başardığınızda ise beyninizin doğal çalışma biçimi normal hayatta hafıza tekniklerine fazla bir ihtiyaç
bırakmaz.
Bu kitapta hafıza üzerinde ayrıntılı bilgi vermiyoruz. Ancak konuya ilişkin kitapların bazılarını kitabınızın Ek ‘inde
bulabilirsiniz. Konuşma sırasında karılaşacağınız hatırlama sorununu çözmek için konunuzu çalışın ve gerginliği yok
edin. Hafızanızın sizi yalnız ve yardımsız bırakmayacağını göreceksiniz. Burada size sadece bir kaç alıştırma
verilecektir.
ALIŞTIRMA: KORKU-HAFIZA
1. Derin Gevşeme ve Telkin
Kitabınızın Ek’ de anlatılan derin gevşemeyi yaptıktan sonra aşağıdaki telkinleri, telkin bölümünde tekrar ediniz.
--Her gün hafızam gelişiyor.
--Her gün daha iyi hatırlıyorum.
2.Duyusal Canlandırma Yapınız
Duyularınızı kullanarak zihninizde canlandırma yapınız. Duyusal canlandırma yeteneğinizi bol alıştırmalarla
geliştirdikçe bilgilerin daha güçlü olarak hafızanızda yerleşmeye başladığını göreceksiniz. Aşağıda örnekleri verilen
bu tür egzersizler iç görü yeteneğinizi artıracaktır. Söz söylemeye kalkmadan önce yapacağınız çalışmada ise böyle
bir canlandırma ile hafızanızdaki bilgileri iyice pekiştirmiş olacaksınız.
Görsel Canlandırma
Kaybettiği yavrusunu arayan bir annenin görüntüsü, Güneş doğarken ve batarken oluşturduğu görüntünün renk
özellikleri, akan suda yansıyan ışığın görüntüsü, bir fırtına görüntüsü, lisede iken sizin görüntünüz, çiçeklerin
görüntüleri, böcekler, arabalar....
İşitsel Canlandırma
Gök gürültüsü, hayvanların sesleri, rüzgar, sinek vızıltısı, uçak sesi, öfkeyle bağırma, ağlama, gülme sesleri ...
Dokunsal Canlandırma
38
Tokat attığınızda eliniz ne duyar, ateşte yansa parmağınız ne hisseder, demiri sıksanız, elinizi kesseniz, yumuşak
yatağa uzansanız, çocuğu öpseniz... ne duyarsınız.
2.Eski Bilgilerinizi Tarayınız
İlk okul, ortaokul, lise döneminde okulda öğretmenleriniz kimlerdi, hangi dersleri aldınız, okulunuzun nasıl bir çevresi
vardı, hangi önemli hatıralarınız var? Oturun ve kendinize bunları hatırlama talimatı vererek bekleyin.
Güzel Konuşma&Etkili İletişim
Duyguları Etkileme Yaklaşımı
İnsanları ikna eden en önemli etken fikirler değil duygulardır. Gerçek ikna düşüncelerle birlikte duyguları etkileyen
iknadır. Bu bölümde duyguları ikna yönünde etkilemek için yapılması gerekenleri göreceksiniz.
İletişimde akli olan insanlara konuştuğunuz gibi kalbi olan insanlara da konuşmaktasınız. İnsanlar söylenenleri
sadece akıllarıyla değil aynı zamanda kalpleriyle de değerlendirirler. Öyle ki özellikle gençler için çoğu zaman
akıldan ziyade kalp hükmeder. Kalpleri olumsuz etkileyen mesajlar verdiğinizde ne kadar akla uygun, inkar
edilemeyecek sözler söylerseniz söyleyin hiç bir etki meydana getiremezsiniz. Eğer dinleyenlerin duygularını olumlu
yönde etkilemeyi başarabilirseniz fikir yönünden ne kadar zayıf olursanız olun parlak bir iletişim kurabildiğinizi
görürsünüz. Etkili konuşma yeteneği olmayan binlerce insan aslında sırf duyguları olumlu şekilde kullanmayı
başardıkları için iletişimlerinin zirvesine çıkmışlar ve çok büyük işlerde diğer insanları yönlendirebilmişlerdir.
Duyguları sözlerimizle etkileyebildiğimiz kadar tutumlarımızla da etkileyebiliriz. çoğu zaman duyguları etkileyen
faktörler sözler değil temel tutumlardır. Eğer dinleyicilerde duygusal bir tepki ve red oluşturursanız bu sözlerinizin de
reddedilmesine yol açar. Eğer duygusal bir kabul ve iyi niyet oluşturabilirseniz bu zayıf olan düşüncelerinizi de
güzlendirir. Yaratıcının koyduğu kanun budur.
Benlik Direncinin Etkisi
Tüm insanlar birer “ego” yani “ben” taşırlar. Her insanın kendi beni sahip olduğu en aziz varlıktır. İnsanlar “benlerine”
yönelebilecek en küçük tehdide şiddetle direnirler. Bu direniş düşünsel değil duygusaldır. Eğer amacınız insanları
kazanmak ve düşüncelerinizi onlara aktarmak ise asla “benlerini” rencide etmemelisiniz. Aksi taktirde akıllarını
düşüncelerinize kapatırsınız. Artık etkili söz söylemenizin hiçbir anlamı ve önemi kalmaz. Aşağıda benlik direncini
etkileyen bazı faktörler üzerinde durulmuş ve bunların nasıl kullanılacağı anlatılmıştır.
Eleştirmeyin
Karşınızdaki kişinin hatasını açığa çıkarır eleştirirseniz “ego^su yaralanır. Böylelikle o kişinin sizden nefret etmesine
ve ya sizi dinlemekten vazgeçmesine veya kendi fikrini destekleyecek deliller aramasına yol açarsınız. Bu
çerçevede;
Bir kusuru asla şahsileştirmeyin: “Sen böyle bir hata yaptın... Yanlış düşünüyorsun....” demeyin. Gerekliyse bunun
yerine “Biz şöyle şöyle hatalar yapabiliriz.... İnsanların bu tür hatalar yapmaları mümkündür. Sahip olduğum bilgilere
dayanarak düşündüğüm zaman şu şekilde davranmanın hatalı olduğu sonucuna varıyorum” Denebilir.
Her zaman açık kapı bırakın: Muhatabınızın hatasını kabullenmesi, bir mazerete imkan tanımanız halinde daha
kolay olabilir. Herkes hatasına mazeret bulmak ister. “İnsanların haberi olmadan onlar adına böyle kötülükleri
yapanlar var... Bazen insanların böyle davranmasına yol açan çok ciddi nedenler olduğunu kabul ediyorum”
denebilir.
Hatalarınızı Kabul Edin
İnsanlar kendi eksiklerini görmeye isteksizdirler. siz kendi eksiklerinizi görürseniz onlarda kendileri hakkında bu
isteği oluşturursunuz. Hatalarınız reddederseniz muhataplarınızda kendilerininkileri reddederler. Dahası sizin
reddiniz egonuzu koruduğunuz anlamına gelir. Egonuzu korumak ve yüceltmek gibi bir endişeniz varsa dinleyiciler
de o egoyu ayakları altına almak isterler. Bunun için kendi egolarını yüceltmeye çalışırlar. Bu durumda mesajınız
netliğini kaybeder. Elbette dinleyiciler size üstünlük atfederlerse sizden çok fazla etkilenirler. Ama insanlar gururlu
39
insanlara üstünlük atfetmezler. Kendinizi küçültmeyeceksiniz. Ama “ne yazık ki cahil olduğum zaman o hatayı
işledim. Şimdi bir daha aynı yanlışı yapmamak için çırpınıyorum... elbette ben de sizin gibi bir insanım ve biz
yanılabiliriz, ama tüm gücümüzle doğruları araştırmalıyız....” denebilir.
Tartışmadan Kaçının
İnsanlarla “evet-hayır” kilitlenmesine girdiğinizde tartışmaya başlarsınız. İşin içine duygu girer ve herkes şerefini
kurtarmak için doğruluğunu ispat için çırpınır. Tam bu anda ya tartışmayı sürdürmeyerek konuşmayı kesin ya da
uygulanabilirse çözüm tutumunu kullanın. Çünkü eğer amaç karşıdaki insanı kazanmaksa tartışma kesinlikle her iki
taraf için de mağlubiyetle sonuçlanır. Eğer amaç tartışılan kişinin çok kötü olması nedeniyle onun dinleyiciler
nezdinde küçük düşürülmesi ve böylece tecrit edilmesi ise karşı tarafın mantıklı cevaplar bulamamasıyla sonuçlanan
tartışmalar tercih edilebilir.
Tartışmayı terk etme yolunu tercih ediyorsanız “Şimdi işin içine duygularımız karıştı. Artık samimi olarak doğruları
araştırmıyoruz. Ben her zaman doğruları samimi olarak paylaşmanın yolunu arıyor ve yanlışımı içtenlikle görmek
istiyorum. Bu tartışmada siz veya ben susmak zorunda kalabilirim ama ikimiz de mağlup oluruz. Bu konuşmaya
tartışmamak şartıyla daha sonra devam edebilirim. Nasıl yorumlanırsa yorumlansın şimdi bırakmak zorundayım.”
denebilir. Çözüm tutumunu kullanacaksanız Şu örneğe bakınız: “Sizi anlamaya çalışıyorum. Benden farklı
düşünüyorsunuz. Mutlaka ciddi delilleriniz var. Tam olarak anlayabilmem için tekrar kendinizi daha açık ifade eder
misiniz? elbette düşünceleriniz çok önemli. Böyle düşünebilmek için çok şey bilmek gerekiyor. eminim bende sizinle
aynı bilgileri ve tecrübeleri yaşasam bizinle aynı sonuçlara ulaşabilirim. Ama akıl aynı akıldır. Ben bu konuda şunları
biliyorum. Şunlar deneyler... Bunlar otoritelerin sözleri... Bunlar da benim tecrübelerim... Bu bildiklerim beni bu
sonuca götürüyor. Sizin benden daha iyi bir mantığa sahip olduğunuzdan şüphem yok. Ama doğruları bulabilmek
için mantıklı olmanın yanı sıra samimiyete de ihtiyacımız var. Sizin söylediklerinizle benim söylediklerimi birlikte
düşünelim. ”
Hayır Demeyin-Dedirtmeyin
Yanlış bir fikir, değerlendirme veya bilgi ileri sunularak size bir teklif yapıldığında asla doğrudan “hayır” cevabını
vermeyin. Eğer kişi başkalarının düşüncesini size aktarıyorsa “hayır” diyebilirsiniz. Ama eğer başkalarından alıntılasa
da kendisinin de kuvvetle benimsediği bir yaklaşım ise hemen hayır demeyin. Bunun yerine “Sizi anlamaya
çalışıyorum, çok önemli bir soru soruyorsunuz, ilginç bir değerlendirme yapıyorsunuz” şeklindeki yaklaşımlardan biri
kullanılabilir.
Siz soru sorarken, görüş bildirirken bir teklif götürürken özellikle başlangıçta cevabının “evet” olduğunu bildiklerinizi
kullanmaya özen gösterin. Bunun için insanların neye evet diyebileceğini önceden öğrenebilmek için dikkatli olun.
Seri olarak alacağınız “evet”lerin ardından, yeni bir teklife evet cevabı alma ihtimaliniz kuvvetlidir. Örneğin “Hepiniz
güzel konuşmayı ister misiniz?” sorusunun cevabı evet olduğu halde aynı konuda “herhangi biriniz kötü konuşmacı
olmak ister mi?” sorusunun cevabı mutlaka hayırdır.
Büyüklenmeyin ve Küçümsemeyin.
Büyüklenme veya küçümseme kişiler arasındaki “ego” dengesini olumsuz etkiler ve ego direnci oluşur. dengenin her
zaman korunması arada duygusal duvarların oluşmasını engeller. Ancak burada bir incelik vardır. Dinleyici
açısından konuşmacının yüceltilmesi fikirlerin lehinedir. Büyüklenme ve küçümseme dinleyici açısından konuşmacıyı
küçültür; tevazu ve dinleyiciye verilen önem ve yapılan samimi övgü de konuşmacıyı yüceltir. Büyüklenme ve
küçümseme temelde duygusaldır, bunlar duygusal olarak yaşanır ve dinleyici tarafından mutlaka algılanır. Ancak bu
psikoloji kolaylıkla konuşmalara da yansıyabilir. “ Ben şimdiye kadar hiç hata yapmadım, bu güne kadar bir çok
başarıya imza attım, bu insanlara çok büyük faydam dokunmuştur(büyüklenme), bir sanatçı olarak bir çok kişinin
nasıl da gülünç şekilde sanatçılık oynadığını görüyorum, şu geri zekalı insanlar arasında yaşamaya
çalışıyorum(küçümseme)” gibi ifadeler doğru da olsalar konuşmacıyı tüketirler.
Görünüşün Etkisi
İnsanlar sizi ilk gördükleri izlenimleri her zaman sizinle birlikte hatırlarlar. İlk verdiğiniz izlenim tüm hayatınız boyunca
sizi tanımlamaya devam eder. Görünüşünüz insanların en az % 80’i için sizin ne kadar dinlenilmeye değer veya
güvenilir olduğunuzun göstergesidir. Çoğumuz fikirlerin mantıklılığına ve delillendirilme derecesine dikkat etmeyiz.
Ama fikrin kaynağına yüklediğimiz kutsallık bizi çok fazla etkiler. bu kutsallığı belirleyen en önemli faktörden biri ilk
gördüğümüzde edindiğimiz izlenimdir. Bu çerçevede görünüş hakkında yapılması gerekenler aşağıda sıralanmıştır.
Enerjik Görününüz.
40
Yorgun insanlar yavaş, tutuk ve donuk konuşurlar. Heyecan eksikliği nedeniyle inandırıcılıkları zayıftır. Görünüşleri
sanki inanmadıklarını söylediklerini düşündürmektedir. Tokluk ve uykusuzluk canlılığı ve konuşma seriliğini olumsuz
etkiler. Enerjik insanlar tüm organlarına hakim imiş gibi görünürler. Fazla tok, uykusuz veya ihtiyaçtan fazla uyumuş
iken konuşmaktan kaçınmalısınız. İhtiyacınız varsa hafifçe glikoz içeren tatlı sıvılar veya süt alabilirsiniz.
Temiz Giyininiz.
İnsanın dış görünüşü iç görünüşünün aynası olarak algılanır. İç görünüşün en önemli yansıması yüz hatları ve
vücudun genel duruşu olsa da izleyici ilk anda en az bunlar kadar kişinin giyimine ve temizliğine dikkat eder. Düzgün
tıraş, bembeyaz parlayan dişler temizliğin ve asilliğin ilk işaretlerindendir. Buna paralel olarak düzgün ütülenmiş yani
görünümlü takım elbise, boyalı sağlam ayakkabı, sıra dışı olmayan renkler önemli giyinme faktörüdür. Kesilmiş
tırnaklar, aşırı makyajı olmayan bir yüz uzağa yayılmayan ama kucaklaşma veya öpüşme esnasında
hissedilebilecek hafif ve güzel bir koku, vücut hatlarını göstermeyen vasat bir örtünme tarzı.... Bunlar ciddiyetin ve
etkililiğin en önemli faktörleridir. eğer ilk göründüğünüzde ciddiyet ve saygınlık imajınızın yok olmasına izin
verecekseniz şunları yapabilirsiniz:
Dişlerinizi fırçalamayın. Yemek kırıntıları 50 cm’den belli olsun. Tırnaklarınızı iyice uzatın, bıyıklarınızı iyice uzatın,
saçlarınızı ve sakalınızı dağınız bırakın. Çamurlu veya yırtık elbiseler giyinin veya elbiseleriniz vücudunuzun hatlarını
iyice göstersin. Aşırı makyaj yaparak görünümünüzün doğallığını maskeleyin, uzaklara yayılan bir koku kullanın,
üstelik bu konu keskin olsun....
Görünümünüzü Kontrol Edin.
Özellikle gurup karşısında iseniz takip edenlerce nasıl bir görüntünün neresindesiniz? Kendinize bakın. Öfke,
heyecan, titreme gibi bir izlenim veriyor musunuz? Ne kadar sakin “gülümseyebiliyorsunuz”? Gülümserken
dişlerinizin gözükmesi gerekmez. Sakince vücudunuzu gevşetiyorsunuz.
Düz bir ortamda konuşuyorsanız ez azından omuzlarınıza kadar görünebilmek için biraz yükseğe çıkmaya çalışın.
kürsü önünde iseniz arkasına gizlenmeyin. Kürsü omuzlarınıza kadar çıkıyorsa kürsüyü kaldırın. Konuştuğunuz
noktanın hemen çevresinde hareketli insanlar, nesneler olmamalıdır. Oturuyorsanız yığılır gibi değil diri diri oturun.
Çok hızlı hareket etmeyin, ellerinizle aşırı oynamayın, kontrol edemiyorsanız ellerinizi arkaya bağlayın, tek elinizi
cebinize koyun veya elinizde bir kalem tutun veya en iyisi her ikisini aşağıya salın ve istedikleri gibi davransınlar.
Jestleriniz Tabii Olsun
Söz söylerken jest çok önemlidir ama tabiiliği bozulduğunda jest her şeyi mahveder. Jestlerin anlamını çok iyi
öğrenin ve iyice yerleştirinceye kadar kullanın. Ancak konuşma yaparken jestlerin anlamını düşünerek onları
kullandığınızda yapmacıklıktan kurtulamazsınız. Jestlerinizi yapınızın tercihine bırakın ve bir hareketi asla sürekli
tekrarlamayın.
Benliği Coşturmanın Etkisi
Kalplerin ikna edilmesi yolunda kullanılacak bir diğer yöntem de muhatap kitlenin “ben” duygularını harekete
geçirmek ve yükseltmektir. Önceki bölümde benlik direncinin kırmanın önemi üzerinde durduk. Muhatabınızın beni
asla sizden aşağıda tutulmamalıdır. Şimdiki yolla onların benlerini yükseltme yolunu kullanıyorsunuz. Aşağılanmaya
direnen veya karşı çıkan benler yüceltenlere de sahip çıkar. Bu çerçevede üzerinde duracağımız yöntemler
aşağıdadır.
İltifat Ediniz:
Tüm insanlar samimi iltifattan hoşlanırlar. İltifat gururu okşama veya kompliman şeklinde kendini gösterebilir. Sizi
dinleyenlerin değer verdiklerini bildiğiniz bir özelliklerini takdir ettiğinizi onlara söyleyiniz. Eğer bu özellik onların bile
farkında olmadığı bir özellikse çok etkileyici olacaktır.
Örneğin bir Amerikalı bizimle konuşuyor: “Biz Amerikalılar bilgiye ve zekaya çok önem veririz. Ülkemize gelen büyük
zekalar arasında Türklerin önde gelmesi hep dikkatimizi çekmiştir. Şimdi büyük zekaları yetiştiren böyle bir
topluluğun karşısında konuşmanın heyecanını yaşıyorum.”
Üstünlük Atfediniz:
41
Dileyicilerinizi dürüst, namuslu ve üstün insanlar olarak tanımlayınız. Öyle olmasalar bile insanları bu üstün vasıflara
sahip göstermeniz veya en azından bu üstün vasıfları seven ve bunlara değer veren insanlar olduklarını ifade
etmeniz etkileyici olacaktır.
Örneğin Alkolizme düşmüş bir topluluğa konuşuyorsunuz:” Şimdi karşımda her şeye rağmen insanlık onurlarını
korumaya adanmış bir topluluk görüyorum. Gözleriniz bana diyor ki ‘biz temiz insanlarız, dürüstlüğü ve onurlu
yaşamayı gönülden yaşamayı arzuluyoruz.’ Sizi tebrik ederim. İnanıyorum ki bir gün hepiniz çok gurur duyulacak
başarılara ulaşacaksınız.”
İyimserlik Yayınız.
Konuşmanızda bir sorunu veya çirkinliği dile getiriyor olabilirsiniz. Ancak kötü durumları tasvir ettikten sonra bir
çaresizlik, ümitsizlik ve karanlık havası oluşturmanız tehlikelidir. Bu durumda dinleyicinin heyecanını kırar, onu
üzersiniz ve bu yolla kendi imajınızı zedeleyerek kötü olaylarla birlikte hatırlanır hale gelirsiniz. Kötü durumlara vurgu
yapılacaksa bu durumlar ayrıntılı tasvir edilmemeli, çabucak geçildikten sonra bunların düzeltilebilmesinin mümkün
olduğunun ayrıntılı anlatılması gerekir. Böylece oluşturulan iyimser hava ile konuşmacı-dinleyci duygusal
yakınlaşması sağlanır.
Örneğin toplumsal yozlaşmaya vurgu yapıyorsunuz: “Toplumumuzda büyüyen bir çöküş var. Geçim sınırının altında
bir fakirlik ve büyüyen ahlaksızlık türleri...Biz tüm bunları aşabiliriz. Bizim ecdadımız her türlü zorluğa 600 yıl göğüs
gerdiler. Bizler dünyanın en temiz, en çalışkan en ahlaklı insanlarının torunlarıyız. Her geçen gün üzerimize düşen
görevin daha net bilinicine varıyoruz ve böyle gayretli insanların sayısı arttıkça yeniden Dünyanın en temiz insanları
olduğumuzu tüm Dünyaya göstereceğiz.”
Sevgi Yayınız:
Dinleyici kitleyi sevmeye büyük önem vermelisiniz. Onlar son derece değerli ve sevilmeye layık varlıklardır. Bu
olumlu duygunuz onların da eninde sonunda sizi sevmelerine yol açar. Sizin duygularınız onların duygularını
etkileyen en önemli faktördür. Nefret duygusu vererek insanların fikirlerinizi sevmelerini bekleyemezsiniz. Sevginiz
kendinizi “güler yüz” ile yansıtacaktır. Gerçek bir güler yüz o yüze bakan herkesi güler hale getirir. güler yüz iç
gerginliği azaltıp her şeye rağmen huzur ürettiği için güler yüzlü konuşmacı dinleyicinin içinde sevinç üretmesine
katkıda bulunur. İnsanlar kendilerine zevk veren her şeyi severler.
Emin Olunuz:
Sizin söylediklerinize ilişkin kesinlik inancınız en önemli duygusal ikna nedenidir. İnsanlar çoğu zaman
söylediklerinizi anlamazlar veya sizden farklı yüzlerce düşünce varken yaşayıp görmedikleri tezinizden emin
olamazlar. Herkes dinlediğinin doğru olmasını arzuladığında konuşmacının gerçekten de kendisini ikna etmesini
sağlar. Konuşmacının çabaları işe yaramayabilir ama konuşmacının kendisinden emin olması, hiç bir şüphe
duymaması aynen algılanır. Hiç şüphe duymadan fikirlerini savunan insan hatalı da olsa çok kalabalık toplulukları
kendine inandırabilir. Şu halde tüm gücümüzle savunduğumuz bir fikir varsa ona ilişkin inancımızı kuvvetlendirmemiz
gerekir. İnancın kuvvetlenmesi ise ancak ısrarlı ve detaylı araştırma ve tahkike dayanır.
İnanmanın Etkisi
İnancınız Net-Kesin Olsun
Şüpheli olduğunuz bir konuyu savunurken şüphe yayarsınız. Siz inandığınızdan emin misiniz? Yani neye
inandığınızı biliyor musunuz? İnsan birbiriyle çelişen inançlarla kimseyi ikna edemez. Örneğin yeni bir dil öğretim
tekniğini duydunuz ve çok etkili bir teknik olduğunu defalarca duydunuz. Sonra birileri size bu tekniğin hiç de
sanıldığı gibi etkili olmadığını söyledi. inancınız sarsıldı mı? Küçük bir şüphe oluştu mu? Oluştu ise inancınız kesin
ve net değildir.
İnancınız Güçlü Olsun
İnandığınız konu hakkında şüpheniz yoktur ama kolay şüpheye düşebilecek konumdasınızdır. Bu durumda inancınız
zayıftır. İnancınızın en güçlü olduğu noktada aksini görseniz bile inancınızdan vazgeçemezsiniz. Çünkü inancı o
kadar çok tekrar ettiniz ve o kadar onu destekleyen tecrübe aldınız ki o inanç tüm hücrelerinize işledi.
İnancınızın Hedefi Belli Olsun
42
İnandıktan sonra bu inancınızı kime anlatmak istiyorsunuz. Bu hedef kitleyi inancınızla birlikte sürekli düşünmelisiniz.
Onlara vermek istediğiniz mesaj sevgi sayesinde tüm problemlerin hallolabileceği inancı mı? O zaman onları tüm
kalbinizle sevin, sanki ayni sevginin hepsini kuşattığını ve aralarındaki tüm problemleri hallettiklerini duyun. ama
bunu yaparken hangi kitleye hitap ettiğinizin mutlaka farkında olmalısınız.
ÖZET
Olumsuz Duyguların Önünü Kesin:
1. Konuştuğunuz insanları asla eleştirmeyin. kendinizi bile eleştirmemelisiniz.
2. Eğer varsa hatalarınızı savunarak örtbas etmiyorsunuz. Hatayı hemen kabul etme fazileti sayesinde hem
hatanızı yok edersiniz hem de zannedilenin aksine daha yüksek bir onura kavuşturulursunuz.
3. Tartışmalarda kaybeden de kazandığını sanan da kaybeder. Eğer bir insanı kazanmak istiyorsanız onunla
asla tartışmayın.
4.Katılmadığınız bir fikre doğrudan”hayır” demiyorsunuz. bunun yerine fikre saygı duyup bildiğiniz farklı
hususları açıklıyorsunuz. Karşınızdaki insanlara “hayır” diyeceklerinden emin olduğunuz konuları doğrudan
söylemeyin.
5.Siz çok büyüksünüz. Ama herkes büyük. Ve siz dahil herkes büyük olmak istiyor. Şu halde kendinizi
başkalarının önünde büyülterek veya başkalarını önünüzde küçülterek dengeyi bozmayın. Aksi halde her iki
durumda da gerçekte siz küçülürsünüz.
Etkileyici Görünüş Oluşturun:
1.Enerjik bir insan gibi canla ve heyecanlı durun. bakışlarınız canlı olsun.
2.Her zaman yeni ve en kaliteli elbiseleri giyinemezsiniz. Ama giyindiklerinizin temiz olmasına, vücudunuzun mutlaka
temiz bulunmasına dikkat etmelisiniz. Saç, sakal, tırnak, diş ve ayakkabı temizliğini bu çerçevede düşünebilirsiniz.
3. Uçuk hareketlerden kaçının. genel görünümünüz ve duruşunuz ağırbaşlı bir kişilik imajı çizsin. Tükürük
savururcasına bağırmak, küçük dili gösterecek kadar gülmek gibi durumlar iletişimciyi küçük düşürtür.
4.Yapmacık jest ve mimiklerden kaçınılmalıdır. bunları öğrenebiliriz ama iletişim esnasında tabii olarak çalışmalarına
izin verilmelidir.
Sizi İzleyen Duyguları Coşturun:
1.Doğru ve samimi iltifatları her fırsatta kullanın.
2.Dinleyenlerin üstün olduğu yönleri keşfetmelerini sağlayın.
3.Sürekli iyimser ve çözüme dönük yaklaşımların sergileyin.
4.Her sözünüz kalbinizden sevgiyle çıksın. Dinleyenleri severek onlara konuşuyorsanız onlarda sizi severek
dinleyeceklerdir.
5.Ne kadar kendinizden eminseniz dinleyenler o kadar sizden emin olacaklardır.
İman Derecesinde İnanç Geliştirin:
1. İnancınızın net ve kesin olmasını sağlayın. Yani neye inandığınızı tam olarak bilin.
2.İnancınızdan doğan bir fikri anlatırken kimleri hedef seçtiğinizden duygusal olarak emin olun.
43
Güzel Konuşma&Etkili İletişim
Düşünce Akışını Etkileme Tekniği
Düşünceleri İnşa Edin
Konuşmada başvurulacak bir kısım tutumlar düşüncelerin daha güçlü hale gelmesine yol açar. Dinleyici fikrin
doğruluğunu sorgularken kendi zihninde var olan diğer düşüncelerle karşılaştırır. Fikrinizin galip gelmesi için
dinleyenin düşünce kaynaklarından “daha güçlü” ve “daha çok sayıda kaynağa” dayanması gerekir. Bir diğer deyişle
insanlar düşünceleri değerlendirirken, bu düşünceler hakkında;
- Otoritelere dayanmakta mı dırlar ?
- Ne kadar sayıda otoriteye dayanmaktadır?
- Bu otoriteler ne ölçüde güvenilirdirler?
-Söyleyen kişi bir otorite imajı vermekte midir?
- Ne kadar sayıda ek fikirler aynı noktaya işaret etmektedir?
- Fikirler ne kadar mantıklıdır?
- Bunlar dinleyenin İnançlarıyla ne ölçüde uyuşmaktadır?
gibi sorulan sorular ve bu sorulardan alınacak cevaplara göre kararlarını verirler. Dinleyiciyi aklen etkileyebilmek,
onun aklına girmek ve ona kullanacağı yeni malzemeler vermekle mümkündür. Bu bölümde aklı en hızlı etkilemeye
destek olacak faktörler üzerinde duracağız.
Fikirlerinizi Mal edin :
Önemli olan bir fikri sizin üretmiş olmanız mı, yoksa onun daha çok kişi tarafından sahiplenilmesi mi ? eğer ikincisiyle
doğrudan yargıları vermekten- özellikle konuşma başlarında- çekinin. Bunun yerine sizi belli bir fikre götüren
nedenleri sıralayın ve dinleyenlerin aynı fikre gelmesini beklemek üzere onları serbest bırakın. Şu iki örneğe
bakalım;
a) “Kobra yılanları çok tehlikeli ve zehirlidir. İnsanlara çok büyük zarar verebilirler. Bu yüzden kobra yılanından
kaçmalıyız.” b) “Kobra yılanlarının dişlerindeki zehir 100 kişiyi öldürmeye yeter. Bu yılanların ağızları o kadar
büyüyebiliyor ki bir kuzuyu bile yutabilirler. Bu yüzden kobra yılanından kaçmalıyız.”
Bu iki ifade biçiminin ikincisinin daha etkili olduğunu görüyorsunuz. Burada altı çizili son cümleleri siz söylemeseniz
bile dinleyici o düşünceyi üretecektir. Bir başka örnek;
a) “Değerli dinleyenler! bildiğiniz atom korkunç bir kuvvete sahiptir. Eğer bu kuvveti açığa çıkarabilsek bu güç büyük
işler yapabilir. Dolayısıyla atom gücünü kullanırken çok dikkatli olmalıyız.”
b) “Değerli dinleyenler Atom’un ne kadar büyük bir kuvvet taşıdığını düşündünüz mü ? Kalemle bir kağıda ‘atom’
kelimesini yazın. Eğer o yazının mürekkebini oluşturan atomları parçalayabilseydik ortaya büyük bir enerji çıkardı.
Bu enerjiyle 10 tonluk bir kamyonu 1 km. havaya fırlatabilirdik. Dolayısıyla atom gücünü kullanırken çok dikkatli
olmalıyız.
Ana Fikirden Sapmayın ;
Konuşmaya kalktığınızda tüm mesajlarınızın birleştiği tek bir mesaj olmalıdır. Ana fikir olan bu tek mesaj tüm
mesajlarla desteklenmelidir. Örneğin dinleyicilerinize güzel konuşma yeteneğinin faydalarını anlatıyorsunuz. Bu
yeteneğin neler kazandıracağını sıralayacaksınız.
- toplum huzurunda kendine güven ve rahatlık
- sevilir bir ses tonuyla konuşma
44
- siyasi ilişkilerde yükselme vs. nedenler sıraladınız.
Eğer bunların arasına “Sözleriyle Dünya savaşlarına yol açabilecek kadar etkili olabilmeyi” ekliyorsanız, ilgili fakat
ana fikre destek vermeyen bir söz söylersiniz. Eğer “güzel konuşma ile gurur ve büyüklenme” arasında ilişki
kuruyorsanız kendinizi içten sabote edersiniz, kendinizle çelişirsiniz. Çünkü güzel konuşmanın zayıf karakterli
insanları büyüklenmeye ve başkalarını küçük görmeye sevk etmesi mümkündür ama sizin ana fikriniz bu olumsuz
yönü içermiyor. Eğer Amerika’da koyunların beslenme biçimleriyle şarkı sözleri arasındaki ilişkiden söz ediyorsanız
bu defa söylediğinizin ana fikrinizle hiç ilgisi yoktur. Kısaca, her yeni paragrafınız veya ifade kümeniz yeni, fakat
öncekine destek olan ifadelerden oluşmalıdır.
Destekleriniz mantıklı olsun ;
Ana fikrinizi desteklerken sürekli mantık kullanmak durumundasınız. Mantık özellikle “sebep-sonuç” ilişkisinin
doğruluk derecesini arar. Doğruluk derecesi karşılıklı konuşmadığınız dinleyici kitlesine % 100 bilimsel verilerle
anlatılamayacaktır. Dolaysıyla dinleyicinin bildiği veriler kullanılarak benzetmeler yapılmak zorundadır. Dinleyicinin
bilmediği kavramlarla yürütülecek çok doğru bir mantık aslında mantıksızlık gibi işleyebilir. Bu çerçevede aşağıdaki
örnekler üzerinde duralım. Bu örneklerde dinleyicilerin yabancı oldukları bilgiler ve bunların dayandığı mantıklar
bildiklerinden hareketle anlatılmaya çalışılmaktadır:
a) “Zaman büyüyebilir. Aynı zaman içinde bazı insanların daha fazla iş yapması mümkündür. Hatta ruhsal
yetenekleri gelişen insanlar bir günde örneğin 10 gün yaşayabilirler. Rüyalarınızı düşünün. Aslında 10 saniye süren
bir rüyayı anlatmaya kalktığınızda 10 saniyede yaşadığınızın bir yıllık olay olduğunu görürsünüz.
b) “Biliyor musunuz insanlar güçlerini çok küçümsüyorlar. Aslında bazen bir insanın tek bir el hareketiyle tüm dünya
değişebilir. Bir teraziyi düşünün ki iki kefesinde eşit ağırlıkta birer dağ vardır. Bir kefeye dokunursunuz ve tüm denge
değişir, bu kadar basit. İnsan asla kendisine verilen gücü küçümsememeli.
c) “Bir hedefe ulaşmak mı istiyorsunuz. Odaklaşın dikkatinizi keskinleştirin. O zaman hedefinize giderken her engeli
deler geçersiniz. Düşünün tahtayı keserken gücünüz ne kadar çok olursa olsun keserinizin ağzının keskinliği çok
önemlidir. Jilet gibi kesen bir keserle parçalar geçersiniz. Ağzı düz bir keserle ise tüm gücünüzle vursanız bile
parçalar kopmayabilir.
Otoritelere dayanın
Fikirlerinizi otoritelerle destekleyebilmelisiniz. İnsanların çoğu - günümüzde- bilim adamlarına inanmaktadır. Bu
arada din adamları, kültür ve edebiyat önderleri ve bazen de siyasi liderler toplumca otorite olarak kabul ediliyorlar.
Bu arada sosyal alanda çok fazla görülen şöhret sahibi herkes hayranları gözünde birer önemli otoritedir. Otoriteler,
şahıslar dışında kitaplar veya çeşitli önemli tüzel kişilikler; kurum veya kuruluşlar olabilir. Örneğin bir Müslüman için
Kur’an en büyük otoritedir. Konuşmalarınızda bu otoritelerin sizinle aynı olan fikirleri size güç verecektir. Ancak
muhatap kitlelinize bakarken hangi otoriteye dayanacağınızı iyi seçmelisiniz. Zira sizin otorite olduğunu sandığınız
kişi, varlık veya kurum karşınızdaki dinleyicinin nefretini kazanmış bir varlık da olabilir. Aşağıdaki örneklere bakalım;
a) “Başarının sırrının zekadan değil çok çalışmaktan geçtiğini artık görmeliyiz. 200’ün üzerinde buluşa imza atan
elektriğin buluşçusu Edison başarının % 1’nin zekadan % 99’nun da çalışmaktan kaynaklandığını söylüyor.”
b) “Güneş doğduktan sonra uyumaya devam etmek ne büyük zarar. Bilim Teknik Dergisinde okumuştum. Sabah
uyandıktan sonra uyumaya devam etmek zeka gerilemesine yol açıyormuş. Daha da önemlisi, gündüzün başında ve
sonunda uyunacak uykunun aklın azalmasına yol açtığını 14 asır önce Peygamberimizin de söylediğini biliyor
muydunuz ?
Örneklere başvurun ;
Örnekler ileri sürülen fikirlerin somut yansımalarıdır. her alt fikir bir veya daha fazla örneğe dayandırılabilir ve ileri
sürülebilecek örnek, fikrin somut yansımalarından herhangi biri olabilir. Örnek bir önceki temel veya yardımcı fikrin
kapsamında olmak zorundadır. Örneklendirmekten amaç fikrin delillendirilmesi ve somutlaştırılmasıdır. Şu örneklere
bakın;
a) “O insan hep güzel sözler söyler. (Örneğin)Bir defasında tüm topluluğa çalışmasının önemini anlatıyordu.
(Örneğin)Onu bir keresinde heyecanla çocukları teşvik ederken gördüm vs.
b) “Bazı kuşların verdikleri sesler insanlara müzik gibi gelir. Örneğin bülbülün bahçedeki ötüşü, kekliğin vadilerdeki
bağırışı harika bir senfoniyi andırır.”
45
Anlaşılır Anlatım Kullanın;
Amacınız anlaşılmak olduğuna göre edebi sanatlardan uzak durun (Bunun istisnaları vardır.) Mecaz bazen çok
çarpıcıdır ama en büyük tehlikesi herkes tarafından farklı algılanabilmesidir. Dili kullanma biçimimizin anlaşılırlık
derecemizi etkileyen çeşitli faktörleri vardır. Bu faktörleri aşağıda sıralıyoruz:
- Bilinen kelimeleri kullanın; bir doktorun tıp terminolojisiyle gerçekleştirdiği anlatımını ancak doktorlar anlayabilir.
Hukuk dergisinde hukuk terminolojisi kullanılarak yapılan anlatım genel halka hitap etmez. Konuştuğunuz kişilerin
bildiklerini tahmin ettiğiniz kelime veya ibareleri kullanmanız çok önemlidir.
- Tam ilgili kelimeyi kullanın; kelimelerin kapsamları farklıdır. Her kültür ve birey aynı kelimelere farlı anlamlar
verebilir. Örneğin: “Bizim gelip gittiğimiz, seviştiğimiz bir insandı “ derseniz, altı çizili kelimeniz nasıl anlaşılır.
“Sevişmek”, karşılıklı birbirini sevmek, arkadaşlık, dostluk, kardeşlik, muhabbet anlamına geldiği gibi başka
anlamlara da gelebilir. Burada önemli olan bazen sözlük anlamı da değil dinleyicinin verdiği anlamdır.
Düşünceleri Canlandırın
Aktardığınız fikirlerin dinleyicilerin zihinlerine yerleşmesi son derece önemlidir. İnsan beyni yeni bilgileri somut
olgulara çeviremezse, yani canlandıramazsa kavrayamaz. Her zihin aldığı mesajı sürekli canlandırır, resme, sese,
kokuya, tada, dokunsal bilgiye çevirir ve kavrar. Konuşmacı bu konularda dinleyiciye yardımcı olduğunda çok etkili
olacak, verdiği mesaj bir çırpıda zihinlerde yerleşecektir.
Biz dış dünyayı algı organlarımız vasıtasıyla algılıyoruz. Beş duyu organımızdan aldığımız her mesaj hafızamızda
var olan benzerleriyle karşılaştırılması sonucunda benzerlik bulunduğunda kavrama gerçekleşmiş olur. Bu süreç
yoğun bir zihin aktivitesi gerektirir. Dolaysıyla dinleyici bu yoğunluğun altına girmek istemeyebilir veya istese de
sonuca çabucak ulaşamayabilir. Şu halde biz fikirleri ve bilgileri ne kadar somutlaştırabilir ve canlı hale getirebilirsek
o kadar kapsamlı anlaşılır hale gelebileceğiz. Amerika Birleşik Devletlerinde Richard Bandler tarafından geliştirilen
Sinir Dili Programlama Tekniği bu duyuların özellikle üçü üzerinde odaklaşmaktadır. Düşünce ve kavrama
sürecimizde en fazla kullanılan bu üç duyu görme, işitme ve dokunma duyularıdır. Ancak biz bunların yanı sıra koku
ve tat duyusuna da değineceğiz.
Görsel Canlandırma Yapınız:
Görsel canlandırma bilgiyi resme hatta filme çevirebilme ve bu resim veya filmi tanımlayabilme yeteneğidir. Bu
tanımlama yapılırken resmin büyüklüğü, içindekilerin renkleri, resmin hareket yönü gibi unsurlara değinilebilir. Görsel
canlandırmaya ilişkin teorik anlatımı kısa tutarak konuyu örnekler yoluyla anlamayı tercih edelim ve aşağıdaki
örneklere bakalım:
a) “İnsan vücudunda binlerce kilometre uzunluğunda bir damar şebekesi vardır.”--(daha görsel yapalım) “İnsan
vücudundaki damar ağları örümcek ağlarından çok daha karmaşıktır.”--(daha görsel yapalım) “Vücudumuz o kadar
çok damarlarla kuşatılmıştır ki bu damarları uç uca getirip ip yapsaydık Dünyanın etrafını üç defa sarabilirdi.”
b)”Atomun çekirdeği merkezinde bulunur. Bu çekirdeğin etrafında elektronlar süratle dönerler. Aradaki mesafe ve
boşluk ise 10-15’tir.” (daha görsel yapalım) “Atomların merkezinde bulunan çekirdek ile çevresinde dolaşan
elektronlar neye benzer biliyor musunuz? Dünya ve diğer gezegenleri bir atomun elektronları olarak düşünse idik
Güneş bu atomun çekirdeği olurdu. Bu atomun elektronları ile çekirdeği arasında mesafe ise Güneş ile en uzak
gezegen olan Plüton arasındaki mesafe olurdu.”
Görsel canlandırmada renkleri ve boyutları da kullanabiliriz.
Renk-- “Çocuğun yüzü kararmıştı”-- “Çocuğun yüzü kazan karı gibi simsiyah olmuştu.”
Renk--İnanılmaz derecede güzel gülüyordu”-- “Tüm çiçeklere baksam, bembeyaz, sapsarı, kıpkırmızı çiçeklere...
Onun gülüşündekine benzer bir güzelliği göremezdim.”
Boyut-- “Elleri çok büyüktü.”-- “Elleri bir fil kulağı gibi büyüktü.”
Boyut-- “Adamın boyu çok uzundu.”-- “Adam o kadar uzun boyluydu ki insanlara bakarken sanki karıncalara
bakardı.”
İşitsel Canlandırma Yapınız:
46
İşitsel canlandırmada ses unsuru kullanılır. Sesin şiddeti, geliş yönü, yapısı gibi unsurlar sesin canlandırılmasına
yardımcı olan faktörlerdir. Bu arada sesleri bilinen seslerle ilişkilendirebildiğimiz ölçüde onları kavrayabilmekteyiz.
İnsanlar, kalın, ince, titrek, düz, dalgalı, şiddetli, zayıf,kesintili, fısıltılı ses türlerini bilirler. Bu arada uzaktan, yakından
gelen, kulağının arkasından, burnunun ucundan gelen, yansıyan şeklinde de sınıflandırmalar yapılabilir. Ayrıca
sesler daha önce duyulmuş bilinen seslerle ilişkilendirildiğinde gök gürültüsü, aslan kükremesi, bomba patlaması gibi
somutlaştırmalar da oluşturulabilir. Aşağıdaki örneklere bakalım:
a) “Adamın sesi çok yavaş çıkıyordu--Adam sinek vızıltısı gibi konuşuyordu.”
b) “Öyle bağırdı ki hepimiz irkildik--Aslan gibi kükreyince hepimiz irkildik”
c) “Öyle gürültü yapıyorlardı ki uyuyamadım--sanki kulağımın arkasında davul çalıyorlardı. Uyuyamadım.”
Dokunsal Canlandırma Yapınız:
Dokunsal canlandırmada dinleyicinin dokunma duyusuna hitap edilir. Bildiğimiz dokunma duyuları arasında, kesici,
delici, batıcı, yakıcı, ısıtıcı, soğutucu, dondurucu, titreşimli, yapışkan, emici, sert yumuşak, ağır, hafif, okşayıcı,
üfleyici gibi özellikler yer alabilir. Bu dokunsallık algılarına dayalı olarak insanların zihinlerinde yerleşik somut duyular
vardır. Aşağıdaki örneklerde dokunsallık kullanımlarının kavrayışımızı nasıl desteklediğine dikkat edelim:
a) “Elleri çok yumuşaktı.-- Elleri pamuk gibi yumuşaktı.”
b) “Burnum az kalsın soğuktan donacaktı.---Burnum soğuktan donup buz gibi dağılacak sandım.”
c) “Adam işkence altında inliyordu.--Adam öylesine işkence çekiyordu ki sanki etleri bıçakla lime lime doğranıyordu.”
Kokusal Canlandırma Yapınız:
Bu alanı nadiren kullanmayı tavsiye ediyoruz. zira insanların kokuları değerlendirme biçimleri çok farklı olabilmekte,
birisinin sevdiği bir koku diğerini tiksindirebilmektedir. Yine de ortak olarak paylaşılan belli başlı koku imajları vardır,
örneğin herkes çürük yumurtadan tiksinir. Kokular genellikle çiçeklere dayanılır, gül, leylak, menekşe, zambak gibi
kokular bilinir. Bunlar keskin ve hafif olarak sınıflandırılabilirler. Bu arada çeşitli kokuların yoğrulmasıyla üretilen
parfümleri ancak kullanıcıları veya onları sık sık koklamak durumunda olanlar tanıyabilirler. Yine küf, bozulmuş et,
yemek, çürümüş bir beden gibi unsurlar çoğunlukla aynı veya benzer şekilde tanınırlar. Kokuyu kullanırken
dinleyicilerin sizinle ortak düşündüğünden emin olmalısınız. Aşağıdaki örneklere bakalım:
a) “Dişlerini temizlemeyen insan ağzında çürüyen yemek kırıntılarından nasıl tiksinmez!”
b)Çok sigara içen insanı öpmek sigara küllüğünü yalamaktan beterdir.”
c)O çocuğun saçlarını koklarken tüm gülleri, zambakları hatta menekşeleri koklar gibi oluyorum.”
Tatsal canlandırma Yapınız:
tat alma duyusu açısından insanların ortak yönleri azdır ama ortak yönleri çoğunlukla keskindir. Bu duyu az
kullanılma imkanına sahiptir ama doğru kullanıldığında çok etkileyici olabilir. İnsanlar acı, tatlı, eksi, tuzlu, mayhoş,
yakıcı gibi tatları bilir ve bunları az ve çok olmak üzere sınıflayabilir. Ayrıca bu tat türlerini çeşitli yiyeceklerle
ilişkilendirebiliriz: Bal, biber, limon, tuz, erik... Bunların dışında tat duyusunu psikolojik olarak etkileyen faktörler
vardır ki bunlar bizim etkili iletimimizde asıl kullanabileceğimiz faktörlerdir. İnek etinin tadı ile köpek etinin tadı
arasında fazla bir fark olmadığı halde yemeye kalksanız dehşetli bir fark görürdünüz. Hayvanların yediği yonca ile
semiz otu arasında fazla bir tat farkı olmadığı halde yonca yemeğe kalksanız tiksinirsiniz.
Bu konuda en çarpıcı ve tek örneği Kur’an-ı Kerim’den verelim. Kur’an “gıybet” etmenin ne kadar kötü bir davranış
olduğunu anlatırken tat alma duyumuzu kullanır. Ayette gıybet edenlere ondan nefret ettirmek için şöyle denir:
“Ölmüş olan kardeşinizin etini yemeyi nasıl seversiniz?”
Takip Dikkatini Koruyun
Dinleyicilerinizin sunduğunuz düşünceleri kavramaları için öncelikle sizi dinleyebilmelerini sağlamalısınız.
Araştırmalar 150 kelime/dakika hızla söz söyleyen bir konuşmacının sözlerinin yaklaşık yarısının dinleyiciler
tarafından “dinlenmediğini” göstermektedir. Bu durum dinleyicinin dikkatinin konuşma boyunca uyanık tutulmasının
47
çok önemli olduğunu göstermektedir. Çünkü ancak dikkat korunursa söylenen sözlerin fikir değeri ve anlamı dinleyici
kitle tarafından algılanabilecektir. Dikkatin korunmasının temel yolu monotonluğun-tekdüzeliğin kırılmasından geçer.
Aşağıda kullanabileceğimiz örnek taktikler verilecektir.
Eylem Sorusu Sorun
Dinleyicileri beli bir davranışa hemen orada devam ettiğinizde ortama aktif olarak katılmalarını sağlarsınız. Bu
durumda herkes herkesin aktif katıldığı bir ortamda ne söylediğinize özellikle dikkat etmek zorunda kalırlar.
Örneğin topluluğunuza hitaben: “Acaba aramızda kaç kişi başarılı bir geleceği hayal ediyor? Bu saygıdeğer
insanların ellerini görebilir miyim?... Aramızda kimler 30 yaşın üzerindedir?.... Bugün ne konuşacağımı kaç kişi
merak ediyor?....” Bu tür sorulara herkes el kaldırarak cevap vermeyebilir ama herkes dikkat kesilerek cevap verir.
Bir Nesne Gösterin
Dinleyicilere elinizde tuttuğunuz bir nesneyi gösterebilirsiniz. Salona dikkat etmelerini veya kendilerini incelemelerini
isteyebilirsiniz. Bakışları ve dikkatleri sizin istediğiniz noktaya yönelecektir.
Örneğin konuşma esnasında “Şu elimdeki saati görüyor musunuz?... Bu saat her bir saniyesi önemli olan
zamanımızı sayıyor?... Şu elimdeki kağıtlara bakın! Bunlarda size anlatacağım “başarının sırrı” yazıyor... Sevgiden
ve gönül birliğinden söz ediyorduk. Şurada bir araya gelen muhteşem topluluğa bakın!”
Sorular Sorun
Konuşma esnasında soracağınız sorular dalgınlıkları yok eder. Sorular iki tip olabilir: Bir yandan cevabını zaten
hemen ardından vereceğiniz konuyu soru halinde ifade edebilir ve dinleyicilerinize yöneltebilirsiniz. Diğeri ise aşırı
ısrar etmemek şartıyla dinleyicilerden “bilgi” gerektiren herhangi bir sorunun cevabını isteyebilirsiniz.
Örneğin Türkiye’de erozyon tehlikesi hakkında bilgi vereceksiniz “Değerli dostlar” Türkiye’nin her yıl ne kadar
toprağını kaybettiğini biliyor musunuz? Her yıl erozyon nedeniyle Kıbrıs kadar toprağımız denize akıyor? Kıbrıs için
az mı şehit vermiştik?... Dünya nüfusu hızla artıyor. Dünyanın en kalabalık ülkesi hangisi biliyor musunuz
arkadaşlar?...”
Dinleyicilerinizi takip edin:
Dinleyicileri dikkatle izleyin. Konuşurken doğrudan dinleyicilere bakın, gözlerinizin üzerlerinde dolaşmasına izin
verin. Topluluk üzerinde en küçük bir hareketi veya donukluğu fark edeceksiniz. Dinleyenlerle ilgili dolduğunuz ve
onları takip ettiğiniz ölçüde onlar da sizinle ilgilidirler ve sizi takip ederler. Onlara donuk bakarsanız size öyle
bakarlar. somurtursanız somurturlar, gökyüzüne bakarsanız gökyüzüne bakarlar. Onların sizi takip etmelerini
istediğiniz kadar onları takip ediniz.
Anlattığınız Konuya İlgili Olun:
Konunuzu çok önemseyin. O sözü söylemek çok önemlidir. Önem canlılığınızı ve dikkatini arttırır. Çok değerli bir
bilgi veriyorsunuz. Siz verdiğiniz bilgiyi ne kadar önemsiyorsanız o kadar önemseme etkisi yayarsınız. Konuya
ilgisizseniz yüz hatlarınız donuktur. Duygularınız parlak yansımaz. ilgili olan yüzde hatlar belirgin değişimlere uğrar.
Bunun bir diğer anlamı da heyecandır. Konunuza heyecanla ilgi duyduğunuzu göstermelisiniz.
Ses Monotonluğunu Kırın
Konuşma bir müziktir: Hep aynı notaya dokunursanız bir süre sonra bıktırırsınız. Notalar ve notaların zamanları
sürekli değişmeli ve bu değişim kişiye özel bir besteye dönüşmelidir. Sesin kullanımındaki monotonluğu yok etmekte
kullabileceğiniz teknikler aşağıda belirtilecektir.
Vurguyu Yayınız:
Özellikle fark edilmesini istediğiniz kelimeleri yavaşlayarak, hece hece vurgulayarak veya vurguyu yayarak
seslendiriniz. Örneğin: “Eminim, Tekrar ediyorum. ba--şa--ra--bi--li--riz!... Zaaalim! Bu adam zaalim!... Oluuur hem de
öyle olur ki!..!”
Duraklar Oluşturunuz:
48
Çok önemli bir kelimeyi söylemeden önce ve sonra 3-7 saniye arasında ( süre duruma göre değişebilir) kısa duraklar
oluşturun. Sözden önce sözü sabırsızlıkla beklercesine bilinçli ve kontrollü susmanız dikkatlerin gelecek kelimeyi
beklemek üzere toparlanmasına, sözden sonra durmanız da söylediğinizin zihinlerde tekrarlanmasına yol açar.
Dinleyiciye bu suretle “şu mesaj çok önemli” demiş olursunuz. Örneğin: “Düşünmemekte ısrar ediyoruz....(dur)....
Ölüm var..(dur).. Öyleyse neden bu kısa hayat sermayesini tembelce ve faydasız işlerle yok ediyoruz... Başarının
sırrını merak ediyor musunuz?.....(dur)... alın teri... (dur) Sadece çalışan insanlar başarıyor ve daha çok çalışan daha
çok başarıyor.
Ses Tonunuzu Değiştiriniz:
Ses tonu yükselme alçalma arasında değişeme uğratılmalıdır. Duyulabilir olmak şartıyla fısıltıya kadar inilebilir. Ton
yükseltildiğinde ise bağırma izlenimi oluşturulmamalıdır. Sürekli yüksek veya sürekli alçak ton hem monotondur, hem
de rahatsız eder. Ancak ton değişimi her defasında dikkatleri üzerine çeker. Örneğin: “(normal) Bu kadar üstün
insanlarız. Bunu biliyoruz. (alçalıyor) Ama şu halimize bakınız. Ya şu yardıma muhtaç insanlar. Ya şu sokaklara
mahkum bıraktığımız insanlar.(yüksek) İşte bizi utandırması gereken bu. Kendi varlığımıza ve onurumuza sahip
çıkmayışımız...”
Cümle Yapısını Değiştiriniz:
Aynı zaman kipinde, benzer yapıda veya eşit uzunlukta cümleler monotondur, can sıkıcıdır ve dikkati dağıtırlar. Çok
iyi bir konuşmacı düz-devrik cümleleri uygun bir sırada çok iyi kullanır. Zaman kipleri arasında sıçramaları, dili
geçmiş zamandan mişli geçmiş zamana, şimdiki veya gelecek zamana sıçrayarak çok iyi gerçekleştirir. Yine devamlı
uzun cümleleri veya çok kısa cümleleri art arda sıralamaz. Bunun yerine orta uzunlukta ve kısa cümleleri birbirleriyle
yoğurarak kullanır. Şu örneklere bakalım: “Hedefe ulaşmak istiyor musunuz? Zirveye çıkmak, mükemmel olmak...
Yüzlerce insan başarmıştır. Siz de başarabilirsiniz. Kendinize gelin sadece. Hedefinizi kalbinize yazın. Emin olun ki
her şeye hedefinizden bakmaya devam ettiğiniz sürece başarı merdivenine tırmanmaya devam eden siz olacaksınız.
Konuşma Hızınızı Değiştiriniz:
Sabit hız da bir monotonluk nedenidir. Ancak çok yavaş ve çok hızlı konuşmalar stres oluştururlar, takip edilemezler.
Zaman zaman normal konuşma hızınızın altına inmeniz ve üstüne çıkmanız monotonluğu kırar. Ortalama konuşma
hızı dakikada 150 kelime civarındadır. Konuşma esnasında hızınızı 120-170 kelime/dakika arasında değişime
uğratabilirsiniz.
ÖZET
1.Düşüncelerin alt yapılarını ve nedenlerini anlatın. Amacınız izleyenlerin aynı düşünce sonucuna ulaşmalarını
sağlamak olsun. Örnek olaylarA ve bilgilere dayalı olarak yardımcı fikirleri sayın ve ana fikre dinleyenlerin ulaşmasını
sağlayın.
2.Anafikri kendi fikriniz gibi savunmak yerine onları dinleyicilerinizin kendi buldukları fikirlere dönüştürmeye çalışın.
3.Her zaman bir ana fikriniz olmalıdır. Her cümlenizin bu ana fikirle ilişkisini mutlaka kurmalısınız. Eğer ilişkiyi
koparırsanız dinleyici de ana fikirden kopacaktır.
4.Destek fikirlerinizin mantıklı olmasına, sebep- sonuç ilişkileri açısından kabul edilebilir olmasına dikkat etmelisiniz.
5.Otoritelere dayanmayı ihmal etmemelisiniz. Otoritelerin kaynak olarak açıkça belli edilmesi inandırıcılığı
arttıracaktır.
5.Örneklendirme çok önemli. Zihinlerde duyusal olarak görüntülenebilmesi için mutlaka örneklere başvurun.
6.Anlatımınız dinleyenlerin kültür ve bilgi düzeyine uygun olmalıdır. Bilinmeyen terimlerle anlatım yapmayacaksınız.
7.Görsel işitsel veya dokunsal canlandırma yaparak düşüncelerinizin daha iyi anlaşılmasını sağlayın.
8.Dikkatli takip edilmeyi sağlayın. Dinleyicilerin dikkatlerini uyanık tutun. Bunun için: Eylem sorusu sorun, bir nesne
gösterin, sorular sorun, dinleyicileri izleyin, konunuza ilgili olun, konuşma monotonluğunu kırın, vurguyu yayın,
duraklar oluşturun, ses tonunuzu değiştirin, cümle yapısını değiştirin, konuşma hızınızı değiştirin.
49
Güzel Konuşma&Etkili İletişim
Duygu- Jest-Mimik Uyumu Yaklaşımı
İletişimde uyum veya benzeşim son derece önemlidir. Tüm iletim araçlarının aynı mesajı vermesi gerekir. Yani dilin
söylediği ile kalbin söylediği; ellerin söylediği ile gözlerin ve omuzların söylediği birbirinin aynı olmalıdır. Bu aynılık
uyum kelimesiyle ifade ediliyor.
Uyumu iki temel bölümde ele alıyoruz. Öncelikle söz duygularla uyumlu olmalıdır. Kalp dil ile aynı şeyi söylemelidir.
Nefret ettiğiniz kişiye “seni seviyorum.” derseniz kalbinizin söylediği zıt mesaj dilinizle söylediğinizi gölgeleyecektir.
İkinci olarak söz tutumla, diğer bir deyişle jest ve mimiklerle uyumlu olmalıdır. Jest ile uyuma bakalım: Bir insana “git
buradan” dediğinizde ellerinizle çağırma işareti yapıyorsanız iki çatışan mesaj algılanan mesajı karıştırır. “Kocaman
bir balondu” dediğinizde baş ve işaret parmağınızla küçük bir nesneyi tutar gibi yaparsanız uyumsuzluk
oluşturursunuz. Mimik ile uyuma gelince: Mimik yüz hatlarımızla ilgili bir disiplindir. “Çok heyecan verici bir
yolculuktu” diyorsunuz ama kaşlarınızı indiriyorsunuz. Uyumsuzluk var. Yüz hatlarınızı gererek “böyle bir güzellik
görmedim” dediğinizde uyumsuzluk oluşturursunuz. Dolaysıyla tüm bu alanlarda nasıl bir uyum oluşturacağımızı
bilmemiz ve uygulama yaparak alışkanlığa dönüştürmemiz gerekir.
Unutmayalım: Mesajın etkili iletiminde sözün kendisi nispeten az bir alan işgal eder. Sözü söyleyenin ne
söylediğinden çok “nasıl davrandığı ve nasıl hissettiği” algılanır. Söz kulaklardan algılanır, sözün anlamına uygun
davranış ise gözlerle algılanır. Konuşmacının duygularını ifade eden dış görünüşe yansıyan ayrıntılar hiç bir zaman
kaçırılmaz.
Bir söz konuşmacının kalbinden-iç benliğinden çıkarsa dinleyicinin de kalbinden algılanır. Kendi mesajına ilgisiz olan
konuşmacıyı dinleyici daha ilgisiz dinler. Tek duyguda yoğunlaşan konuşmacının monotonluğu sıkıcı olur. Hep
ağlayan, hep gülen, hep öfkeli olan konuşmacıya uzun süre tahammül edilemez.
Hiç bir duyguda yoğunlaşamayan konuşmacının mesajı sönüktür, tekdüzedir, ruhtan mahrumdur. Stres ve çeşitli
hastalıklar duygu çeşitliliğini yok edebilir. Konuşmacı sağlığını koruyarak her duyguyu yaşayabilmelidir.
Aşağıdaki alıştırmalar iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde soyut olarak belli başlı duygular tanımlanarak
geliştirilecektir. Eğer söz söylerken kalbimizden ne hissettiğimiz çok önemliyse gerçekten hissetmek zorundayız.
Eğer biz sözümüze uygun duyguları derin olarak hissedersek onların dinleyenlerce hissetmelerine de imkan tanırız.
İkinci bölümde ise söz ve anlama uygun hareketlerin(jest-mimik) geliştirilmesi üzerinde çalışılacaktır. Çünkü
duygular aynı zamanda tutumlar olarak dışarıya yansır. Sevinen insanı ses tonundan anlayabileceğiniz gibi gözlerini,
kaşlarının, ellerinin duruşundan, hatta teninin aldığı renkten bile anlayabilirsiniz. Şu halde hangi jest veya mimiğin ne
anlama geldiğinin bilinmesi ve bunlar üzerinde uzmanlaşılması gerekir.
Duygu Uyumu
Duygular herhangi bir algı organı vasıtasıyla değil doğrudan kalpte yaşanırlar. Duygularımızı sadece kalbimizde
veya ruhumuzda yaşarız. Ancak her duyguya paralel olarak vücudumuzda çeşitli hormonlar salgılanır. Örneğin
sevgide oxcytocin, sıkıntıda kortizol hormonu salgılanır. Duygular hormonların salgılanabilmesi ve algılanabilmesi
ölçüsünde yaşanabilirler. Vücudun bio-kimyasal dengesi bozulduğunda, vücut çöplüklerle dolduğunda duygu algısı
körelir. Bio-kimyasal yapımız bozuk olmadığı halde duygularımızı net olarak yaşayamıyorsak o taktirde duygusal
Keskinliğimiz yoktur. Çünkü kişilerin derin olarak yaşamadıkları duygular gelişmezler.
Vücudun bio-kimyasal yapısının düzene girmesi için yapılabilecek en uygun çalışma spordur. Spor bozuk dengenin
düzene girmesini sağlar, uygun yemek sistemi ve stresten kaçış dengeyi bozucu oluşumları engeller. Bio-kimyasal
yapının düzene girmesi sizlerin azim ve disiplininize kalmıştır. Aşağıdaki çalışmalar duyguların güçlendirilmesi
amacını taşımaktadır:
Aşağıda çeşitli duygular ve bunlara paralel düşünceler verilmiştir. Bu çerçevede
1- Bu düşüncelerin oluşturduğu duyguyu içinizde büyütün. Duyguyu büyütmek için verilen veya sizin üreteceğiniz
düşünceleri hızlanarak tekrar edin, iç sesleri yükseltin,
2-Duyguyu kalbinizden gözlerinize taşıyın. Gözlerinizde hissedin.
50
3.Duyguyu zirveye çıkardığınız noktada gözlerinizden fırlatın. Önce ayna karşısında çalışıyorsunuz. Duygunun
hedefi kesin olarak belli olmalıdır. Kendi gözlerinizden kendi ruhunuzun derinliğine fırlatıyorsunuz.
4.Bu işlemi somut nesnelere soyut kavramlara ve belli ettiğiniz insan topluluklarına yönelerek yapın. Amacınız tiyatro
sanatçısı olmak değilse korku, kıskançlık, endişe, üzüntü, alay, gurur, ümitsizlik gibi olumsuz olan ve vücudunuzda
zararlı salgılar oluşturarak gücünüzü tüketen duygular üzerinde çok çalışmamalısınız.
ALIŞTIRMA: DUYGU
1. Duygularımızı etkin olarak kullanabilmemiz için önce onları güçlendirmemiz gerekmektedir. Duygularımız zayıfsa
onları etkin kullanamayız. Bazen biraz öfkeye ve hüzne ihtiyacımız vardır. Ama ısrarla çalışarak güçlendirmemiz
gereken duygularımız “sevgi, şefkat, heyecan, özgüven ve gıpta” gibi olumlu duygulardır. Bu duygular aşağıda birer
örnekle canlandırılacaktır. Zira bu duygular hem bizi hem de söz söylediğimiz kitleyi en çarpıcı şekilde etkileyen
duygulardır. Önce metinleri okuyun ve ardından her duyguda tek tek odaklanarak benzer kelimeleri kendinize
söyleyin.
Şefkat:
Yöneltilen nesne ve ortam: Savaş sırasında Saraybosna’da bir eve sığındınız. Ailesinin Sırplar tarafından
öldürüldüğünden habersiz şaşkın iki yaşında bir çocuk görüyorsunuz. Çocuk karların üzerinde sokakta dolaşarak
annesini arıyor.
İç Konuşmalarınız: “Yavrucuk, zavallıcık, Ne kadar güzel başın var. Gözlerin, burnun küçücük. Daha da
yürüyemiyor. Bana ne kadar tatlı bakıyor. Aman Allah’ım ayakları da çıplak. Anneciğin yok. Yavrucuğum üşüyorsun
sen, titriyorsun. Gözlerinden yaşlar akmış, ne kadar da çok ağlamışsın. Seni çok seviyorum.
Sevgi:
Yöneltilen nesne veya ortam:Karşınızda konuşmanızı dinleyen insanlara hitap ediyorsunuz.
İç Konuşmalarınız: Bu insanlar kahraman, beni çok sevdikleri için buradalar. Hepsi iyi niyetli, benden bir şeyler
öğrenmek istiyorlar. Beni sevgiyle alkışlıyorlar. Onlar dostlarım. Hasta olsam beni ziyarete koşarlar. Ardımdan
konuştuklarında beni hep överler. Onları seviyorum.
Heyecan:
Yöneltilen nesne veya ortam: Üniversite sınavında birinci oldunuz ve TV’de canlı yayına çıkmak üzeresiniz.
İç Konuşmalarınız: Birinci oldum. Çok heyecanlıyım. 65 milyonun karşısına çıkmak üzereyim. Evet biraz sonra beni
görecekler. Başardım. Bu benim sırım, şimdi bunu bana soracaklar. Çok heyecanlıyım. Sıra geldi. Kameralar
üzerimde. Kalbim ağzıma gelecek. Aman şu ışıklar...
Özgüven:
Yöneltilen nesne veya ortam: Avrupa atletizm şampiyonasındasınız. 100 metre koşu yarışmasını kazanacağınızdan
eminsiniz.
İç Konuşmalarınız: Yıllardır koşuyorum. Şimdiye kadar bu yarışı hep kazandım. Bütün gücümle ayaktayım. Bu
sefer rekor kıracağım. rakiplerim zayıf. Bunları çok kolay geçerim. İşte işaret verildi. Yerimden fırladım. Koşuyorum.
En öndeyim. Herkes arkada. Başarıyorum.
Gıpta:
Yöneltilen nesne veya ortam: Çok güçlü bir konuşmacı olan ve binlerce insanın kendisini dinlediği Anthony
Robbins’in seminerindesiniz.
İç Konuşmalarınız: Robbins orada, kürsüde. Heyecanla konuşuyor. Hepimiz kulaklarımızı açtık onu dinliyoruz.
Devamlı alkışlıyorlar. Bravo sesleri.. Bu adam milyarlar kazanıyormuş. Burada gelen herkeste bilet parası olarak 100
milyon vermiş. Hayret. Şu adama bak. Ben de yapabilirim. Aslında onun gibi olabilirim. Sanki onun gibi ben
konuşuyorum orada. Ben de yapabilirim.
51
Öfke:
Yöneltilen nesne veya ortam: Katil üvey anne çocuğunu öldürdü.
İç konuşmalarınız: Katil anne... İki yaşındaki üvey kızını kıskandığı için büyük işkenceler yaptı. Sırtında sigara
söndürdü. Ellerini kızgın demire sürerek yaktı. Çocuk çığlıklar atıyor. Anne çocuğu tekmeliyor. Anne cadı gibi çirkin.
Çocuğun başına demir bir sopayla vurdu. Çocuğun başından kanlar akıyor. Çocuk yere düştü, sesi kesildi,
çırpınıyor.
Hüzün:
Yöneltilen nesne veya ortam:Babası trafik kazasında ölen çocuğun annesiyle yaşadığı fakir hayat.
İç Konuşmalarınız: Genç bir adamdı. Fakirdi belki ama temizdi. Yeni evlenmişlerdi. Bir anne ve küçük çocuğu.
Fedakar annenin sabrı ve çocuğuna duyduğu sevgi. Fakat bir kış daha geldi. Isınacak odunları yok. Komşuları
kendilerine yardım etmiyorlar. Evlerinde bir sessizlik var. Soğuktan titreyen çocuk ve aç ve hüzünlü anne ve utanmaz
siz. Bu güne değin yardım elini uzatmayan siz.
2. Aşağıda çeşitli duyguların cümlelerde kullanılması yeteneğinin geliştirilmesi amaçlanmıştır. Sözlerin inandırıcılığı
için sözün duygu anlamıyla söze yapılan duygusal vurgu paralel olmalıdır. Söz ile duygu uyumsuz olduğunda
dinleyici “yapmacıklık” izlenimi edinir ve inandırıcılık kaybolur. Duygular yöneltildiği kişiye veya ortama göre ifade
değişikliğine uğrayabilirler. Dolaysıyla istenen duyguyu kime ve hangi ortamda yönelttiğinize de dikkat etmelisiniz.
Örneğin “Sizi seviyorum” cümlesi anneye, babaya, çocuklara veya nişanlıya farklı söylenir. Aşağadaki çalışmaları sık
sık tekrar ederek yeteneğinizi geliştirin.
Şüpheli : Eh! Belki hava güzelleşir.
Şakacı: Evet, hava güzel ama ördekler için.
Münakaşa: Hava güzel diyorsunuz demek? Pek iyimsersiniz doğrusu.
Kızgın: Hava güzel ama, biz dört duvar arasında kapalıyız.
Şefkat : Hava güzel. Sokağa çıkalım yavrum. Hava alırsan iyileşirsin.
Acılıkla : Hava güzel ama, kederimi arttırmaktan başka işe yaramıyor.
Açığa vurma : Ne yapalım ben bahsi kaybettim: Hava güzelleşti.
Öfkeli : Yazıklar olsun. İşte sen busun!
Kesin inanç : Artık bizi aramaz, bundan eminim!
İtirazla : Kusura bakma ama o kadar da kötü değil.
Bilmeden sormak : Araba devrildi mi?
İyice bilmeden sormak : Araba mı devrildi?
Güvensizlik : Bu adam sözünde duracak mı?
Alay : Tabi canım, bu işleri hep siz başardınız.
Sabırsızlık : Açıl artık kapı, açıl!
Muzafferce : Bakın! Ben demedim mi bunlar uzaylı diye!
Hayranlıkla : Aman, hava ne kadar güzel! Her taraf pırıl, pırıl parlıyor.
İnanç-şüphe : Ona tüm varlığımla inanıyorum. Belki de öyledir ama bunun varlığını kim ispat
edebilir?
Gurur-tevazu: Bu işin ustası, hem de biricik ustası benim. Ben neyim, hiç ben onlarla bir tutulabilir
miyim?
Sevgi- nefret : Sizi çok seviyorum. Onun varlığından da, hatıralarından da nefret ediyorum.
Endişe-kaygısızlık : Of! Şimdi ne olacak, bu benim için büyük bir üzüntü. Pöh! Bana ne, umurumda bile
değil!...
Saygı-küçümseme : Ona karşı o kadar büyük bir sevgim var ki, Hıh! Ne olacak, aşağılık yaratık o.
Karşı durmak- Hayır bana hiçbir şey yapamazsın. Ne istersen yap hepsine boyun eğeceğim.
52
boyun eğmek :
Cesaret, korku : İster on, ister yirmi kişi olun, göğsüm açık işte bekliyorum. Eyvah! Eyvah! Görmüyor
musunuz hayatımız tehlikede!
Zevk ve acı duyma : Oh! Ne hoş, mis gibi kokuyor. Ay! Çok acıyor.
Hiddet-tedbirli davranma : Nasıl beni böyle yapayalnız bırakıp gidiyorsunuz ha! Hemen karar vermemek lâzım;
iyice düşünelim.
Alay, ağırbaşlılık : Söylediklerinizi nasıl anlayabilirim? Bunlar birer deha eseri! Size yemin ederim ki
söylediklerim ciddidir.
İrade-zayıflık : Gece, gündüz bütün gücümle çalışacağım. Benim savaşma gücüm yok
Hınç-acıma : Şunu bilin ki bu ona çok pahalıya mal olacak. Zavallı adamlar! Artık onlardan ne
isteyebilirim?
Üzüntü-üzüntünün geçmesi
:
Allah’ım ahammüle demiyorum! Çok şükür! Artık korkacak bir şey kalmadı.
Açık kalplilikiki
yüzlülük :
Düşündüğümü size açıkça söylüyorum. Sizin tarafınızdan beğenilmek için dünyanın
bütün servetini feda ederdim.
Zafer- yenilgi : İsteklerimin son haddini buldum. Her şeyimi kaybettim, şerefimi de
Hayret-kayıtsızlık : Siz mi? Sahiden, siz misiniz? Pek alâ, zaten böyle olacağı belli idi.
Kışkırtma-yatıştırma : Ha gayret! Atıl! Bir hamle daha! Hişt, hişt! Kendinize geliniz, sakin olunuz.
Pişmanlık-taşkınlık : Gece gündüz, kendi kendime soruyorum; bunu nasıl yaptım, diye. Evet, bunu
yapacağım işte o kadar.
Ümit-ümitsizlik : Evet, herkes bu işte kazanacağımı söylüyor. Artık her şey bitti, kurtuluş çaresi yok.
Jest-Mimik Uyumu
Sözün taşıdığı duygu anlamı veya içeriği ile davranışlar arasındaki uyum inandırıcılığın çok önemli bir unsurudur.
Vücudun genel hareketleri-duruşu(postür) mimik kavramıyla, yüzün genel hareketleri-duruşu-gestür ise mimik
kavramıyla anlatılır. Jest-mimik vücut dilinin konusudur. Ağızdaki dilin söylediğinin etkisi vücut dilinin özellikle
mimiklerin söylediğinin yanında çok etkisiz kalır. Söz-davranış uyumunu başaran konuşmacı büyük bir ilgiyle izlenir.
Kişilerin tabii halleri en uyun mimikleri gösterir. Mimik soluk alırken yani söz söylenmeden önce gelir ve söz mimiğin
anlamının tekrar edilmesi olarak nefes verilirken söylenir. Mimikte yapmacıklık konuşmayı tamamen lekeler. Yetersiz
Jest ve mimik gülünçlük izlenimi uyandırır; aşırı abartı ise tabiiliği yok eder. Aşağıdaki alıştırmalarda tabii olmaya
dikkat edilmelidir. Başkalarına aktardığımız mesajların en az %60’ı sadece yüz hatlarımız ve vücudumuzun genel
görünümünden kaynaklanır. Dinleyiciler için asıl önemli mesaj dilimizin söylediği değil jest ve mimiklerimizin
söylediğidir.
Anlatım Jest-Mimikleri
1- Eylem belirtme: Tutmak, taşımak, eldeki bir şeyi atmak, fırlatmak. Her hangi bir çalışma, bir güç harcama, yemek
yemek, yatmak, gidip gelmek.
2 - Yer ve konum belirtme: Bazı defa yalnız gözlerle işaret etmek yeter. Bunun için göz bebekleri gerçek veya
hayali olan şeye veya kişiye doğru döner. Bu arada baş kalkar, iner, döner. İşaret parmağı da uzatılabilir. Kol
mesafenin uzunluğuna göre gerilir.
3-Uzaklaşma: Uzanmış ve birbirinden ayrılmış iki kol geniş mesafeyi gösterir. Kollar, vücuttan git gide ayrılırsa
birbirinden uzaklaşan şeyleri gösterir.
4 - Boyutu belirtme: Pek küçük bir şey için işaret parmağının ucu üzerine aynı elin baş parmağı ile dokunulur.
Yükseklik-uzunluk için kollar yukarı, en ve genişlik için kollar yana açılır. Veya avuç içleri birbirine yaklaştırılarak
darlık, uzaklaştırılarak genişlik anlatılır. Gözler elerin yönünde hareket ettirilir.
5 - Şekil belirtme: Avuç içi yatay ve yere dönük olursa düz olan şeyi anlatır. Yuvarlak şekil belirtmek için iki el birden
bir yuvarlak çizer. Dolambaçlı, eğri büğrü şeyleri anlatmak için elin hareketleri eğri büğrü çizgiler çizer.
53
6 - Sayı belirtme: Tek olarak gösterilen işaret parmağı bir, işaret ve orta parmağı iki, buna yüzük parmağını da
ekleyerek üç sayısı gösterilir. Açık elin parmaklan diğer elin işaret parmağı ile kapatılarak da sayı anlatılabilir.
Duygu Jest-Mimikleri
Gözler :
Gözler yan kapalı olursa kötülük ve küçümseme, göz kapaklarını indirerek saygı, utanma anlatılır. Heyecanda gözler
bir an kapanıp açılır, göz kapaklan aşağı iner, baş hafif sallanır. Vücut ürperir, titrer, sık soluma yapılır. Gözlerin iri iri
açılması şaşkınlık, hiddet, hayret, dehşet belirtisidir.
Kaşlar :
Kaşlar çatılarak derin düşünceyi, sertliği, sağlam bir iradeyi belirtir. Kaşların başlangıç kısımlarının yukarı doğru
kalkıp uç kısımlarının aşağı inmesi ıstırap anlatımıdır. Öfkede Kaşlar çatılır, kaş aralarında derin bir çizgi belirir,
burun delikleri açılır, gözlerde şimşek çakar, dudaklar aralanır, alt dişler üst dişlerden önce görünür, sık, sert ve derin
soluma yapılır. Derin sevgide kaşlar kalkar, gözler büyür, ağız hafifçe açılır, dudak kenarları biraz yukarı kıvrılır.
Bütün çizgilerde bir tatlı okşayış, bütün yüzde saf bir parlaklık görülür, sakin soluma yapılır.
Ağız :
Dudakların yarı açık duruşu hayret ve sevinci, çok açılması şaşkınlığı anlatır. Dudak kenarlarının aşağıya inmesi
üzüntüyü, Dudakların büzülerek öne doğru uzaması susmayı somurtmayı belirtir.
Alt çenenin biraz öne çıkması gaddarlığı, dişlerin birbirine vurması çılgın bir hiddeti anlatır.
Baş :
Başın öne doğru duruşu merak ve gaddarlığı, geriye çekilmesi saygısızlık, korku, yana doğru hafifçe eğilmesi
kayıtsızlık, acıma, öne eğilmesi utanç ve korku belirtir. Başı yukardan aşağı sallamak doğrulama, önden arkaya
kaldırmak inkâr etme anlamı verir.
Kollar :
Kolların her hangi biri "gel!" veya "git" emri vermek üzere öne doğru hızla hareket ettirilir. Yer göstermek üzere
gösterilen yere doğru bükülür. Şiddetli hayranlık duygularının belirtilmesinde Kolların biri veya her ikisi birden yukarı
doğru kaldırılır. Cesaret kırıcı bir durum karşısında ümitsizce yanlara bırakılır. Bekleyiş ve meydan okuyuşta kollar
önde kavuşturulur.
Eller :
Avuç içi yüreğin üzerine bastırılarak sevgi ve heyecan anlatılır. Avuç içi göğsün ortasına bastırılırsa inanmak, iman
etmek duygularını belirtir. Avuç içinin dışarı doğru çevrilerek itilmesi tiksinme, iğrenme belirtir. Bu ara baş da biraz
geriye doğru bükülür. Avuçların birini diğeri üzerinde ovalama neşe, sevinç belirtisidir.
Parmaklar :
El jestlerinde özellikle işaret parmağı çok önemli bir rol oynar. İşaret parmağı kol ile beraber öne doğru uzatılırsa
işaret veya kovma anlamı verir. İşaret parmağı bükülerek göğse doğru çekilirse yaklaşmayı, çağırmayı, yine işaret
parmağı düz olarak ağıza yaklaştırılırsa susturmaya çalışmayı belirtir. Bütün parmaklar kapatılarak kuvvet ve azim,
yumruk gösterilirse tehdit anlatılır. Parmaklar bükülmüş olarak işaret parmağı baş parmağa sürtülürse para işareti
yapılmış olur. Eller birleştirilerek parmaklar birbiri içine geçirilirse yalvarma anlamı verir.
Bacaklar :
Bacakların duruşu da çok önemlidir. Bacaklardan birinin diğerinden ayrılmış olarak önde durması kuvvet, ataklık ve
şiddetli duyguları anlatır. Ayakların aynı hizada birbirinden ayrı durması rahatlık, kaygısızlık, meydan okuma veya
durgunluk belirtir. Bacak bacak üstüne atılmış olarak otururken bir bacağın sık sık sallanması sabırsızlık, sinirlilik
belirtisidir.
Vücût :
54
Vücûdun büzülmesi, sırtın kamburlaşması, kolların gövdeye yapıştırılması yılgınlık ve utanma belirtisidir. Bunun aksi
hayranlık, zafer anlatır. İğrenmede vücût geriye doğru, istek, merak, ataklıkta ileriye doğru gider. Yana veya geriye
doğru uzanarak gururu, saygısızlığı veya fizik yetersizliğini anlatır. Vücudun öne doğru eğilmesi saygı belirtisidir.
ÖZET
Uyumlu İletişim yeteneği İçin:
1.Duygularınızla sözleriniz arasındaki uyumu sağlayın. Sevinçten bahsettiğiniz zaman sevinçli, öfkeden bahsettiğiniz
zaman öfkeli, cesaretten bahsettiğiniz zaman cesur olmalısınız. Sözlerinizin anlamı duygularınızla paralel olmak
zorundadır.
2.Jestlerin (genel vücut organlarının kullanımının) sözlerinizle aynı mesajları vermesini sağlamalısınız. Eller,
parmaklar, baş, omuzlar, bacaklar verilen mesaja göre değişik pozisyonlar alır. Her pozisyonun anlamı vardır ve bu
anlamların, sözlerin anlamlarıyla uyumlu olmasının sağlanması gerekir.
3.Mimiklerinizle (yüz, göz, kaşlar, alın kaslarının genel hareketleriyle) mesajların yapısı arasında büyük bir ilişki
vardır. Mimiklerinizin mesajlarınızla aynı sözleri söylemesini sağlamak zorundasınız.
ALIŞTIRMA: JEST-MİMİK
1. Aşağıda temel mimiklerinizi etkin kullanabilme yeteneğinizi geliştirecekiniz. mimikler arasındaki ayrımı fark edin ve
bol bol uygulayın.
a) Boy aynasının karşısında göz kapaklarınızı iyice açıp yavaş yavaş kapatın, gerin, gevşetin, göz bebeklerinizi
yukarı aşağı sağa, sola çevirin, çok sevinçli ve heyecanlı imişsiniz gibi gözleriniz parlasın. Yavaşça normale dönün.
b)Kaşlarınızı çatın, iki kaş arasındaki çizgi derinleşsin, kaşlarınızı yukarı kaldırın, alnınızda kırışıklıklar meydana
gelsin.
c)Burun deliklerinizi açın., yukarıya doğru gerin, serbest bırakın.
d)Dudaklarınızı kaldırıp indirin, birbirinden uzaklaştırıp yaklaştırın, sıkın, gevşetin; ağzınızı açıp kapayın.
e)Ağzınızı hafif aralayın, iyice açın, çenelerinizi iyice sıkın, gevşetin.
2.Aşağıdaki temel jestleri etkin kullanabilme yeteneğinizi geliştireceksiniz. Jestlerinizi uygulayarak anlamlarını
görmeye çalışın.
a) Boy aynasının karşısına geçin. Gövdenizi, başınızı “Evet, hayır, bilmem, ya öyle mi?” anlamlarına gelecek şekilde
hareket ettirin.
b)Kollarınızı “Sen de kim oluyorsun!, git başımdan, oo hoş geldin, bunu bir daha yapma!, hepimiz birlikteyiz, elimden
ne gelir” anlamlarına gelecek şekilde hareket ettirin.
c)Ellerinizi “Kenetlenelim, çarpıştılar, yükselme, alçalma, güçlü, dikey, yatay, yuvarlak” anlamlarına gelecek şekilde
hareket ettirin.
d)Yürüyüşünüzü “Sıkıntılı, kendinden emin, gururlu, sendeleyerek” gerçekleştirin.
Sözsüz iletişimle jest ve mimiklerinizi bir arada kullanarak aşağıdaki pantomimleri yapacaksınız.
a)Aşağıdaki durumları pantomimlerle yansıtın.
“Soğuktan titriyorsunuz, şiddetli korkuyorsunuz, heyecan ve sabırsızlıkla bekliyorsunuz, son derece üzgünsünüz,
ağır hastasınız, öfkeyle bağırıyorsunuz, takdirle seyrediyorsunuz.”
b)Aşağıdaki durumları pantomimlerle anlatın.
“Çocuk ağlıyor, adam kavga ediyor, asker elbiselerini giyiniyor.
55
Art arda gelen telefonlara bıkmış olarak cevap veriyorsunuz ve hayır diyorsunuz.
Tüm vücudunuz kaşınıyor, soğuktan titriyorsunuz. Çok mutlusunuz.”
Güzel Konuşma&Etkili İletişim
Konuşmaların Planlanması
Toplum karşısında söz söylerken sözün planlı olması anlaşılmak ve etkili olmak için zorunludur. Çok önemli bir
konuşmanın en önemli bölümleri başlangıç ve sonuç bölümleridir. Burada konuşmayı “giriş-gelişme-sonuç” olmak
üzere üç bölümde ele alalım ve bu bölümlerin ayırıcı özellikleri üzerinde duralım:
Söylemeye Başlarken
Kısalık:
Giriş çok kısa olmalı, bir kaç cümleden oluşmalı ve hemen konuya girilmelidir. Konuyla doğrudan ilgili olmayan
sözlerle başlamakla tüm konuşmayı mahvedersiniz.
İlginçlik:
Giriş cümlesi, ilk cümle mutlaka ilgi çekici hale getirilmelidir. Basit bir olay bile ilgi çekici hale getirilebilir. Konuşmaya
başladığınızda sizi dikatle dinlemeyenler daha sonra hiç dinlemezler. Dinleyicilerin dinlemeye en hazır oldukları an
sizi ilk gördükleri andır.
İlgilendirmek:
Söyleyeceğiniz söz dinleyicilerinizi mutlaka ilgilendirmelidir. Bu ilgiyi ilk cümlelerinizde kurabilmelisiniz. Bunun
insanların genelinin ilgilendiği bir olayı anlatarak başlayabilirsiniz. bir tasvir yapmak, bir nesne göstermek, bir sual
sormak, büyüklerin b-sözlerini hatırlatmak, konuşu beklenmedik şekilde canlandırmak ilk anda ilgiyi çekmeyi
sağlayacak başlama taktikleri arasında düşünülebilir.
Dikkat Çekicilik:
İlk sözlerinizi dikkat çekecek şekilde planlamalısınız. Bunun için söze bir tasvirle, benzetmeyle, bilinen bir büyüğün
sözleriyle başlayabilirsiniz. Bir soru sorabilir, bir nesne gösterebilirsiniz.
Samimiyet:
Girişte fazla resmiyetten veya aşırı samimiyetten(laubalilik) kaçınmalısınız. dinleyicilerle içten, olgun ve samimî bir
dostluk kurulmalıdır.
Gelişme Bölümü
Fikir Uyumu:
Gelişme boyunca söyleyeceğiniz her söz ilk baştaki ana fikrinizle uyum içinde ve onu destekleyici olmalıdır.
Başından beri söylediklerinizle ilgisiz fikirleri kesin olarak atmak gerekir.
Fikir Ortaklığı:
Konuşma boyunca en sık kullanacağınız kelimeler ortak olarak paylaştıklarınız olmalıdır. Paylaşmadığınızı
düşündüğünüz fikirleri paylaştıklarınızdan sonra vermelisiniz.
Bilgi Verin:
56
Slogan ifadelerden kaçınmalısınız. Zihinleri yıkamıyorsunuz veya kafalara düşünceleri çakmıyorsunuz.
Dinleyicilerinizin sonuçları kendilerinin bulmalarını sağlayın. Bunun için sonuca vardıracak şekilde fikirlerinizi
sıralamalısınız. Fikirleri dinleyenlere mal etmelisiniz.
Sonuçta:
Önceden Planlayın:
Son bölümü ve hatta özellikle son cümlenizi mutlaka önceden planlamalı ve en çarpıcı cümleyi bulmalısınız. Son
sözünüzü söymlediğiniz an yeni sözler söylemeye hazır olduğunuzu, aslında çok dolu olduğunuzu hissettirdiğiniz
andır. Dinleyenlerin aklında son söylediğiniz cümle ile kalacaksınız.
Bitişi Söylemeyin:
Dinleyicilere sözünüzün bittiğini söylemeyin. Uygun bir veda ile ayrılabilirsiniz ama sözünüzün kalmadığını
söyleyemezsiniz.
Doruk Noktasında Durun:
Sözünüzün bittiği nokta tam bir doruk noktası olmalıdır. Heyecanları zirveye taşıdığınız noktada son sözünüzü
söylemelisiniz. Doruk noktası bir şiir okunarak, güldürücü veya duruma göre ağlatıcı bir söz söylenerek, kompliman
yapılarak , taltif veya övgü ile, büyük bir insanın sözüyle tamamlanabilir.
Özetleme Yapın:
Sonuçta söyleyeceğiniz sözler baştan beri ileri sürdüğünüz düşüncelerin özetini taşımalıdır. Gelişme boyunca tüm
anlattıklarınız sonuçta iki cümlede özetlenebilmelidir.
Harekete Davet Edin:
Sözlerinizin işe yaramasını ve daha sağlıklı şekilde dinleyicileri etkilemesini istiyorsanız sonucunuz aynı zamanda
bir eylem davetini içermelidir. Anlattıklarınızın gerektirdiği bir eylemi onlarla birlikte yapmaya davet ediyorsunuz.
ÖZET
1.Konuşmanızın giriş bölümü kısa olmalı, ilginç olmalı, dinleyenleri ilgilendirici olmalı, dikkat çekici olmalı,
samimi olmalıdır.
2.Konuşmanızın gelişme bölümü baştan sona fikir uyumu taşımalı, dinleyenlerle ortak fikirler taşımalı, bilgi
verici olmalıdır.
3.Sonuç bölümü önceden planlanmalı, bitiş söylenmemeli, doruk noktasında durulmalı, özetleme içermeli,
harekete davet içermelidir.
Güzel Konuşma&Etkili İletişim
Hazırcevaplılık Yeteneği
Hazırcevaplılık, her ortamda, her soruya anında cevap verebilme, söylenecek söz bulamadığınızda bile ortamı ölüm
sessizliğinden kurtaracak cümleleri oluşturabilme yeteneğidir.
Etkili bir iletişimci olmak istiyorsunuz. Fikirlerle dopdolusunuz. Konuşmaya kalktığınızda tüm cümleleriniz bir edip
veya şairin satırları gibi vecizeye benzemeyebilir. Konuşma sırasında her cümlenin kelimelerinin bile anlam
zenginliğinin bir parçası olması sağlanamayabilir. Bu noktada asıl önemli olan duraksamadan konuşmaya devam
edebilmektir. Çoğu zaman öyle sorularla karşılaşırsınız ki bir anda ne söyleyeceğinizi şaşırabilirsiniz. Oysa
hazırcevaplılık yeteneğini kazandığınızda hiç bir zaman sözün altında kalmazsınız. Beklenmedik çıkışlarınızla
57
insanları şaşırtabilir ve çıkışlarınızla hayran bırakabilirsiniz. Dahası derin bilgiye sahip olmadığınız konularda bile
konuşabilmek sayesinde her kesimden veya fikir gurubundan insanla sohbet ortamı kurabilirsiniz.
Çoğu zaman bilgi sahibi olmadığımız konularda söz söylemek zorunda kalabiliriz. İçerik yönünden boş sözler
söylesek de “duraksamadan söyleyebilmek” sayesinde tüm tehlikeleri aşabiliriz. Konuşma sırasında söyleyecek söz
bulamayarak durakladığımızda tüm imajımızı zedeleriz. Boş da olsa söyleyebileceğimiz mantıklı sözler bizi utançtan
kurtaracaktır.
Unutmamamız gereken bir gerçek var: Konuşmak için insanların huzuruna çıktığımızda insanlar da dinlemek için
bizlere yönelirler. O anda hepimiz başarılı konuşmayı arzulamaktayız. Daha da iyisi bizi dinlemekte olanlar da
başarılı olmamızı arzulamaktadırlar. Eğer biz utanç verici bir duruma düşersek dinleyenler de bu utançtan nasiplerini
almakta ve onlar da utanmaktadırlar. Şu halde konuşacağımız zaman başarılı olmamızı içtenlikle bekleyen insanlara
sevgiyle yönelmeli ve başarılı olmalıyız.
En önemli sorunumuz söyleyecek sözden mahrum kalmamız değildir. Pek çok şey biliyoruzdur. Ama “Boşluk
doldurma cümlelerini kullanmayı bilmiyorsak” tüm söyleyeceklerimiz bir kaç cümlede bitiverir. Duraklarız, tıkanırız ve
artık tüm konuşmamız tahrip olur. Cesaretimizi yitirdiğimizde diğer fikirlerimizi ifade etmeye fırsatımız kalmaz.
Aşağıdaki alıştırmalar ayak üstü düşünürken aralıksız hazırcevap verebilecek bir yetenek geliştirmemize
yarayacaktır. Lütfen bu çalışmaları istendiği gibi yapınız. Ayrıca bulduğunuz her fırsatı benzer alıştırmalar için
kullanınız.
ÖZET
1. Tek bir kelimeden yola çıkarak uzun konuşmalar yapabilmelisiniz.
2. Fikir boşluğu doğduğunda arayı içerik yönünden boş da olsa ilgili sözlerle doldurabilmelisiniz.
3. Şaşırtıcı sorulara, altında kalmayacağınız kısa olmayan cevaplar verebilmelisiniz.
ALIŞTIRMA: HAZIRCEVAPLILIK
1. Aşağıdaki her bir kelimeyi okuyun ve hemen ardından okuduğunuz kelimeyi içerisinde barındıran bir cümle
oluşturunuz. Cümlelerinizin 6 kelimeden küçük olmamasına dikkat ediniz.
Örnek: “Kalem” - Kalem olmasaydı binlerce kitabın yazılması mümkün olamayacaktı.
Kuş
Fasulye
Cam
Elma
Tabak
Kelebek
Patlıcan
Salatalık
Defter
Telefon
Radyo
Çocuk
Pamuk
Bahar
Kırmızı
Hırsızlık
İdam
Burun
Tırnak
Sağlık
Sevgi
Bağırmak
Zıplamak
Melek
Cami
Sadakat
Bayrak
Şerefli
Dağılmak
Rehber
Makine
Mutluluk
Bağlantı
İçerik
Soyut
2. Simdi söz söyleme süremizi bir dakikaya çıkaracağız. Aşağıda göreceğiniz kelimeler üzerinde birer dakika
konuşacaksınız. Duraklama yapmamaya dikkat ediniz. Düşünce akışınız yavaş işliyorsa başlangıçta zaman
kazanmak için yavaş bir hızla konuşacaksınız.
Örnek: “Sevgi”- Sevgi üstüne çok şey yazılmıştır. O, insanın kalbinde olan en saygıdeğer duygu. Sevmek ve
sevilmek ne güzel. Bir çocuğu sevmek, bir çiçeği sevmek, işi, eşi, aşı sevmek. Hayat sevgi üstüne kurulmuş. Yunus
ne güzel söylemiş: “Yaratılanı severiz, Yaratandan ötürü”. Bana göre sevebilen insan olmak büyük olmaktır.
Hepimiz de büyük olmak istemiyor muyuz? O zaman sevgiyi neden ihmal edelim. Sevgi mutluluktur. Mutluluk
uğrunda ne günlerimizi aç kalarak feda etmeye hazırızdır. Ne geceler uykusuz bırakır bizi sevgi. Oysa sevgi bir
58
bakıştır. Bir gülüştür. Bir soluyuştur sevgi. Ciğerlerimize her soluyuşta sevgi dolar. Arzularsak tüm hücrelerimizin
sevgiyle dolabildiğini görürüz.” Şimdi sıra sizde:
Bayram
Ay
Kalp
Fedakarlık
Kahvaltı
Burun
Çiçek
Çocuk
Işık
Müzik
Kitap
Başara
Mikrofon
Elbise
Kir
Bahar
Hayranlık
Merak
Temizlik
Yağmur
3. Aşağıda size çeşitli sorular yöneltilmiştir. Bu sorulara en az 30 kelimeden oluşan cevaplar vermelisiniz. Sorunun
cevabı için tek bir kelime yeterli olsa bile cevabınızı mutlaka gerektiği kadar uzatmanız gerekmektedir.
Örnek soru: En çok sevdiğiniz kişi kimdir?
Örnek cevap: Benim Selim isminde bir arkadaşım var. Hayatımda tanıdığım en vefakar, en iyiliksever insan o. Onu
gördüğüm zaman mutlu oluyorum. Böyle bir arkadaşı kim sevmez. En çok sevdiğim insanın o olduğunu
düşünüyorum.(31 kelime)” Şimdi sıra sizde:
-Güzel konuşma kursuna katılmaktan memnun musunuz?
-Sizce yarın yağmur yağacak mı?
-Kursa giderek başarılı olma yolunu öğrenmemiz mümkün mü?
-En çok hangi özelliğinizden gurur duyuyorsunuz?
-Mecbur kalsanız çocuğunuzu döver miydiniz?
-Hiç kimsenin sizi sevmediğini söylüyorlar. Doğru mu bu?
-Rahmetli Turgut ÖZAL’ı hatırlıyor musunuz?
-Hiç nefret ettiğiniz bir öğretmeniniz oldu mu?
-Bir akşam aç kalmak pahasına elinizdeki parayı bir kitaba verir miydiniz?
-Sabahları erken kalkar mısınız?
-İskender kebabı hangi lokantada yersiniz?
-Niçin tavuk eti yemiyorsunuz?
-İradenizi nasıl kuvvetlendirdiniz?
-Gözleriniz neden bu kadar güzel?
4. Konuşmayı Kaldığı Yerden sürdürebilmelisiniz. Aşağıdaki örnekte iki farklı fikrin arası boş bırakılmıştır. Konuşmacı
sizsiniz. önce bir fikir veriyorsunuz ve ardından bu fikri örneklendireceksiniz. Ancak örnek aklınıza gelmiyor. Örneği
hatırlayıncaya kadar kaldığınız cümleye paralel, yeni fikirler içermeyen dolgu cümleleri kullanacaksınız. Arada en az
beş cümle kullanmaya dikkat ediniz. İlk örnek sizin için hazırlanmıştır:
a) Ben biliyorum insan cevabı çok arzularsa rüyasında bile cevabı bulabilir. (Fikir kesintisi: Örneği hatırlamadınız ve
boşluğu dolduruyorsunuz.)
Arzuladığınızda ne olur? Arzunuz bir türlü zihninizden gitmez. Arzu duygudur. Hep gözlerinizin önünde dolaşır. Öyle
ki her zaman arzunuzu düşünürsünüz. Rüyanızda bile arzunuz aklınızda dolaşır. Adeta arzu insanın hücrelerine
kadar vücuduna işlemiştir. Arzunuzdan kalbiniz titrer. “Ah bir şu cevabı bulabilsem” dersiniz. Yemek yerken arzu
kafanızdadır. Yolda yürürken hep o arzuyu düşünürsünüz. Sonunda cevabı rüyanızda görürsünüz...
(Devam)Bunun en ilginç örneğini Elias Howe yaşamıştır. Dikiş makinesini keşfetmek için bıkmadan çalışmış,
arzulamış durmuş ve sonunda rüyasında kendisini yakalayan yamyamların mızraklarının ucunu gördüğünde hemen
fikir kendisine doğmuştur. Bu rüyadan sonra tezgahının başına geçmiş ve dikiş makinesini tamamlamıştır.
b) Bir yetim çocuğun başını okşasanız ona neler kazandırabileceğinizi biliyor musunuz? (Fikir akışı koptu siz
doldurun)
(Devam) Yetim çocuğun kendine duyacağı güven sayesinde çalışma azmi, zekası ve başarısı gelişecektir.
c) Aya ilk kim ayak basmıştı biliyor musunuz? (Fikir akışı koptu siz doldurun)
(Devam) İşte Ay’a ilk ayak basan Neal Armstrong olmuştu.
59
d) Size dün buraya gelip çok çalışmamız gerektiğini söyleyen kadının adını söylemek istiyorum. (Fikir akışı koptu siz
doldurun)
(Devam) O kadının adı Halime Yazgan’dı.
e) Huzurlarınıza hangi konuda söz söylemek için çıktığımı biliyor musunuz? (Fikir akışı koptu siz doldurun)
(Devam) Sizinle “zekanın gelişiminin önemi” konusunda konuşmak için buradayım.
f) Benim kaç yaşında olduğumu merak ediyor musunuz? (Fikir akışı koptu siz doldurun)
(Devam) Belki de tahmin ediyorsunuz; ben tam 31 yaşındayım.

***************************************************************************


Küçük Şeyler
Prof. Dr. Üstün Dökmen
SİSTEM YAYINCILIK

Sistem Yayıncılık: 452 Kişisel Gelişim Dizisi
KÜÇÜK ŞEYLER Prof. Dr. Üstün Dökmen
Yayına hazırlayan: Seda Toksoy
© Bu kitabın bütün yayın hakları Sistem Yayıncılık A.Ş.'ye aittir.
Yayınevimizden yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz,
hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayınIanamaz.
Birinci Basım: Aralık 2004/İstanbul - 60.000 adet
Tk. No: 975-322-351-X Cilt 1: 975-322-352-8
Dizgi: Ebru Öner
Baskı - Cilt: Kurtiş Matbaacılık
0 (212) 613 68 94 (pbx)
Yayın ve Dağıtım: SİSTEM YAYINCILIK VE MAT. SAN. TİC. A.Ş.
Tünel, Nergis Sokak, Sistem Apartmanı, No: 4 34430 Beyoğlu/İstanbul
Tel: (212) 293 8372 - pbx Faks: (212) 245 6614
E-posta: sistem .@. sistem. com, tr
web: http://www.sistem.com.tr
SİSTEM YAYINCILIK BAYİİ VE KİTABEVLERİ
İZMİR : Sistem Kitabevi, 859 Sok. No: 5/A Konak/İZMİR
Tel: (232) 446 2729-pbx Faks: (232) 446 7567
BODRUM : Sistem Kitabevi, Üçkuyular Cad. No: 3 Azmakbaşı / BODRUM
Tel: (252) 313 1167 - 316 4304
ANKARA : Bilim Sanat Konur Sok. No: 11/A Kızılay/ANKARA

Tel/Faks: (312) 418 75 22
Küçük Şeyler
Prof. Dr. Üstün Dökmen
SİSTEM YAYINCILIK

İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ: KİTAP ÜZERİNE
1. KÜÇÜK ŞEYLER ÜZERİNE BİR ÖYKÜ: İKİ DOST, BİR
KUŞ
2. KÜÇÜK ŞEYLERİN ÖNEMİ
Yaşamda Küçük Şeyler
İnsan İlişkilerinde Küçük Şeyler
Kadınların Empatik Becerileri Niçin Gelişmiş?
Küçük Şeylere Dikkat Öğrenilebilir
Çinliler Birbirine Benzer mi?
Mutlu Olmak Öğrenilebilen Bir Şey mi?
Küçük Şeylere Önem Vermek Her Zaman Mutluluk Getirir mi?
3. KİTABIN KAPAĞINDAKİ KÜÇÜK ŞEYLER
Midye Kabuklar Üzerine Bir Şiir
4. YAŞAMINIZDAKİ ENSTANTANELERİ YAKALAMAK:
KÜÇÜK ŞEYLERDEN BÜYÜK MUTLULUKLAR ÜRETMEK
Rezalet mi Nezaket mi; Felaket mi Zarafet mi?
Yaşamınızdaki Enstantaneleri Yakalamak
5. MUTLU OLMAK POLYANNACILIK MI?
6. İNSAN EVRENİN MERKEZİNDE M?
7. ÖTEKİ--BİLMEZLİK/BEN-MERKEZCİLİK
Ben-Merkezci Davranışlara Örnekler
Fiziksel Ben-Merkezcilik: Kime Göre?
Zihinsel Ben-Merkezcilik
Duygusal Ben-Merkezcilik

8. KENDİNİ BİLMEZLİK (ROL TUTSAKLIĞI)
9. DEĞERLERE UYMADA ÜÇ HATA
Değerler
Değerlere Uymada Üç Hata
Birinci Hata: Ortama Göre Değerlere Uymak
İkinci Hata: Keyfimize Göre Davranmak
Üçüncü Hata: Karşımızdaki Kişiye Göre Değerlere Uymak
İnsanların Onurlan Eşittir
Ekmek mi İnsan mı?
10. ÇELİŞKİLERİMİZ, İKİLEMLERİMİZ
Çelişki, İkilem
Buzun İçinde Ateş Var mı?
İkilemlerde Sıkılmak Bir Tür Çelişki mi?
Çelişkilerimize Birkaç Örnek
Moda
Kişisel Değerimiz
Gurur Duyma/Duymama ve Babalar
Ana Babalar ve Çocuklar Arasında Bir Benzerlik
Ötekini İkileme Sokmak
İkilemlerimiz ve İki Mantık
11. YÜZDE YÜZ HAKLI OLUNUR MU?
Hiç Yüzde Yüz Haklı Oldunuz mu?
Annem mi Haklıydı Babam mı?
"Kabul Et Haksızsın!"
Kissinger Siyaseti, Hitler'in Vagonu

Çocuğunuz Yalan Söylerse
Futbolda Bir Acı Anı
Trafik Canavarı Tamamen Canavar mı?
Mafyaya Destek Olmuşluğunuz Var mıdır?
Toparlama
12. "HEM ŞOFÖR MEHELLİ, HEM BEŞ KURUŞ" (VEYA
"YÜZ ALTIN SENDROMU")
Diyelim Anahtarınızı Unuttunuz
Diyelim Öğrencisiniz
Diyelim Bir İşyerinde Çalışıyorsunuz
Diyelim Evlisiniz
Evlilik Yıldönümlerini Unutan Erkekler
13. KUSURSUZLUĞU ARAMANIN BEDELİ
14. MARİFET İLTİFATA TÂBİDİR
Bilime, Sanata, Spora İltifat
Arazi Olmaya Değil, Araziye İltifat Etmeli
Yanlış İltifat, Yanlış Beceri ("Benim oğlan pek zeki... ")
Ailede İltifat/-sızlık
İşyerinde İltifat/-sızlık
Tarihten Bugüne İltifat/-sızlık
Az İltifat, Az Marifet, Övgüden Kaçınma, Eleştiriye Rağbeti
Labirentteki Fareye İltifat
Labirentlerden Çıkarma Yolu
Çocuklara Şekil Vermek
Maslow'un Türkçe'si

15. CEZA, ÖDÜL, GERİBİLDİRİM, YAPTIRIM
Ceza Tuhaftır, Komiktir
Cezanın Güçsüzlüğü
Çocuğa Dayak Ahlak Dışı mı?
Ceza ve Ödül Yerine Geribildirim
Ödülün Sakıncaları
16. KÜÇÜKAĞAÇ'IN EĞİTİMİ
17. MOLA: TAMAMEN DURMAMAK İÇİN DURMAK
Genel Öfke Kontrolünde Mola
Çocuklara Mola
Ailemizde Bir Mola Uygulaması
18. KADININ DEĞERİ, BAMSI BEYREK'İN ŞEREFİ
Kadın--Erkek Eşitliği
Bamsı Beyrek Masalı
Annemin Değeri Babamın Şerefi
19. SİNERJİ
İmecede Sinerji
Doğada, Nesnelerde, Sandalyede Sinerji
Evlilikte Sinerji
İşyerinde Sinerji
20. YILDIRMA (MOBBİNG), İŞYERİ FOBİSİ, KURUM
DEPRESYONU
21. HOBİ TERAPİ
SONSÖZ

Küçük Şeyler

ÖNSÖZ:
KİTAP ÜZERİNE
Bir süredir televizyonda "Küçük Şeyler" adlı bir program
yapıyorum. Elinizdeki kitap, bu programdaki bazı
konuların genişletilmesiyle ve yeni konuların
eklenmesiyle oluştu. Kitabın çerçevesi, insan ilişkileri,
iletişim hataları, yaşama sevinci, çocuklarla iletişim,
eşlerle iletişim, rollerimiz, kadın--erkek eşitliği...
Bugüne kadar akademik kitapların yanı sıra, kısmen
akademik, kısmen popüler sayılabilecek iki psikoloji
kitabı yazdım. Bunlar "İletişim Çatışmaları ve Empati" ve
"Varolmak, Gelişmek, Uzlaşmak"* adlarını taşıyor. Bu
kitaplarda, akademik çerçevede, bilindik bilgilerin yanı
sıra, yeni sayılabilecek bazı görüşlerime/iddialarıma yer
verdim. Bunlar, daha çok meslektaşlarıma, psikoloji ve
psikolojik danışmanlık öğrencilerine yönelikti. Fakat
bunun yanı sıra bu iki kitapta, mesleği psikoloji
olmayanlara da yönelmeye çalıştım. Buna rağmen, alanı
psikoloji--eğitim olmayanlara bu iki kitap, özellikle
birincisi biraz teknik geldi galiba. Bazı okuyucularım,
kendileri için "daha rahat anlaşılır" bir kitap istediler.
Elinizdeki kitapta bu öneriye uymaya çalıştım. Arada yeni
şeyler söylesem bile, büyük ölçüde teknik olmayan bir dil
kullanacağım.
Kitapta, sözü edilen konularla ilgili tüm teknik bilgilere,
bütün kuramsal görüşlere yer verilmeyecek. Temel
konulara, özellikle toplumun ihtiyacı olduğunu
www.webturkiyeforum.com
düşündüğüm ve seminerlerimde izleyenlerin
etkilendiklerini gözlediğim konulara yer verilecektir.
Pek çok kişi televizyondaki "Küçük Şeyler" adlı
programımızı izledi, beğendi. Şimdi içimde bir endişe var.
Kitap ne kadar akıcı ve anlaşılır da olsa, yine de ekrandaki
kadar keyif verici olmayabilir. Kitap ve televizyon farklı
şeyler. Televizyon renkli, ama kitap da gerekli.
Televizyonda paylaşamadığım, tartışamadığım konuları
kitapta ele almaya çalışacağım. Ayrıca kitap okumaktan
vazgeçmiş, sadece seyrederek veya kitapları kasetten
dinleyerek öğrenen bir topluma dönüşmemizden de endişe
ediyorum. Bu endişeleri okuyucularımla paylaşmak
istedim.
Küçük Şeyler programı ülkemizde, kişilerarası iletişim
konusunda, aile rehberliği konusunda, belki bir anlamda
koruyucu hekimlik konusunda, ortaya çıkan sürecin
halkalarından birisi. Bu sürecin pek çok halkası var ve
hepsi de önemli. Belki ilk halka Selim Sırrı Tarcan.
isveç'te incelemeler yapan Tarcan, yurda dönüşünde bu
ülkedeki spor eğitimiyle, insan ilişkileriyle ilgili konferans
vermiş. Birkaç izleyici gelmiş. Ertesi hafta "Selim Sırrı
Flütle İsveç Havaları Çalacak" diye ilân vermiş, bu sefer
salon dolmuş. O da biraz flüt çalmış, sonra İsveç'i
anlatmış. Bir başka önemli halka belki şu: Çocukluğumda
haftada bir gün beş dakika kadar radyoda birisi konuşur,
çocukların nasıl yetiştirilmeleri gerektiğini anlatırdı.
Konuşma bitince spiker "Eğitimci Orhan Çaplı'yı
dinlediniz" derdi. Aklımda böyle kalmış. Sonra giderek
yeni isimler çıktı ortaya. Bu alanda çok önemli bir halkayı
Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu hocamızın, TRT'de yaptığı ve
www.webturkiyeforum.com
sunduğu "Hata Kimde?" adlı bir program oluşturdu.
Çocukların yetiştirilmesinde dikkat edilmesi gereken
noktalan vurguluyordu bu program. (Bütün bu
büyüklerimizi rahmetle ve sevgiyle anıyorum; özellikle
tanıma onuruna eriştiğim Yörükoğlu hocamıza,
yazdıklarıyla -çok değerli kitapları var-, anlattıklarıyla ve
tedavi ettikleriyle ülkemize olan katkılarından ötürü
şükranlarımı sunuyorum.) Sonra Doğan Cüceloğlu -benim
Doğan Ağabeyim-, ailelerle, çocuklarla ilgili programlar
yaptı; çok izlendi. Sonra benim yazdığım ve sunduğum
Küçük Şeyler yayımlandı TRT'de. Yurt içinde ve dışında
büyük bir izlenme oranı yakaladı bu dizi. Sanırım çok
etkili oldu. O kadar ki, tıpatıp taklitleri çıktı; kırmızı
koltuğuyla, dekoruyla, skeç-leriyle benzerleri yapıldı. (Bu
olayın sevindirici olduğunu, bu tarzda programlar
yapılmasının, toplumun konuya ilgisinden kaynaklandığını
düşünüyorum. Küçük Şeylerin benzerlerinin daha yaygın
bir şekilde ekranlarda görülmesini dilerim.)
Elinizdeki kitaba televizyondaki program ilham verdi. Bu
yüzden dostlarıma teşekkür etmek istiyorum. Küçük
Şeyler'in yönetmen ve yapımcıları olan Sayın Muhammed
Şimşek'e, Muzaffer Evci'ye, Erol Evci'ye ve Erol
Yazıcı'ya, ayrıca eşine "Hocamla bir program yapsana"
diyerek konuyu bizlerin gündemine getiren Dr. Esin Uçak
Şimşek'e teşekkür etmek isterim.
Benim açıklamalarım arasına serpiştirilmiş küçük
tiyatrolar (skeçler) Küçük Şeyler'e büyük renk kattı. Bu
skeçlerin konularını ben belirledim, bazılarını yazdım,
bazılarını değerli senarist arkadaşlarım, örneğin Turgay
Yıldız, Zehra Çelenk yazdılar. Değerli tiyatro sanatçısı
www.webturkiyeforum.com
arkadaşlarım Sükûn Isıtan, Serhat Mustafa Kılıç (Serji),
Rıza Karaağaçlı, Elvan Karahasanoğlu, Ahmet Bacınoğlu,
Sezin Akbaşoğulları ve Derya Keyfe teşekkür etmek
istiyorum. (Ara ara bazıları ekibimizden ayrılıp İstanbul'a
gittiler; üzüldüm.) Ve yine her zamanki gibi anneme,
babama, öğretmenlerime, yurt içindeki ve dışındaki bütün
izleyicilerime, ülkeme ve dünyaya teşekkür etmek
istiyorum.
Erdoğan Yenice kardeşim "Hocam bizi de unutma" dedi.
Sistem Yayıncılığa, Şermin Yenice'ye teşekkür etmek
istiyorum.
Ve son olarak, adetten değil ama kendime de teşekkür
etmek istiyorum. Hani el-gün yanında hatırım kalmasın
diye.
* Sistem Yayıncılık
www.webturkiyeforum.com
1
KÜÇÜK ŞEYLER
ÜZERİNE
BİR ÖYKÜ: İKİ DOST,
BİR KUŞ
Kitaba bir öyküyle başlamak istiyorum. Bu öyküyü ben
yazdım. Öyküm, şöyle kıssadan hisseli olsun istedim.
Kelile ve Dimne'dekilere benzesin, Mevlâna'nın öyküleri
gibi bir şey olsun istedim. Olaya doğudan, doğrudan
bakmaya çalıştım.
Öyküm şimdilik yeni. Eğer yıllar sonra anlatılırsa mutlaka,
"Bir zamanlar... " diye başlayacaklar. Madem fiyle,
eskitilmiş tahtalar gibi, öykümü şimdiden eskiterek
başlayalım söze:
Bir zamanlar bir ülkede iki arkadaş varmış. Bunlar pek
haylazmış, üstelik sürekli gevezelik ederlermiş.
Çevrelerindeki büyükler bunlara o kadar çok "Evladım az
ve öz konuşun" demişler ki, sonunda adlan Az ve Öz
kalmış.
www.webturkiyeforum.com
Az, çok haylazmış; Öz de haylazmış ama, iyi--kötü
ucundan kenarından okurmuş. Eski Yunan'dan, Eski
Roma'dan, Eski Türk'ten kitaplar okurmuş Öz. Aisopos'u
bile tanırmış. (Yüz yüze görüşmemişler ama kalpten
tanışmış, o kısa, kambur, kekeme, ama tatlı dilli Aisopos
ustayla.)
Neyse lafı uzatmayalım, Az ile Öz günlerden bir gün kötü
işlere bulaşmışlar, kötü adamlarla dalaşmışlar. Ve bir gün
olanlar olmuş. Haydutlar Az'ın ve Öz'ün gözlerini
bağlayıp kaçırmışlar. Öyle az öteye değil; bir araca
bindirip günlerce uzaktaki bir yere götürmüşler. Taştan bir
odaya kapatmışlar. Odanın duvarında ufak bir pencere
varmış. Demirli. Bu pencereden bakınca yalnızca gökyüzü
gözüküyormuş.
Günlerdir gözleri bağlı yolculuk eden Az ile Öz çok
yorgun düşmüşler ve nerede bulundukları konusunda en
küçük bir bilgileri yokmuş. Haydutlar iki arkadaşı taş
odaya koyduklarında gözlerini açmışlar.
Öz hemen uyumuş. Az ne olur ne olmaz diye uyumadan
beklemiş. Bir süre sonra Öz uyanmış ve Az'a "Ben
uyurken ne oldu?" diye sormuş. Az, hiçbir şey olmadığını
söylemiş. Öz "Hiçbir şey duymadın mı, görmedin mi?"
demiş. Az, "Hayır, sadece pencereye bir kuş kondu"
demiş. Öz heyecanla "Nasıl bir kuştu?" demiş. Az
"Bilmiyorum dikkat etmedim, basbayağı bir kuştu, tam
göremedim, sadece gagası gözüktü" demiş. Öz "Gagası
nasıldı?" diye devam etmiş. Az, "Ne bileyim dikkat
etmedim" demiş.
www.webturkiyeforum.com
Öz bu duruma çok üzülmüş. "Hay ben sana ne diyeyim;
eğer o kuşun gagasına dikkatli baksaydın, şimdi nerede
olduğumuzu bilebilirdik" demiş. Az "Saçma, bir gaga çok
küçük bir şey. Ona bakıp nerede bulunduğumuzu nasıl
anlayabiliriz ki?" demiş.
Öz "Bu dünyada küçük şeyler yoktur. Bakmasını bilen göz
için her şeyin bir anlamı vardır" demiş ve devam etmiş:
Bu dünyada küçük şeyler yoktur.
Bakmasını bilen göz için her şeyin bir anlamı vardır.
"Bak eğer kuşun gagası uzun ise bizi Alma'nın (Alma yola
çıktıkları kasaba imiş) kuzeydoğusundaki bataklık bölgeye
getirmişler demektir. Uzun gagalı kuşlar suyun dibindeki
solucanları, küçük kabuklan toplar çünkü, Eğer kuşun
gagası, kısa, ince ve sivri ise ağaç kabuklarındaki
böcekleri yiyordur; Söğüt Bülbülü'dür örneğin. Bu
durumda bizi güneydeki ormanlık bölgeye getirmişlerdir.
Eğer gagası eğri, çapraz uçlu ise, çam kozalaklarının
pullarını ayıran bir çapraz gagadır. Bu durumda batıdaki
çamlık bölgeye getirmişlerdir bizi. Eğer gagası kısa, kalın,
güçlü ise tohumların, yemişlerin sert kabuklarını
kırıyordur. Bu durumda Alma'nın kuzey batısındayız
demektir. Nerede bulunduğumuzu bilmek ise kurtulma
yolunda ilk adım olabilir."
Az duydukları karşısında hayretler içinde kalmış, Öz'e
"Küçük bir şeyden böyle büyük sonuçlar çıkarabileceğini
hiç düşünmemiştim. İyi de bütün bunları şimdiye kadar
niçin bana öğretmedin?" Öz, "Şimdiye kadar böylesine zor
durumda hiç kalmadık da o yüzden. Bu dünyada her
www.webturkiyeforum.com
durumda işe yarayacak küçük bilgiler vardır. Uygun
durumda uygun bilgiyi kullanırsan büyük sonuçlar çıkar
ortaya. Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık çokluğun özüdür"
demiş.
Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık çokluğun özüdür.
Kıssadan Hisse (Öyküdeki Önem):
Büyük şeylere küçük adımlarla ulaşılır. Ve insan,
bedenine ve dünyaya hapsedilmiştir; taştan bir hücrede
gibidir. Çevresindeki pek çok küçük şeyi fark ettikten
sonra özgürlüğüne kavuşabilir. Bir gün yıldızlara
ulaşabilmek için, bugün yeryüzündeki her şeyi
değerlendirmeniz gerekir. Azlık çokluğun özüdür. Ve bir
de şu: Evren, bir bütündür, tektir. Belki bu yüzden evrende
birbiriyle tamamen ilişkisiz iki şey yoktur. İlişkileri
görebildiğinizde, evren kalbini açar size. İşte Az ile Öz'ün
öyküsü bunları anlatıyor bize.
www.webturkiyeforum.com
2
KÜÇÜK ŞEYLERİN
ÖNEMİ
Yaşamda Küçük Şeyler
Yukarıdaki öyküde küçük şeylerin önemi anlatılmak
isteniyor. Genelde büyük şeylere değer veririz. Ancak
büyük şeylere ulaşabilmek için küçük şeylere, küçük
adımlara ihtiyacımız vardır.
Devasa büyüklükteki çığları ortaya çıkaran şey,
başlangıçtaki ufacık kar parçacıklarıdır. Bütün büyük
ırmaklar, dağlardaki sızıntılarla, çanak büyüklüğündeki
gözelerle gözlerini dünyaya açarlar.
Akiro Krusava'nın çevirdiği Dersu Uzala adlı bir film
vardı. Sibirya'daki ormanlara uyum sağlamış bir adamı
anlatıyordu. Dersu Uzala, ormanda bir ayak izi
gördüğünde, bu izin sahibinin genç bir insan mı yoksa
yaşlı mı olduğunu anlayabiliyordu. Gençlerin ayak
izlerinin arkası, yaşlıların ise ön tarafı daha derin
oluyormuş. Çünkü gençler dik, yaşlılar ise öne doğru
hafifçe eğilerek yürürlermiş.
www.webturkiyeforum.com
Benzeri şekilde iz süren Kızılderililer de, alışık
olmayanların asla fark edemeyecekleri küçük ipuçlarından
yararlanarak, örneğin genç sürgünlerin hangi tarafa
eğildiğine bakarak onun gittiği yönü bilirlermiş.
Yaşar Kemal'in İnce Memed'indeki Topal Ali doğadaki
küçük ipuçlarını okuma konusunda efsanevi bir güce
sahiptir.
Hayvanlarda belli bir türün üyeleri birbirinin tamamen
benzeri olmaz. Aralarında çok küçük farklılıklar bulunur.
Bu farklılıklar türlerin zaman içinde değişime uğramasına
ve günümüzdeki tür zenginliğine yol açmıştır. Bununla
ilişkili olarak genlerdeki diziliş farklılıkları da yaşamda
vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Birbirlerinden çok farklı
gözüken iki hayvanın genlerinin dizilişi arasında genelde
çok az farklılık vardır. Yani genlerin sıralanışındaki küçük
farklılıklar çok farklı türlerin ortaya çıkmasına yol açar.
Benzer şekilde atomları oluşturan parçacıklarda ortaya
çıkan -bize göre- küçük farklılıklar, bambaşka
elementlerin, maddelerin oluşmasına yol açmıştır.
Fiziksel, biyolojik evrendeki küçük şeylerin büyük
etkileri, yaşamın her alanında, doğada, insanda,
Kızılderili'den Hintliye, Eskimo'dan Türk'e, topraktan
iklime, hemen her yerde, her toplumda karşımıza çıkar.
Hintliler alışık olmayan gözlerin göremeyeceği ufacık bir
bulut kümesine bakıp muson yağmurunun başlayacağını
bilirlermiş. Anadolu köylüsü de bir zamanlar belirli bir
yönden çıkan küçük bulutları görür görmez, "sağanak
geliyor" diye harmanı toplardı.
www.webturkiyeforum.com
Hekimler en küçük belirtileri, dedektifler ulaşabildikleri
bütün ipuçlarını değerlendirirler.
Sonuçta, ister bir ormanda, ister bir muayenehanede
olalım, yaşamdaki küçük ipuçlarını fark ettiğimizde,
doğaya uyum sağlamamız, yarına kalmamız kolaylaşır.
Aslında bu durumun farkındayızdır. Küçük Şeylerin
önemi geleneksel kültürümüzde "bir mıh (bir tür çivi) bir
nal kurtarır, bir nal bir süvari kurtarır" özdeyişiyle ifade
edilir. Ancak pratikte küçük şeylere ne ölçüde önem
verdiğimiz ve özellikle küçük şeylerden mutlu olmayı ne
ölçüde becerdiğimiz tartışmaya açık bir konudur.
Küçük ipuçlarını fark ettiğimizde,
doğaya uyum sağlamamız, yarına Kalmamız Kolaylaşır.
İnsan İlişkilerinde Küçük Şeyler
Küçük şeyler, doğa--insan etkileşiminde olduğu kadar,
insanlar arasındaki iletişimlerde de önemlidir.
Konuşurken, tek bir kelimeye alınırız veya tek bir
kelimeye seviniriz. Birbirimizin yüz ifadelerinden, en
küçük mimiklerinden sürekli anlam çıkarmaya çalışırız.
Karşımızdakinin sözleri ile mimikleri arasındaki küçük
çelişkiler bizi çok ilgilendirir. Örneğin birisi bizi evine
davet ettiğinde, bu daveti yürekten mi, yoksa usulen mi
yaptığı konusunda ipucu yakalamak için onun yüz
ifadesini inceleriz. Genelde, davette bulunan gözlerini aça
aça ve hafif yalvarır bir ifadeyle "Allah aşkına gel bak,
gelmezsen ölümü gör" diyorsa, gitmemiz gerektiğine
gönül rahatlığıyla karar veririz.
www.webturkiyeforum.com
Kadınların Empatik Becerileri Niçin
Gelişmiş?
İletişimde mimiklere dikkat etmek, bazı canlı türlerinde,
özellikle insanlarda ilginç özellikler ortaya çıkarıyor.
Örneğin, yapılan araştırmalar genelde kadınlarda empatik
becerinin erkeklere oranla daha yüksek olduğunu
gösteriyor.
Kadınların empatik becerilerinin erkeklerin empatik
becerisinden daha yüksek olması, "kadın duyarlılığı"
kavramıyla açıklanabilir. İyi de kadınlar niçin daha
duyarlı? Niçin erkeklere oranla daha iyi empati
kurabiliyorlar?
Kadınların erkeklere oranla daha iyi empati kurmalarının
çeşitli nedenleri bulunabilir. Bir görüşe göre bu
nedenlerden bir tanesi şu:
Bazı canlı gruplarında statüsü düşük olanlar saldırganlığa
uğramamak için yüksek statülülerin, örneğin liderin
davranışlarını sürekli gözlerler. Benzer şekilde insanlarda
da nice toplumda aile ortamlarında erkeğin statüsü
kadınınkinden üstün olmuştur. Kadın, erkeğin gözüne
bakmak, onun sinirli olup olmadığını anlayıp kendini ona
göre ayarlamak zorundadır. Aksi halde, sözel ya da
fiziksel saldırıya uğrayabilir.
Erkeğin şu andaki davranışlarına bakıp az sonraki
davranışlarını tahmin etmek zorunda olan kadın, giderek
onun yüz ifadelerine, vücut diline daha duyarlı olmuştur.
www.webturkiyeforum.com
Bu durum da kadının empatik becerisinin gelişmesine yol
açmıştır.
Çevremizde vardı, maalesef hâlâ var: Erkek akşam eve
geldiğinde karısı kaygılı bir şekilde onun yüzüne bakar.
Kocasının sinirli olup olmadığını, diğer bir ifadeyle eşref
saatinin yerinde olup olmadığını anlamaya çalışır. Eğer
evin beyi sinirliyse hemen çocuklarını uyarır, "Babanız
sinirli, aman ortalarda dolaşmayın" dermiş.
Küçük şeylerin toplamı, doğada olsun, toplumda olsun
daima büyük yekûnlar doğuruyor galiba. Yüzyıllar
boyunca, onbinlerce kadın, gökyüzünde karabulut
gözleyen çiftçiler gibi, kocalarının yüzünde bir kararma,
bir öfke belirtisi gözleye gözleye, duyarlı hale gelmiş,
empatik becerilerini geliştirmiş olabilirler. Erkeklerin
büyük çoğunluğunda, "ya karım kızarsa" korkusu
bulunmadığı için böylesine bir duyarlılık gelişmemiş
olabilir.
Küçük Şeylere Dikkat Öğrenilebilir
Kadınların empatik becerilerinin gelişmişliğinde, bir
biyolojik temel, bir genetik yatkınlık da bulunabilir. Ama
kadın--erkek ilişkilerinden kaynaklanan öğrenme, anneleri
ve çevredeki diğer kadınları örnek alma da etkili olmuş
olabilir.
Empati, doğuştan sahip olunan bir özellik değildir.
Araştırmalar, kadın--erkek herkesin empatik becerisinin
eğitim yoluyla geliştirilebileceğini, empati kurmanın
öğrenilebilen bir şey olduğunu göstermektedir.
www.webturkiyeforum.com
Dikkat konusuna ayrıntılı olarak girmeden, bu konudaki
klasik bir araştırma sonucuna değinmek istiyorum: Belli
mesleklerdeki kişiler, meslekleriyle ilgili şeylere giderek
daha fazla dikkat eder hale geliyorlarmış. Örneğin, terziler
insanların elbiselerine, berberler saçlarına, ruh sağlığı
uzmanları yüz ifadelerine daha fazla dikkat ediyorlarmış.
Bir tiyatro salonunu, küçük bir deliği bir saniye açıp
kapatarak bir tiyatrocuya gösterdiğinizde seyirci
yoğunluğunu, bir itfaiyeciye gösterdiğinizde ise salonda
kaç kapı olduğunu algılıyormuş.
Bunlar ve benzeri örnekler, küçük şeylere dikkat etmenin,
aslında öğrenilebilen bir şey olduğunu göstermektedir.
Belirli ortamlar, belirli yaşam koşulları bize bazı şeylere
özellikle dikkat etmeyi öğretir.
Bildiğim kadarıyla biz Türkçe'de kara iki ad veririz: Kar
ve kırç. (Kırç, diş diş olmuş eski kardır.) Eskimolarda ise
otuza yakın kar adı vardır. Kültürlerdeki bu farklılıklar,
yaşam şartlarından kaynaklanıyor olsa gerek.
Bence bu konudaki en çarpıcı örnek, her toplumun kendi
üyelerini birbirine benzemez, öteki toplumları ise benzer
algılamasıdır.
Çinliler Birbirine Benzer mi?
Küçük yaşlardan itibaren yakın çevrelerindeki insanların
"Çinliler birbirlerine benzer mi?" sorusuna, doğu ve Orta
Asya dışında oturan pek çok kişi "Evet" cevabını veriyor.
Ama Çinlilere sorduğunuz zaman onlar da "Biz
www.webturkiyeforum.com
Çinliler birbirimize benzemeyiz, batılıların hepsi birbirine
benzer" derlermiş.
Bize göre zenciler, Çinliler birbirine benzer. Ama biz
benzemeyiz. Niye?
Galiba olayın açıklaması şu: içinde yaşadığımız toplumda,
küçük yaşlardan beri yakından tanıdığımız çok sayıda
insan vardır. Böyle olunca bunların yüzleri arasındaki
küçük farklılıkları yakalayabiliriz. Yeterli sayıda Çinliyle,
yeterince uzun süre birlikte kalmadığımız için de,
Çinlilerin yüzleri arasındaki farklılıkları fark edemeyiz ve
hepsinin birbirine benzediğini düşünürüz.
Küçük farklılıkları yakalayamamak,
ötekileri yanlış algılamamıza, zaman zaman da mutsuz
olmamıza yol açar.
Bir arkadaşım anlattı. Havaalanında bir grup Türk
oturuyorlarmış. Birkaç Japon çocuk bunların karşına
geçmiş, baş ve işaret parmaklarıyla gözlerinin altını ve
üstünü çekiştirip, yani çekik gözlerini yuvarlak hale
getirmeye çalışarak bir yanda da "Hımm.. " sesi
çıkarıyorlarmış. Birkaç kişinin bunlar bizimle dalga
geçiyor diye canı sıkılmış. Arkadaşım ise "Kızmayın, biz
de küçükken Çinlilerin karşısına geçip, parmaklarımızla
gözlerimizi iki yana çekiştirip 'Hımmm... ' derdik" demiş.
Galiba herkes, kendi gözünün, kendine ait her şeyin
normal olduğunu, ötekilerde ise bir tuhaflık bulunduğunu
düşünüyor.
www.webturkiyeforum.com
Küçük şeylere dikkat etmenin önemi galiba bir de dil
konusunda ortaya çıkıyor. Anadili Türkçe olanlar için
"cam" ve "çam" sözcüklerini birbirinden ayırt etmek
kolaydır. Ancak Türkçe'yi ileri öğrenmeye çalışan, anadili
Hint-Avrupa dili olan batılılar için c'yi ç'den ayırt etmek
zordur. Bizim için de İngilizce'nin farklı t'larını (the ile
tree'yi) ayırt etmek güç. Yüzler arasındaki küçük
farklılıkları yakalamak da kültürle, öğrenmeyle ilgili.
Mutlu Olmak Öğrenilebilen Bir Şey
mi?
Yukarıdaki tartışmalardan ortaya çıkan sonuç şu: Küçük
şeylere dikkat öğrenilebilen bir şeydir, insanlar, içinde
yaşadıkları ortama, aldıkları eğitime göre birtakım küçük
şeylere dikkat etmeyi öğreniyorlar. Çiftçiler, hekimler,
terziler, dedektifler, kendi uğraşlarıyla ilgili küçük
ipuçlarını değerlendirmeyi öğrenebiliyorlar.
Küçük şeylere dikkat etmeyi öğrenebilen insan, bunlar
karşısında mutlu veya mutsuz olmayı da öğrenebilir.
Bazılarımız, küçük şeylere dikkat etmeyi ve bunlar
karşısında mutsuz olmayı öğrenmiş bulunuyoruz.
Bazılarımız ise aynı küçük şeylere dikkat edip mutlu
olmayı öğrenmiş bulunuyoruz. (Maalesef, ikinci gruba
girenlerin sayısı galiba daha az. En azından ülkemizde az.
Bu konuda bir araştırma yürütmeye çalışıyoruz.)
Küçük şeylere dikkat etmeyi öğrenebilen insan,
bunlar karsısında mutlu veya mutsuz olmayı da
öğrenebilir.
www.webturkiyeforum.com
Yani bazıları bardağın yarısı boş diye esef etmeyi, bazıları
ise yarısı dolu diye sevinmeyi, şükretmeyi öğrenmiş.
Doğuştan iyimser veya kötümser olmuyoruz. Belirli
durumlar karşısında iyimser veya kötümser olmayı çeşitli
yollarla öğreniyoruz. Örneğin, büyüklerimizi model alarak
öğreniyoruz.
Bir düğüne giden insanların, bir şeyleri övmekten çok,
negatif eleştiri yönelttiklerini görürüm. Ufacık ufacık
ayrıntıları yakalayıp kurabiyeleri, limonataları, gelinin,
damadın kaşını, gözünü, kayınvalidelerin elbiselerini
eleştirdiklerini duyarım, insanlar eleştiriyorlar,
eleştiriyorlar, ondan sonra da "Amann bize ne, Allah
mesud etsin" diyorlar. İyi de, şu 'bize ne'yi en başta
demeyi öğrenebilir miyiz acaba?
Eğer bir insan genelde kötümser, karamsar ise, galiba
zamanla bu karamsarlığı destekleyecek yönde küçük
ayrıntıları fark eder hale geliyor. Negatifi vurgulaya
vurgulaya, yaşama negatif bir bakış tarzı geliştiriyor. Bu
durumun sonucunda da, arabesk şarkılarda duyduğumuz
"batsın bu dünya" tavrı çıkıyor ortaya.
Karamsarlığı öğrendiğimiz gibi iyimserliği de
öğrenebiliriz. Bu konuyu ilerde tekrar ele alacağız.
Küçük Şeylere Önem Vermek Her
Zaman Mutluluk Getirir mi?
Eğer "Küçük şeyler önemlidir" dersek bu, bazı durumlarda
sıkıntı yaratabilir. Küçük şeylerden mutlu olabileceğimiz
www.webturkiyeforum.com
gibi, mutsuz da olabiliriz. Biz uzmanlar, eğitimciler bu
konuda galiba bir çelişki sergiliyoruz. Şöyle:
Örneğin diyoruz ki, "Komşun sana gülümserse, bu küçük
şey aslında önemlidir, mutlu olmalısın. " İyi. Ama diyelim
ki komşunuz, size dik dik baktı ve selam vermedi. Bu
durumda ise galiba şunu söylüyoruz: "Komşunun sana
selam vermemesi küçük bir şeydir, moralini bozmana
deymez. " Bence burada bir çelişki var.
Veya, "Size trafikte teşekkür anlamında korna çalarlarsa
sevinin, eğer hakaret anlamında çalarlarsa aldırmayın. "
Yine çelişki var. Eğer küçük şeyler önemliyse, o zaman
üzülebiliriz de.
Bu konudaki çelişkiyi acaba şu mantıkla çözebilir miyiz?
Neyin küçük, neyin büyük olduğu veya küçük şeylerden
hangisinin ne ölçüde önemli olduğu görecelidir (rölatiftir).
Fiziksel dünyadaki hemen her şeyin göreceli olması gibi,
insanın dünyasında bu şey de görecelidir.
Evrende yaklaşık 200 milyar civarında galaksi var. Bu
yaklaşık bir sayıdır. Dışardan bakınca bir tanesi eksik veya
fazla, hiç önemli değildir. Ama bizim için bizim
galaksimiz çok önemlidir. Evrende 1021 (1, 000, 000, 000,
000, 000, 000, 000) tane bizimkine benzer güneş vardır.
Bunlardan bir tanesi eksik veya fazla olmuş, hiç önemli
değildir. Ama bizim güneşimiz bizim için çok önemlidir.
Evrende her şey göreceli.
Neyin küçük, neyin büyük olduğu veya
küçük şeylerden hangisinin ne ölçüde
www.webturkiyeforum.com
önemli olduğu görecelidir.
İnsanların dünyasında da neyin büyük, neyin küçük
olduğu, neyin, ne zaman önemli veya önemsiz olduğu
görecelidir. Ancak bu göreceli alemde insanın bir
üstünlüğü var. İnsan, nesnelere ve olaylara değer
verebilen, onları değerlendirebilen bir varlıktır. Güneşin
böyle bir gücü yoktur, ama insanın vardır.
O halde insan, karşılaştığı küçük şeylerden hangisine, ne
yönde önem vereceği konusunda iradesini kullanabilir.
Eldeki ölçüt bence, "yarına kalmak" olmalıdır. Eğer bir
olaya verdiğimiz değer, yarına kalma ihtimalimizi
artıracaksa önemlidir, artırmayacaksa önemli değildir. Her
şeyin göreceli olduğu bir dünyada kişinin kendini
koruması esas olmalıdır.
Eğer bir olaya verdiğimiz değer,
yarına kalma ihtimalimizi artıracaksa önemlidir,
artırmayacaksa önemli değildir.
Her şeyin göreceli olduğu bir dünyada
kişinin kendini koruması esas olmalıdır.
Diyelim ki komşunuz size selam verdi. Bundan hoşnut
olursanız, kendinizi iyi hissedersiniz; bu da sizin yarına
kalma ihtimalinizi artırır. Ama eğer 'Yahu bu adam bir
çıkarı olmadan babasının hayrına selam vermez"
gibilerden düşünürseniz, kendinizi iyi hissetmezsiniz. Bu
da sizin yarına kalma ihtimalinizi azaltır.
www.webturkiyeforum.com
Diyelim ki komşunuz size selam vermedi: Eğer bu duruma
fazlaca üzülürseniz, yarına kalma ihtimaliniz azalır.
"Görmemiştir" diye düşünür, fazlaca üzülmezseniz, yarına
kalma ihtimaliniz artar.
Genelde yaşama pozitif bakmalıyız. Tehlikeler karşısında
önlem almak gerektiğinde, bazen negatif düşünmek
gerekebilir. Fakat negatif düşünmeyi bir alışkanlık haline
getirmek, bizi tehlikelerden korumak yerine, tehlikeye
atıyor demek istiyorum. Olaylara ne zaman pozitif, ne
zaman negatif yaklaşacağımızı öğrenirsek; bizi
rahatlatacak olayları fark etmeyi, vurgulamayı, yanı sıra
rahatsız edecek olaylara fazlaca önem vermemeyi
öğrenirsek ömrümüz uzar.
Tehlikeler karşısında önlem almak
gerektiğinde, bazen negatif düşünmek gerekebilir.
Fakat negatif düşünmeyi bir alışkanlık haline
getirmek, bizi tehlikelerden korumak yerine,
tehlikeye atıyor.
İnsanın, göreceli bir dünyada, dünyaya uyum sağlayacak,
kendini mutlu kılacak şekilde, çevresindeki olayları
önemli ya da önemsiz algılamaya yetecek beyin gücü
vardır.
Bir çocuğun sokakta bana gülümsemesi çok önemli bir
olaydır. Birisinin ters ters bakması ise, düzeltmem gereken
bir davranışım varsa önemlidir; ama yapabileceğim bir şey
www.webturkiyeforum.com
yoksa hiç önemli değildir. Kendimi bu şekilde düşünecek
şekilde eğitebilirim.
Bireyin kendi gayretiyle duygularını tamamen denetim
altına alması ve ruhsal sorunlarını çözmesi mümkün
değildir. Bu konuda fazlaca enerji harcaması da, herhalde
uygun değildir. Bireye fazla yüklenmemek gerekir. Bu
konuda özetle şunu söylemek istiyorum: Karamsarlığın
biyolojik birtakım nedenleri bulunabilir; ama karamsarlık,
yaşama olumsuz bakış tarzı, bir açıdan çevreden
öğrenilebilen bir şeydir, iyimserlik, yaşama olumlu bakış
tarzı da, bir ölçüde öğrenilebilen bir şeydir. Birey, kendini
fazla zorlamadan, kısmen de olsa yaşama olumlu gözlerle
bakacak şekilde kendini eğitebilir. İnsanın RAM'i, sabit--
diski buna müsaittir.
www.webturkiyeforum.com
3
KİTABIN
KAPAĞINDAKİ KÜÇÜK
ŞEYLER
Kitabın kapağında midye kabuklan var. Midye kabukları
küçük şeylerdir. Çocukken ilgimi çekerdi; biriktirirdim.
Bir midye kabuğu koleksiyonum vardı. Yetişkin
olduğumda, kumsallarda güzel renkli olanları elime alıp
ilgiyle bakmaya devam ettim. Ama birkaç yıl öncesine
kadar, o küçük midye kabuklarının içlerinde büyük bir
matematik taşıdığını bilmiyordum.
Midye kabuklarındaki helezonu dikdörtgenler içine
yerleştirdiğiniz zaman, Fibonacci dizisine uygun bir yapı
ortaya çıkıyormuş. Fibonacci dizisi 0, 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13,
21, 34... şeklindedir. (Yani dizideki her sayı, kendinden
önceki iki sayının toplamıdır.) Midye kabuğu, belki insan
kulağı, bu diziyi barındıran bir yapıya sahip.
Ayçiçeklerinin/günebakanların tanelerinin sıralanışı,
ağaçların fidan verme, güllerin budanma düzenleri, hatta
www.webturkiyeforum.com
eni--boyu zarif altın oranlı dikdörtgen, midye kabukları
gibi Fibonacci dizisini barındırıyormuş içinde.
Bir midye kabuğu veya bir ayçiçeği küçük bir şeydir.
Sayıların 1, 2, 3, 5, 8... diye peş peşe yazılması da bir
bakıma küçük, önemsiz bir şey sayılabilir. Ama midye
kabuklarında ve ayçiçeklerinde bu sayı düzeninin ortaya
çıkması, işte bu büyük bir şeydir. Küçük şeylerde, küçük
olasılıkların, sürekli bir kesinlikle gözükmesi büyük bir
şeydir.
Bir insan parmağı, evrende çok küçük bir şeydir. Ama bir
parmak izinin, geçmişteki ve gelecekteki tüm parmak
izlerinden farklı olması, işte bu büyük bir şeydir.
(Olasılıklar aleminde, küçük olasılıkların mevcudiyeti,
bazen ise büyük olasılıkların imkânsızlığı, büyük bir
şeydir.)
Eski Yunan Felsefesi, "Arke (arkhe), ana şey nedir?" diye
başlamıştı işe. Dünyayı oluşturan ana şey, kimine göre bir
maddeydi, örneğin toprak, hava, ateş, su idi. Kimine göre
arke, atomdu. Pythagoras Usta, arkenin sayı olduğunu
söyledi. Ona göre uzayda sayıların dansı vardı; yerde,
gökte, müzikte sayıların dansı vardı. Muhteşem bir iddia.
Gerçekten, atomlarda, moleküllerde, galaksilerde, seslerin
dalga boylarında, müzikte, sayısal düzenler, matematiksel
tekrarlar var. Midye kabuğunda, fidanlarda sayısal
düzenler var. Belki gerçekten de evrende sayılar dans
ediyor; bazen sessiz, bazen müzikle...
Midye Kabukları Üzerine Bir Şiir
www.webturkiyeforum.com
Bazen küçük bir şey, bütün bir yaşamımızı gözden
geçirmemize yol açabilir. Geçen sene, henüz elinizdeki
kitabın kapağı ortada yoktu. Samsun'a konferans vermeye
gitmiştim. Sabah otelin önündeki kumsalda yürüyüş
yaparken midye kabukları gördüm ve o gün şu şiiri
yazdım:
KOLEKSİYONCU
Kıyılar boyunca yürüdün yıllar yılı,
çakıl taşları topladın ve midye kabuklar...
Geçip gitmesin diye günler
çekmecelerde sakladın.
Topladığın onca pul, kibrit, taş, kabuk
bir kıyamet gününde gelip seni bulacaklar;
"İşte!" diyecekler "bizi biriktiren çocuk";
ellerinden öpecekler.
Sanırım bu şiirde, küçük bir midye kabuğundan yola!
çıkıp bütün bir yaşamı gözden geçirmiş oldum.
www.webturkiyeforum.com
4
YAŞAMINIZDAKİ
ENSTANTANELERİ
YAKALAMAK:
KÜÇÜK ŞEYLERDEN
BÜYÜK
MUTLULUKLAR
ÜRETMEK
Günlük yaşamda karşınıza çıkan küçük olayları, kendinizi
ve çevrenizi mutsuz edecek şekilde, "çok büyük ve kötü"
olaylar olarak algılayabilirsiniz. Böyle bir gücünüz vardır.
Örneğin trafikte size haksız yere korna çalan birisini
aracınızla izleyip, sıkıştırıp, kavga edip, karakollara,
hastanelere düşebilirsiniz. Bunu becermeye yetecek
zihinsel ve bedensel gücünüz vardır.
www.webturkiyeforum.com
Ama sizin aynı zamanda size haksız yere korna
çalınmasını küçük, önemsiz bir şey olarak algılama ve
sıkıntıya girmeme gücünüz de vardır.
Ve dahası, sizin, çevrenizdeki bazı küçük şeyleri fark edip
onlarda büyük lezzetler, büyük mutluluklar yakalama
gücünüz de vardır. Örneğin bir yolculukta, yoldan,
yolculuktan, teknolojiyle bütünleşiyor olmaktan* ötürü
keyif duymaya gücünüz vardır. Yaşamınızdaki enstantaneleri
yakalamaya gücünüz vardır. Eğer bunu
gerçekleştirirseniz -bir önceki bölümde belirtildiği gibiyarına
kalma ihtimaliniz artar. Eğer küçük şeylerde büyük
mutsuzluklar yakalar, üzülür kavgalar ederseniz, ölme
ihtimaliniz artar. Seçim size aittir.
Rezalet mi Nezaket mi; Felaket mi
Zarafet mi?
Epiktetus'un da dediği ve bugün psikolojideki bazı
yaklaşımlarda da vurgulandığı gibi, olaylar önemli
değildir, onları algılama şeklimiz önemlidir. Size korna
çalınmasını, anında cezalandırılması gereken büyük bir
kabalık olarak da algılayabilirsiniz, önemsiz bir ukalalık]
olarak da algılayabilirsiniz.
Olaylar önemli değildir, onları algılama şeklimiz
önemlidir.
Neyin önemli, neyin önemsiz olduğu, neyin kabalık, neyin
kibarlık olduğu, üç boyutta değişir: Kişiden kişiye değişir,
toplumdan topluma değişir, zaman içinde değişir.
www.webturkiyeforum.com
Dünyada bazı kültürlerde misafire dil çıkarmak zarafet
sayılıyormuş. Eskiden Macaristan'da ev sahipleri, nezaket
gösterip "gece yatıya kal" anlamında misafirin at
arabasının tekerlerini söktürürlermiş. Şimdi biz
misafirimize dil çıkarsak zarafet değil felaket olur.
Misafirimizin arabasının dört lastiğini çıkarıp arabayı
takozlara oturtsak, nezaket değil rezalet olur.
İçinde yaşadığımız toplumun kültürüne, değerlerine uyup
uymamakta kısmen özgürüz. Tamamen özgür değiliz.
Şehir parkında tüfekle kuş avlamaya veya çırılçıplak
dolaşmaya karar verirsek ciddi problemler çıkar ortaya. Bu
konuda başınız emniyetle derde girdiğinde, "Bakın benim
çıplak dolaşmam küçük bir olaydır; fazla büyütmeyin"
demeniz, pek anlamlı değildir. Zamanı ve mevcut
toplumsal değerleri hiçe saymak konusunda tamamen
özgür değiliz. Ama bireysel boyutta, galiba büyük ölçüde
özgürlük var.
Örnek:
Çıplak dolaşamazsınız; ama sokakta yürürken elbisenizin
lekeli olduğunu gördüğünüzde, bu olayı bir felaket olarak
da algılayabilirsiniz, fazla büyütmeyebilirsiniz de.
Misafirinize dil çıkarıp çıkarmama konusunda tamamen
özgür değilsiniz. Misafirlerinize sürekli dil çıkarıyorsanız,
size gelen misafir sayısında, en azından azalma ortaya
çıkar. Ama misafire sunduğunuz cevizli kekin içinden
ceviz kabuğu çıktığında, günlerce üzülüp üzülmemekte, bu
olayı fazlaca büyütüp büyütmemekte tamamen özgürünüz.
Yaşamınızda ortaya çıkan bazı aksilikleri büyük değil,
küçük olarak algılamak, bazı güzellikleri ise büyük/önemli
www.webturkiyeforum.com
olarak algılamak mümkündür. Bu konuda kendinizi
eğitebilirsiniz. Başlangıç olarak şunu düşünebilirsiniz:
Karşılaştığınız olayları "rezillik mi" yoksa "güzellik mi"
olarak algılayacağınız; eğer güzellikse ne büyüklükte bir
güzellik olarak algılayacağınız öğrenilebilen bir şeydir. Ve
sizin bunu öğrenmeye gücünüz vardır. (Ve tabii
öğrenmeye direnme konusunda da gücünüz vardır. Seçim
size aittir.)
Yaşamınızdaki Enstantaneleri
Yakalamak
Fotoğraf sanatçıları enstantane yakalamaktan söz ederler.
Sürekli değişim içindeki bir dünyada, bir an için ortaya
çıkan ve tekrarı mümkün olmayan bir hareketin, bir
durumun fotoğrafını çekmek demektir enstantane
yakalamak.
Vesikalıklar enstantane değildir; poz veririz çünkü. Ama
Afgan kızın o bir anlık bakışı veya duvar dibindeki
amelelerin bir anlık varoluşları birer enstantanedir.
Enstantane küçük bir andır; ama o anı yakaladığınızda, o
an ömür boyu karşınızdadır.
Karşınıza çıkan birtakım olayları önemsemeyebilirsiniz.
Ya da onlardan bazılarını çekip çıkarma ve onlardan
büyük lezzetler alma konusunda, kısacası yaşantımızdaki
enstantaneleri yakalama konusunda kendinizi
eğitebilirsiniz.
www.webturkiyeforum.com
Dünyada, bir insan olmadan kendi kendine enstantane
olmayı hak eden hiçbir manzara yoktur. Enstantane
sanatçının beynindedir. Sanatçı, enstantane yakalama
konusunda, daha doğrusu, bir şeyi enstantane haline
getirme konusunda kendini eğitmiş kişidir. Dilerseniz siz
de kendinizi eğitebilirsiniz.
Enstantane küçük bir andır;
ama o anı yakaladığınızda,
o an ömür boyu karşımızdadır.
28.08.2003 Perşembe 19.50
Şu anda balkondayım. Yanımda babaannem var. Babam içeri
gitti. Kitap yazıyor galiba. İki satır da benim katkım olsun.
Garibim babaannem de böyle mahzun mahzun, bir ateş topu
gibi görünen güneşin batışını izliyor. Bayan Vasfi'nin üstünde
değişik renkte bir şal var. Manzara süper. Böyle masmavi bir
manzaranın karşısında oturup yazı yazmak, kitap okumak ve
aval aval bakmak insana büyük bir zevk veriyor.
Babaannem "Tuğcan bir kayık alalım" diyor. Dağları delen
Sabahat Dökmen, biz tekneyi ne yapalım? Nasıl kullanırız?
Alırız ama babamın aldığı o gereksiz eşyalar gibi bir köşede
boş boş durur. Haksız mıyım? Ya bu ses ne? Uçak desem
değil, gök gürültüsü desem hiç değil. Burada
....................lütufta bulunmuş defterine bir iki şey yazıyor,
şimdi Üstün Bey bu işe kızar mı? Sanırım anlattıklarıyla tutarlı
davranmak için kızmaz. Kızarsa onun problemi. Bre...
Değerli okuyucularım, yukarıdaki çerçeve içindeki yazı
nereden çıktı diye düşüneceksiniz. Olay şu: Bir yaz
akşamı balkonda oturmuş bu kitabı yazıyordum; deftere
www.webturkiyeforum.com
kalemle. Yanımda küçük kızım (o yıl ilköğretimi
bitirmişti) ve tekerlekli sandalyesinde annem oturuyordu.
Bir ara içeri girdim. Balkona tekrar çıktığımda gördüm ki
kızım deftere yukarıdaki yazıyı yazmış. Şaka olsun diye.
Silesim gelmedi. Daha sonra çıkarırım diye düşündüm,
unuttum. Yayınevindeki arkadaşlarım müsveddeyi temize
çekerken, bilmeden bu yazıyı da yazmışlar. Yine içimden
silmek gelmedi, kaldı. Sonra bir ara düşündüm ki, bu da
bir enstantane ya da ne bileyim, bir güzel tesadüf. Öylece
bıraktım. İşte bu yazının öyküsü bu. Devam edelim:
Galiba, akıp giden zamandan elimizde kalan bir avuç şeye
enstantane diyoruz. Sizin evinize bugüne kadar Ara Güler
hiç gelmedi; bundan sonra da gelmeyecek. Bu demektir ki,
evinizdeki, yakalanması mümkün binlerce enstantane
ziyan oldu ve ziyan olacak. Ama üzülmeyin, evinizdeki
enstantaneleri siz yakalayabilirsiniz.
Sizin evinize Ara Güler hiç gelmeyecek.
Evinizdeki ve yaşamınızdaki enstantaneleri
yakalamaktan siz sorumlusunuz.
Şu an bu kitabı okumaktasınız. Birazdan okumayı
bırakacaksınız. Ve tarih boyunca, şu andaki duruşunuz,
pozunuz bir daha hiç varolmayacak. Bakın ve bu
enstantaneyi fark edin. Gözlerinizle, zihninizle, içinde
sizin de bulunduğunuz şu enstantaneyi yakalayın. Tek
kopya halinde zihninizde saklı kalsın.
Şu an evinizin en dağınık köşesini düşünün. Benim
görmemi istemezsiniz. Ama bir fotoğraf sanatçısı gelip o
www.webturkiyeforum.com
köşeyi öyle bir açıdan çeker ki, sergilere koyarlar;
görseniz iftihar edersiniz. O halde o köşeyi bugün siz fark
edin. Gözlerinizle, zihninizle o köşenin resmini çekin.
Hiç fark etmeden geçip gittiğimiz sokaklar vardır; kapı
önlerinde çocuklar vardır. Ara Güler onları ölümsüz hale
getirmiştir. Şemsi Güner onları ölümsüz hale getirmiştir.
Hiç fark etmediğimiz, çalarken bile tam bakmadığımız
kapılar vardır. Şakir Eczacıbaşı, Laleper Aytek veya
Yılmaz Bulut, onları ölümsüz hale getirmiştir. Onlar,
binlerce kez açılıp kapanan kapıların resmini bir kez
çektiler sözgelişi; ve o bir defalık görüntü, çok uzun bir
zaman, çok sayıda insan tarafından görülebilir oldu.
Sadece (onlar değil; nice ressam, nice yazar, nice
fotoğrafçı...
Bizim hiç duymadığımız, baktığımızda yalnızca pişmiş
hallerini hayal ettiğimiz alabalıkların sesini Schubert
olmasaydı nasıl duyabilirdik. Eğer Osman Hamdi Bey'in o
gözleri olmasaydı, o halıları, o kaplumbağaları nasıl
görebilirdik. Van Gogh'un o basit ve dağınık odasının, o
öylesine atılıvermiş eski postallarının böylesine ihtişamlı
olduğunu, o göstermese nasıl görebilirdik.
Ve bugün, sizin tarafınızdan algılanan ve bir gün kayl)
olacak bir dünyayı, küçük--büyük, önemli--önemsiz
demeden, siz topyekûn fark edip kucaklamazsanız, bir gün
kim fark edecektir?
Yaşamınızdaki küçük şeylerde büyük tatlar bulmak sizin
sorumluluğunuzdur.
www.webturkiyeforum.com
Sofrada, yakınlarınızdan birisinin bardağa su doldurmasını
basit bir olay olarak algılayabilirsiniz. Ya da bu olayı tarih
boyunca tekrarı olmayacak bir enstantane, muhteşem bir
an olarak da algılayabilirsiniz. Bir kadının bir odadan
diğerine giderken eteğini savurması kocasının, veya bir
erkeğin kravatını düzeltmesi karısının yıllar sonra hasretle
hatırlayacağı bir anı olacak belki. Acaba bunları,
gördüğümüz o ilk anda keyifle seyretsek ve keyif
aldığımızı onlara söylesek nasıl olur?
Dünyada enstantane sıkıntısı yoktur; önemli olan sizin
objektifinizin kaydetme gücüdür.
www.webturkiyeforum.com
5
MUTLU OLMAK
POLYANNACILIK MI?
Mutsuz olmayı, şuna buna söylenmeyi, karamsarlığı
öylesine derinden öğrenmişiz ki, "Bu ülkede yaşanmaz" ve
nihayet "Batsın bu dünya" demeye hakkımız olduğunu
düşünüyoruz sonuçta. Ve daha da kötüsü, iyimser birini
gördüklerinde canları sıkılıyor kötümserlerin, adeta "Şuna
bir şey söyleyeyim de keyfi kaçsın" diyorlar içlerinden.
Yıllardır seminerlerimde iyimser olmanın öneminden söz
ettiğimde en az bir kişi çıkıp "Hoca iyi de o zaman bu
polyannacılık olmaz mı?" der. Bu karamsarlığa prim veren
bakış tarzı beni üzüyor. Şimdi söz konusu cümleye tekrar
bakalım:
"İyimserlik, küçük şeylerden mutlu olmak polyannacılık
sayılmaz mı?"
Bu görüşte, sanırım iki hata var. Birincisi "iyimserlik
eşittir polyannacılık" iddiasıdır ki bu doğru değildir,
ikincisi böyle söylendiğinde polyannacılığın kötü bir şey
olduğu varsayılmaktadır. Polyannacılığın kötü olduğunu
kim söyledi?
www.webturkiyeforum.com
Polyannacılık, kayba uğradığımızda, elimizde kalanları
fark etme ve sevinme becerisidir. Polyannacılık bir
psikolojik savunma mekanizmasıdır, aşırı olmadan yerinde
kullanıldığı sürece, kişiyi kaygıdan, sıkınadan korur,
kişinin yarına kalma ihtimalini artırır. Polyannacılık,
kendini avutmak değil, bardağın dolu yanını fark etmektir.
Diyelim ki birisi bir bacağını kaybetti. Şüphesiz bu kötü
bir durumdur. Ancak bu kişinin önünde iki yol uzanır:
Birinci yol, bir bacak gittiği için yaşamdan elini çekmek,
sürekli üzülmek, artık hiçbir şeyden keyif almamaktır,
ikinci yol ise şudur: Kişi eğer geriye dönüş yoksa, mevcut
durumu kabullenir, elinde kalan bacak için sevinir,
yaşamdan elini çekmez, yaşama sevincini kaybetmez,
ikinci yol polyannacılıktır. Polyannacının ömrü, birinciye
oranla daha kaliteli geçer.
Polyannacı tavır, Çin atasözünü hatırlatıyor. Şöyle demiş
Çinli:
Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri
değiştirme gücü ver.
Değiştiremeyeceğim şeyleri Kabullenmemi sağla, İkisini
ayırt edebilmem için de akıl ver.
Değiştiremeyeceğimiz kayıplar karşısında, yaşama
sevincimizi kaybetmemek polyannacılıktır. Karamsarlığa
oranla da herhalde daha gerçekçi bir tavırdır.
Bir toplantıda polyannacılığı tartışıyorduk, bir dostum
şunları anlattı:
www.webturkiyeforum.com
"Üç yeğenim vardı. Marmara depreminde üçü de enkaz
altındaydı. Bir tanesine ulaştık, çıkardık, ölmüştü.
Mahvolduk. Daha sonra, aynı enkazın altından diğerleri
sağ çıktı. Ölene üzüldük, ama sağlam çıkanlara sevindik.
Ölene üzülmemek, sağlam çıkanlara sevinmemek
mümkün değildi."
Yukarıdaki tavır, bir polyannacılık sayılabilir. Ama sadece
ölene üzülüp sağlam çıkanlara sevinmeselerdi, en azından
ayıp olurdu.
Tatsız olaylar karşısında, kafamızı kuma gömüp bir şey
yokmuş gibi davranmak, başımıza ne gelirse gelsin mutlu
dolaşmak, polyannacılık değil, "devekuşluğu" olsa gerek.
Polyannacılık, yaşama devam edebilmek için,
gerektiğinde sıkıntılarla baş edebilme sanatıdır.
SABAH SABAH AĞAÇ OLMAK Gerçek Bir öykü:
Büyük kızım küçükken -sanırım anaokuluna gidiyordusabahları
yatağında beş dakika otururdu, ben de karşısına
otururdum. Küçük, spontan bir oyun oynardık. Ben, bir
hayvan, eşya veya bitki rolüne girerdim, o kendisi olurdu ve
karşılıklı bir drama veya fabl diyebileceğimiz bir şey
sergilerdik.
Bir sabah uyandı, oturup battaniyeye sarıldı ve "Hadi bana bir
ağaç ol" dedi. O sabah, canım sıkkındı, keyfim yoktu; son
günlerde irili ufaklı bir çok olay moralimi bozmuştu. İçime
baktım, oyun oynamak istemediğimi hissettim ve dürüstçe
bunu kızıma söylemeye karar verdim. "Canım benim" dedim
"bu sabah keyfim yok, canım sıkılıyor, ağaç olmak
istemiyorum. " Bir an durdu ve parmağını uzatarak "Baba
tamam" dedi "o zaman üzgün bir ağaç ol. " Tekrar içime
baktım, neşeli bir ağaç olmak istemiyordum, ama üzgün bir
ağaç olabilirdim.
www.webturkiyeforum.com
Ve üzgün ağaç oldum. Birilerinin meyvelerimi taşladığını,
insanların canımı sıktığını anlattım. Anlattıkça, hafifledim,
ferahladım. Beş dakika bittiğinde rahatlamıştım. (İfade edilen
sıkıntı, çoğunlukla bizi rahatlatır.)
Kıssadan hisse: Yaşamın her zerresi kutsaldır,
değerlendirilmelidir. Güzelliklerden güzellikler çıkar; ama
sıkıntılardan da güzellikler çıkarmak mümkündür.
www.webturkiyeforum.com
6
İNSAN EVRENİN
MERKEZİNDE Mİ?
Eski Yunandan bir bilge "İnsan evrenin merkezindedir"
demiş. Bu sözü çeşitli şekillerde yorumlamak mümkün.
Bir: İnsan önemlidir; her şey insan içindir. Örneğin
insanlar kanunlar için değil, kanunlar insan için olmalıdır.
Bilim ve sanat insan için olmalıdır.
"İnsan evrenin merkezindedir" sözünün ikinci yorumu
şöyle olabilir: Dış uzay çok büyüktür; ama iç uzay da, yani
insanın içindeki uzay da çok büyüktür. İnsan bu iki uzayın
tam ortasındadır, yani evrenin merkezindedir. Bugünkü
bilgimize göre dış uzayda binlerce, binlerce galaksi var,
güneş var. İç uzayda da binlerce hücre, binlerce gen var.
İnsan da bunların arasında.
İnsanın evrenin merkezinde bulunduğu görüşü, galiba asıl
insanın beyniyle ilişkili. Şöyle ki:
200 milyar civarında galaksi var evrende. Güneşimize en
yakın ikinci güneşe, mevcut uzay gemisiyle 57 bin yılda
ulaşabilirmişiz. Evrenimizde 1021 tane (yani 1, 000, 000,
www.webturkiyeforum.com
000, 000, 000, 000, 000 tane) güneş var. Sonuç: Siz, bu
evrende çok küçüksünüz; bir nokta bile etmezsiniz. Ama
sizin şu ufacık beyniniz muhteşem bir şey başarıyor.
Beyniniz, modelleme yoluyla bütün bir evreni alıp kendi
içine sokuyor.
Ben size, "Dış uzayda 200 milyar galaksi var" dediğim
zaman, zihninizde az buçuk bir şeyler canlanıyor mu?
Sanırım "evet" diyorsunuz. Demek ki evren beyninize
girmiş. Siz, dışarıdaki evren ile beyninizdeki evrenin
arasında, iki evrenin tam ortasında bulunuyorsunuz.
Dışarıdaki evren çok büyüktür. Ama siz, modelleme
yoluyla (bu işlemi hiçbir bilgisayar, sizin beyniniz dışında
hiçbir makine beceremiyor) dışarıdakine eşit bir evreni
beyninizin içinde taşıyorsunuz. Dışarıdaki evrenin çapı,
sizin beyninizin çapına eşittir. Siz gerçekten evrenin
merkezindesiniz.
Evrenin çapı, beyninizin çapına eşittir.
Çünkü siz, evreni fark edebilen, algılayabilen,
yorumlamaya çalışan, evrenin çapını ölçebilen bir
varlıksınız, Siz, evreni idrak edebilen, ufak ama muhteşem
bir varlıksınız. Çapınız küçük, kapsamınız muhteşemdir.
Siz evreni idrak edebiliyorsunuz. Bilgisayarınız bunu
yapamıyor, evreni ve tarihini idrak edemiyor. Güneşimizi
bugüne kadar çok güzel şeyler yaptı; ama bunun far kında
değil. Güneş, ne evreni idrak edebiliyor ne kendisini ne de
yaptıklarını. Siz, yaptıklarınızı ve yapabileceklerinizi idrak
edebilen bir varlıksınız. Siz muhteşem bir evrende yaşayan
ve onu beyninde taşıyabilen bir varlıksınız.
www.webturkiyeforum.com
Siz muhteşem bir evrende yaşayan ve onu beyninde
taşıyabilen bir varlıksınız.
Madem böyle muhteşem insanoğlu, o halde niçin
böylesine yalnız, mutsuz ve öfkeli. Bakalım, düşünelim,
önümüzdeki bölümlerde anlamaya çalışalım.
www.webturkiyeforum.com
7
ÖTEKİ--BİLMEZLİK/
BEN-MERKEZCİLİK
"İnsan evrenin merkezindedir" sözünde, bu sözü söyleyen
bilgenin kastetmediği bir de olumsuz anlam, üçüncü bir
anlam gizli belki. O da şu:
İnsanoğlu bencildir, kendini dünyanın merkezinde kabul
eder; her şeyin onun için olduğunu, her şeyi key-fince
sömürebileceğini düşünür.
İnsan, bir yandan iletişim kurar, sosyaldir, yardımseverdir;
ama bir yandan ben-merkezcidir (ego-santriktir), olaylara
karşısındakinin bakış tarzıyla bakmaz, onunla empati
kurmaz.
Bir insan eğer ben-merkezci davranıyor, kendini
karşısındaki insanların, ötekilerin yerine koyamıyor,
onların bakış tarzlarını kavrayamıyorsa, bu durumu "ötekibilmezlik"
olarak adlandırmak istiyorum. (Kadir
bilmezliği çağrıştıran bir kavram oldu.)
www.webturkiyeforum.com
Bir insan, ben-merkezci davrandığında, sadece kendi bakış
tarzını önemseyip ötekini bilmediğinde, onun bakış tarzını
kavrayamadığında sorunlar çıkar ortaya. Birkaç örnek:
Ben-Merkezci Davranışlara Örnekler
Bir müdür, hata yapan elemanına bağırıyor. Bu müdüre
niçin böyle davrandığını sorsak, büyük ihtimalle şöyle der:
"Beni sinirlendiriyor. İşlerini doğru dürüst yapsalar
bağırmam. " Bu müdür, olaya yalnızca kendi açısından
bakmakta, ben-merkezci davranmaktadır. Elemanının
istemeden hata yapmış olabileceğini, kendisine
bağırılmasından, özellikle başkalarının yanında
bağırılmasından hoşlanmadığını düşünmemektedir.
Eğer bu müdür bağırdığı zaman elemanının rahatsız
olduğunu fark edemiyorsa, ben-merkezcidir, ötekibilmezdir,
bu yüzden de empati kuramıyordur. (Eğer
müdür, elemanının rahatsız olduğunu biliyor ama
aldırmıyorsa, ben-merkezci değildir, öteki--bilmez
değildir. Peki nedir? Sadistçe davrandığını, eziyetten
hoşlandığını düşünsek yanılmış olur muyuz?)
Çatışmalarda insanların ben-merkezci davrandıklarını, çok
net bir şekilde olmasa da kısmen görebiliriz. Ancak benmerkezciliği
daha iyi görebilmek/gösterebilmek için
okuyucularıma birkaç soru soracağım:
1. Soru: Sıcak havada üç--beş günlük bir leş (hayvan
ölüsü) nasıl kokar?
2. Soru: Kaliteli bir losyon nasıl kokar?
www.webturkiyeforum.com
3. Soru: Zeytinyağı sağlığa yararlı mıdır?
Lütfen yukarıdaki soruları cevapladıktan sonra kitabı
okumaya devam ediniz:
Herhalde birinci soruya "Leş pis kokar" diye cevap
verdiniz. Bakınız bence, "Leş pis kokar" demek benmerkezci
bakış tarzının ürünüdür. Çünkü, leş pis korkmaz,
leşte bir pislik yoktur. Leş, taze et yiyen canlılara, aslana,
insana pis kokar. Aynı leş, sırtlana, akbabaya herhalde
misk kokuyor.
Leşte bir pislik yoktur;
leş, taze et yiyen canlılara,
insana, aslana pis kokar;
leş, sırtlana misk gibi kokar.
İkinci soruya herhalde "Losyon hoş kokar diye cevap
verdiniz. Aynı şekilde losyonda da herkes için geçerli bir
hoşluk yoktur. Losyon bize güzel kokar; bazı hayvanlara
iğrenç kokar; losyondan bucak bucak kaçarlar.
Herhalde üçüncü soruyu da "zeytinyağı sağlığa yararlıdır"
diye cevapladınız. Bu cevap da ben-merkezci bakış
tarzının, öteki--bilmezliğin ürünüdür. Zeytinyağı biz
insanlara yararlıdır; ama bir damlası bazı böcekleri
öldürürmüş. (Hangi böcek olduğunu söylemek
istemiyorum.)
Bakınız, yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere,
dünyaya bakarken kendimizi merkez alıyoruz, benwww.
webturkiyeforum.com
merkezci düşünüyoruz. Dilimiz ile bu düşünme sistemi
arasında paralellik oluşturmuş bulunuyoruz. "Leş pis
kokar, losyon güzel kokar" derken dünyada bizim
dışımızda da yaşayanlar bulunduğunu unutuyoruz. "Benim
düşüncelerim en doğrusu" derken de bunu yapıyoruz.
(Arada ben de yapıyorum bunu.) Ama unutmayalım:
Losyon bize güzel kokar,
zeytinyağı insan sağlığına yararlıdır.
Bu bilgiler bütün canlılar için geçerli değildir.
Ben-merkezciliğimizi üç grupta toplayabiliriz. Bunlar,
fiziksel, zihinsel, duygusal.
Fiziksel Ben-Merkezcilik: Kime Göre?
Sokakta bir adres sorduğunuz zaman, insanların en az
yarısı, eliyle göstermeden "soldaki yolu izle; sağa dön"
benzeri şeyler söylerler. Bunu söyleyen kendi solunu
kasteder; o kişi karşınızda durduğu için onun solu sizin
sağınız olur. Aslında sizin sağ tarafa gitmeniz gerekir ama
o "sol" dedi diye siz sola, yani yanlış tarafa gidersiniz. (Bu
durum yalnızca ülkemizde değil, dünyanın hemen her
yerinde karşınıza çıkar.)
Adres tarifindeki bu yanlışlık, tarif eden kişinin benmerkezciliğinden
kaynaklanmaktadır. Tarif eden kişi
kendini karşısındakinin yerine koymamakta, fiziksel
açıdan ben-merkezci düşünmekte ve davranmaktadır.
Bir öykü:
www.webturkiyeforum.com
Karşıdaki Adam
Bir ırmağın bu yakasında bir adam varmış. Karşı yakasında da
başka bir adam. Irmak geçilmesi zor bir ırmakmış. Bu yakadaki
karşı yakadakine seslenmiş: "Hey, karşıya nasıl geçebilirim?"
Karşı yakadaki adam hayretle cevap vermiş: "Ne lüzum var,
sen zaten karşıdasın."
Nerede okuduğumu hatırlamıyorum. Internet'teki imzasız
öykülerden biriydi galiba. İnsanın ben--merkezciliğini güzel
anlatıyor.
Bu öyküyle benzer bir şey var. Nice İstanbulluya "Nerede
oturuyorsun?" diye sorarsanız size "Karşıda" diye cevap
veriyor. Anadolu'da oturanlar da öyle, Rumeli'de oturanlar
da öyle.
Araba park ederken yardım eden çok olur. Arkadan şöyle
bir ses duyarım: "Gel, gel, gel, sağ yap, sol yap, topla,
topla... " Ne yana toplamanı gerektiğini hiç
anlamamışımdır.
Dünya haritasına bakınız. Avrupa kuzeyde, yukarıdadır.
Bunun nedeni, coğrafyayı, coğrafyanın matematiğini
geliştirenlerin Avrupa'da yaşamış olmaları. Uzayda
dünyanın aşağısı--yukarısı yoktur. Ama yeryüzünde bir
yerküre yaptığında, kendi ülkesini yukarıya yerleştirmek
insanoğluna iyi gelmektedir. Eğer coğrafyayı Aborijinler
geliştirmiş olsalardı, Avustralya bugün haritaların
yukarısında bulunurdu. (Aborijinler kendilerine "Gerçek
insanlar" diyorlarmış; galiba aynı şeyi Batılılar da
kendileri için düşünüyorlar.)
Fiziksel ben-merkezcilikle ilgili bir son söz: Dünya
gördüğünüz gibi değildir. Leş "size" pis kokmaktadır;
www.webturkiyeforum.com
dünya da size böyle görünmektedir. Eski Yunanda bir
bilge, muhteşem bir sezgiyle "Cisimlerde renk yoktur;
renk ışıktadır" demiş. Galiba olay şu: Bir cisimden
gözünüze belli dalga boylarında ışık gelir; beyin bunu
yorumlar, "kırmızı" diye algılar. Cisimlerde renk yoktur;
renk beyninizdedir. Nitekim bir köpek veya arı dünyayı
bizim gibi görmez.
Dünya bizim gördüğümüz gibi değildir. Sağlam bir
duvarın dopdolu olduğunu görürüz. Oysa o duvarın
onbinde biri atomların çekirdekleri ve elektronları
tarafından doldurulmuştur; atomun içinde büyük bir
boşluk vardır. Duvarın onbinde 999'u boştur. Biz dolu
görürüz.
Zihinsel Ben-Merkezcilik
Karşımızdakilerin dünyayı ve olayları algılama ve
düşünme biçimlerinin yanlış olduğunu, bizim algılama ve
düşünme biçimimizin ise tek doğru olduğunu düşünmek
zihinsel ben-merkezciliktir. Fiziksel ben-merkezcilik
zihinsel ben-merkezciliği besler.
Diyelim ki çocuğunuza matematik ödevinde yardım
ediyorsunuz. Size göre kolay bir şeyi anlamadı. Çocuğa
'Yavrum bak çok kolay" deriz. Leşte pislik yoktur, bize pis
gelir. Problemlerde de kolaylık veya zorluk yoktur; bize
göre kolay veya zordur.
Bir öykü:
Saz Çalamayan Bektaşi
www.webturkiyeforum.com
Bir Bektaşi saz çalmayı bilmiyormuş. (Belki de biliyordu da
bize ders vermek için bilmiyor gözükmüş.) Bilmediği için de
sol elinin bir parmağını sazın bir perdesinde hareketsiz tutup
sağ eliyle de çalar gibi yapıyormuş. Bir ara birisi "Erenler,
başkaları ellerini perdede gezdiriyor, senin elin niçin sabit?"
diye sormuş. Bektaşi, "Benim tuttuğum yer en doğru yerdir.
Onlar benim tuttuğum yeri arıyorlar" demiş.
Yukarıdaki öykü, ben-merkezciliği çok güzel anlatıyor.
Ben-merkezci kişi, kendi bakış tarzının, kendi
düşüncelerinin tek doğru olduğunu, kendisi gibi
düşünmeyenlerde bir bozukluk bulunduğunu düşünür.
Bazen de kendi gibi düşünmeyenleri değiştirmeye,
kendine benzetmeye çabalar.
İnsan ilişkilerinde ben-merkezcilikten tamamen
uzaklaşmak herhalde mümkün değil, belki gerekli de
değil, u Ben-merkezciliğin fazla olmaması yeterli.
Bir öykü:
Menemen Treni
Bir dostum gerçek diye anlattı. Tren İzmir'den Menemen
istikametinde yola çıkmış. Yaşlı bir teyze kondüktörü çağırıp
"Yavrum Menimen'e varınca beni bildiriver, aman unutma"
demiş.
Kondüktör de "Sen uyu teyzem, Menimen'i vannca ben seni
bildiricem" diye garanti vermiş. Teyze güvenip uyumuş.
Kondüktör ise olayı unutmuş. Tren Menemen'i geçmiş. Epey
sonra kondüktör teyzenin ineceğini hatırlayıp makiniste
koşmuş. Treni durdurmuşlar ve üzülmüşler. Gecenin bir vakti
kadıncağızın Menemen'e tek başına dönmesi olacak iş
değilmiş. Makinist "Dur, ben treni geri alayım, Menemen'e geri
dönelim. Gece fark eden olmaz; soran olursa da 'Yanlış
makasa girmişiz' deyip idare ederiz" demiş. Ve gece
karanlığında Menemen'e geri dönmüşler. Kondüktör koşup
www.webturkiyeforum.com
teyzeyi uyandırmış "Kalk teyzem, Menimen'i vardık" demiş.
Teyze uyanmış "ömrüne bereket yavrum" diyerek çantasını
açmış, bir hap çıkarıp yutmuş. Tekrar başını yaslamış.
Kondüktör hayretler içinde, inmiyor musun diye sormuş.
Teyze "Yok yavrum, ben bugün doktora gittiydim, doktor iki
tane hap verdi. Birini Basmane'de alcen dedi, ikinciyi de
Menimen'i vannca alcen. Ben hapımı aldım, kal sağlıcakla"
demiş.
Karşınızdakinin sözlerine veya davranışlarına bakıp onun
ne düşündüğünü yüzde yüz anlamanız mümkün değildir.
Ancak;
önemli olan, hata yapmamak değil,
yapılan hatalardan ders almak (geribildirim almak),
tecrübe kazanmaktır.
Zihinsel ben-merkezcilik bireylere özgü değildir.
Toplumlar da sergiler bu tavrı. Tarih boyunca nice toplum
kendini herkesten üstün görmüştür. Bilimde, felsefede bile
bu ben-merkezci tavrı görmek mümkündür.
Batılı bilim insanlarının yazdığı "Dünya Tarihi" veya
"Bilim Tarihi" adını taşıyan nice kitap sadece Batı
tarihinden ve biliminden söz eder. Pes.
Belki benzeri tavır bizde de var. Çocukluğumda şunu sık
duyardım: "Efendim, Batı bu seviyeye bizim sayemizde
ulaştı. Barutu, kağıdı, pusulayı, biz Çin'den aldık; Batı da
bizden öğrendi. Biz olmasaydık var ya, Batı geri kalırdı. "
Pes.
Duygusal Ben-Merkezcilik
www.webturkiyeforum.com
Karşınızdakinin haklı olduğunu düşünebilirsiniz, onun
bakış tarzını kavrayabilirsiniz. Ama bir de onun neler
hissettiğini anlamalısınız. Karşınızdakinin duygularına
kapalı kalıp yalnızca kendi duygularınızı fark ettiğinizde
duygusal ben-merkezcilik sergilemiş olursunuz.
Bazı beyler eşleri ağladığında, bunu gereksiz buluyorlarsa
"Hanım bunda ağlayacak ne var" derler. Böyle
söylediklerinde, farkında olmadan, bir insanın ağlaması
için mantıklı/makul nedenler bulunması gerektiğini ifade
etmiş olurlar. Oysa, bütün duygusal davranışlar gibi
ağlama da, öznel (sübjektif) bir değerlendirmenin
sonucudur.
Bir öğrenci "Ders çalışmak beni sıkıyor" dediğinde annesi
/ babası "Biz senin yaşındayken hiç sıkılmazdık; sıkılma,
bu senin istikbalin" derlerse, bu sözleri duygusal benmerkezciliğin
ürünüdür. Anne-baba çocuğun, kendine
özgü, öznel duyguları olabileceğini düşünmemektedir,
onun duygularına benzer duygusal yaşantı geçirememekte,
kısacası çocuklarıyla empati kuramamaktadırlar.
Eğer ders çalışmaktan sıkıldığını söyleyen çocuğa "Sen
ders çalışmaktan sıkılıyorsun" şeklinde basit bir mesaj
verseler, bu mesaj ben-merkezcilikten uzak olurdu.
Çocuğunuza "Çalışmaktan sıkılıyorsun" derseniz çalışmaz
diye endişe edebilirsiniz. İyi de, "çalış" dediğiniz zaman
da zaten çalışmıyor. Bari "sıkılıyorsun" diye empati
kurarak söze başlayın da aranızda bir diyalog kurulma
ihtimali artsın.
www.webturkiyeforum.com
Bu konuda son olarak şunu belirtmekte yarar var. Fiziksel,
zihinsel, duygusal ben-merkezcilik, birbirlerinden
tamamen bağımsız şeyler olmayıp birlikte işleyen
yapılardır. İçlerinden birini sergilediğimizi fark
ettiğimizde, diğerlerini azaltma şansımız artar.
www.webturkiyeforum.com
8
KENDİNİ BİLMEZLİK
(ROL TUTSAKLIĞI)
Bir önceki bölümde öteki--bilmezlikten söz ettik. İnsanda
galiba bir de kendini bilmezlik var. Kendini bilmezliğe
"rol tutsaklığı" da diyebiliriz. Kendini bilmezlik, diğer bir
ifadeyle rol tutsaklığı kısaca şu: Rollerimizin büyüsüne
kapılıp kendimizi, ben'imizi geri plana itiyorsak, rollerimiz
olmadan kendimizi tanımlayamıyorsak, rol tutsaklığı
içindeyiz demektir. Rol tutsaklığı, kişinin rolleriyle
övünmesi, kendisine ait rolleri, farkında olmadan
kendinden üstün tutmasıdır. Rollerimizi kendimizden
üstün tuttuğumuz zaman, bir anlamda rollerimizin altında
eziliriz, kendimizi bir kenara atmış oluruz.
Bu durumu anlatan bir öyküm var. Şöyle kıssadan; hisseli,
hayat ateşinde eskitilmiş cinsten:
KERVANCI
Bir kervan yola çıkmaya hazırlanıyormuş. Sahrada mı desem,
Orta Asya'da mı desem, işte öyle bir yerlerde. Kervanın sahibi,
zenginler zengini Alihan Bey'miş. Alihan Bey telaşla son
hazırlıkları denetliyormuş. En kıymetli kumaşlar, ipekler,
altından, gümüşten, sedeften paha biçilmez kaplar, kaçaklar,
www.webturkiyeforum.com
eşyalar, biber birer ve özenle denklere, bohçalara, sandıklara
yerleştirilmiş. Seyisleri, muhafızları ve nice adamları, develeri,
atları hazırmış.
Tam yola çıkılacak, ufak tefek çelimsiz bir adam koşarak
gelmiş. Alihan Bey'e "Benim adım Veli; beni de alın yanınıza"
demiş. Sonra aralarında şu konuşma geçmiş:
Alihan Bey: "Seni de alayım da senin ne hünerin vardır? Silah
kuşanmasını bilir misin, seni muhafız yapalım."
Veli: "Ben silah kullanmayı bilmem."
Alihan Bey: "Seni seyis yapalım; attan deveden anlar mısın?"
Veli: "Vallahi hiç anlamam."
Alihan Bey: "Aşçı yapalım o zaman; yemekten anlar mısın?"
Veli: "Yemek yemeyi severim de, pişirmeyi bilmem. "
Alihan Bey: "Yıldızlardan anlar mısın? Seni mihmandar
yapalım."
Veli: "Karanlık gecelerde sırtüstü yatıp yıldızları seyretmeyi
pek severim de, hangi yıldız hangi yönü gösterir, işte onu
bilemem."
Alihan Bey kızmış: "Kardeşim, hem elinden hiçbir iş gelmez
hem de kervana katılmak istersin; bu nasıl iş?" demiş.
Veli şöyle karşılık vermiş: "Ben, seyis değilim, muhafız
değilim, aşçı değilim, mihmandar değilim; satıcı veya
muhasebeci de değilim. Ben sadece yiyen, içen, konuşan,
düşünen, seyreden, keyif alan bir varlığım. Ekmeğinizi yersem,
karşılığında ufak tefek işler yaparım. Ama büyük hünerler
beklemeyin benden. Kervana alırsanız pişman olmazsınız."
Alihan Bey'in aklı bu işe pek yatmamış. Ama tuhaf bir sezgi
gelmiş içine. Bu adamı alırsam iyi olacak; kalbini kırmayayım,
www.webturkiyeforum.com
ha bir eksik ha bir fazla diye düşünmüş. Katmış Veli'yi
kervana.
Neyse, lafı uzatmayalım, kervan yola çıkmış. Başlangıçta her
şey yolundaymış ama günler geçtikçe işler değişmiş. Birkaç
kum fırtınasına yakalanmışlar çölde. Ardından bir hastalık
dadanmış hem adamlara hem develere. Bir de eşkıya basmaz
mı kervanı.
Ne yükten eser kalmış, ne maldan haber. Adamlar desen, ya
ölmüşler ya çil yavrusu gibi dağılmışlar dört bir yana.
Çölün sonlarına vardığında, Alihan Bey tek başınaymış. Bütün
adamlarını, mallarını, develerini, atlarını kaybetmiş. Yan baygın
geçirdiği bir gecenin sonunda, bir de gözlerini açmış ki, Veli
yanı başında oturuyor. Bir tek o gitmemiş.
Alihan Bey "Herkes beni terk etti, sen niye gitmedin?" diye
sormuş Veli'ye. Veli "Onların her birinin bir işi vardı; kimi
seyisti, kimi muhafızdı. İş bitti, hepsi gitti. Benim bir işim
yoktu; gitmem de gerekmedi."
Alihan Bey: "Sağol da, ben şimdi ne yapayım? Malım mülküm
gitti; yaşamam gereksiz şimdi."
Veli: "Hâlâ yapabileceğin bir şey var."
Alihan Bey: "Artık yapabileceğim hiçbir şey yok. Develerimi
süremem, mallarımı satamam."
Veli: "Yapabileceğin şeyler var. Bir süre yanımda kal ve bana
bak. Ben senin varlığının, görünürde hiçbir işe yaramayan,
ama aslında senin özünü oluşturan yanını gösteriyorum sana."
Alihan Bey: "Nasıl yani?"
Veli: "Önce şu ağaçlardaki hurmalardan yiyelim ve şu kuyudan
su içelim. Bugüne kadar hep hasta olmamak için, ayakta kalıp
malına mülküne sahip çıkabilmek için yedin. Bugün yalnız
kendin için yiyeceksin. Bugüne kadar ya bir sonraki menzile
kadar ya su bulamazsan diye düşünüp su içtin. Bugün
www.webturkiyeforum.com
yalnızca kendin için içeceksin. Ve gece sırtüstü yatıp yıldızları
seyredeceğiz. Sen bugüne kadar, gece yolunu bulabilmek için
baktın yıldızlara. Bu gece yalnızca kendin için bakacaksın
onlara. Bugüne kadar sen, altınlar, sandıklar için yaşadın;
kendini sandıklara kapattın. "
Alihan Bey: "Ben, malım mülküm olmadan hiç işe yaramam."
Veli: "İyi de bu söyleyen, malı mülkü olan Alihan Bey mi,
yoksa sadece Alihan mı? Bütün unvanlarının dışında,
konuşan, düşünen, yiyip içen, dinleyen, seyreden bir sen var
senin içinde. O seni, yani kendini unutma. Kendisi ile sahip
oldukları arasındaki farkı unutan, sahip olduklarını
kaybettiğinde, kendini boşlukta hisseder bu alemde."
Kıssadan hisse:
"Ben" dediğimiz şeyi oluşturan pek çok rol var. "Acıkan,
yiyen--içen ben" vardır; "konuşan, düşünen, algılayan
ben" vardır; bunlar psikolojik rollerimizdir. Bir de sosyal
rollerimiz vardır, mesleki rollerimiz vardır; evlat, anne,
baba, öğrenci, öğretmen, avukat, müdür, alıcı, satıcı...
rollerine bürünürüz.
Sosyal/toplumsal rollerimizi o kadar benimseriz ki,
giderek psikolojik rollerimizi küçümser, hatta unuturuz.
Doktor, mühendis, müdür yanımıza çok önem veririz de,
"yiyen--içen, uyuyan, konuşan, düşünen ben"i küçük bir
şey olarak algılarız. Oysa, psikolojik ve sosyal rollerimiz
bir bütündür ve psikolojik rollerimiz "küçük şey" değildir.
Sıcak bir yaz günü buz gibi bir bardak suyu Doktor Ayşe
Hanım içmez; Ayşe içer. Doktor Ayşe Hanım hastalarına
bakar.
www.webturkiyeforum.com
Soğuk bir kış günü, bir bardak tarçınlı salebi Müdür Bey
içmez, Ahmet içer; Müdüre Hanım içmez, Zeynep içer.
Biz günlük yaşamda salebi Ahmet'in değil, Müdür Ahmet
Bey'in içtiğini düşünüyoruz. Müdürlüğü Ahmetlikten daha
fazla önemsiyoruz. Hatalıdır bu tavrımız. Eğer, yiyen,
içen, düşünen, manzarayı seyreden Ahmet olmasaydı,
Müdür Ahmet de olmazdı.
Bir Çinli bilgenin sözü: Doğduğun zaman l'sin, sapsade bir
1. Zamanla l'in sağına sıfırlar eklersin; diplomaların olur,
unvanların, rollerin, rozetlerin olur, evler, arabalar alırsın.
Bunların her biri bir sıfırdır ama l'in sağına eklendikçe
senin değerin artar. Şu hale gelirsin:
10000000000... 0
Bütün bu sıfırların ne zamana kadar değeri vardır? Sen
hayatta olduğun sürece. Sen öldün, 1 gitti,
0000000000... 0
oldu, sıfırların hiçbir anlamı kalmadı. İşte "1" bizim
psikolojik rollerimizi, 0'lar ise sosyal rollerimizi sembolize
ediyor. Alihan Bey'in bütün 0'ları gitmiştir; ama l'i hâlâ
elindedir; onun değerini bilmelidir.
1 (bir) küçük bir şeydir. Ama sıfırlarınızın başında bu
küçük şey olmasa siz evreni fark edemezdiniz; o 1 olmasa
siz şu an bu kitabı okuyor olmayacaktınız.
Kendini bilmezlik, rol tutsaklığı, varoluşu yaşayamamanın
belki de en temel göstergesi. Varoluşumuzu
yaşayamadığımız zaman sahip olduğumuz toplumsal
www.webturkiyeforum.com
rolleri giderek öz varlığımızdan üstün tutmaya başlıyoruz.
Pek çok kişiye "Müdür Bey", karısına da "Müdür Bey'in
Hanımı" denir. Ya da "Savcı Bey, Savcı Bey'in Hanımı".
Kişilerin adları çevre için önemli değildir. İşin kötüsü,
müdür bey de kendisini, giderek yalnızca "Müdür Bey"
olarak algılamaya başlar. Peki, ya müdürlüğü giderse, işte
o zaman felakettir.
Varoluşumuzu yaşayamadığımız zaman sahip
olduğumuz toplumsal rolleri,
giderek öz varlığımızdan
üstün tutmaya başlıyoruz.
Çevremde emekli olan bazı kişilerin büyük sıkıntıya
düştüklerini gözlemişimdir. Kendilerini sadece "müdür,
mühendis, eş, evlat" diye tanımlayanlar, gün gelip de bu
rollerini kaybettiklerinde sudan çıkmış balığa dönüyorlar.
Örneğin emekli olduklarında kendilerini boşlukta
hissediyorlar.
Osmanlıda bir veziri padişah azletmiş. Rütbesini, tuğlarını,
maiyetindeki adamları kaybeden vezir, akşam konağına
tek başına gelmiş. "Böyle hayat olmaz olsun" demiş,
soyunup yatağına yatmış. Dokunmaya cesaret
edememişler. Ertesi gün yorganı açmışlar ki, adamcağız
ölmüş. Oysa o vezir, küçük yaşlardan beri, sahip olduğu
psikolojik rollerin de farkında olarak yetiştirilseydi ölmesi
gerekmezdi. Vezirliği kaybettikten sonra, şimdi hayal bile
edemediğimiz, o günün yemyeşil İstanbul'unun keyfini
sürebilir, geceleri gökyüzünü keyifle seyredebilirdi.
www.webturkiyeforum.com
Muhtemelen bütün parası elinden alınmıyordu; iftar
sofralarında sohbetler edebilir, okuyup düşünebilirdi.
O vezir, vezirliğe büyük ihtimalle kırkından sonra erişti.
Peki vezirliği kaybettiğinde yaşayamayan bu vezir vezir
olmadan önce nasıl yaşıyordu? Emekli olur olmaz
hastalanan bazı büyüklerimiz, o mesleğe girmeden önce
nasıl yaşıyorlardı?
Bazı rütbeler/makamlar/roller bir ayrıkotu gibi yaşam
bahçemizi öylesine kaplıyor ki, onlar sökülüp gittiğinde,
artık ekilip biçilemeyen bir bahçe, işe yaramayan bir ömür
kalıyor elimizde.
İşte bunu anlatıyor Alihan Bey'in öyküsü. Alihan Bey'in
malı mülkü önemlidir; sahip olduğu roller önemlidir.
Ancak bütün bu sosyal/mesleki rollerin yanı sıra,
psikolojik rolleri de önemlidir. Yiyen, içen, uyuyan,
konuşan, dinleyen, seyreden Alihan da önemlidir.
Psikolojik rollerimiz, sosyal rollerimizden önceliklidir.
Sosyal rollerimiz olmadan da psikolojik rollerimizle
yaşayabiliriz. Ama psikolojik rollerimiz olmadan
yaşayamayız. Veli, Alihan Bey'in, bu olmazsa olmaz
yanını, psikolojik rollerini sembolize etmektedir.
Hisse: Kendimiz ile sahip olduklarımız arasında ayrım
yapmakta güçlük çekeriz. Oysa her insan, sahip olduğu
eşyaların, unvanların, rollerin dışında, yiyip içen, konuşup
düşünen, seyredip dinleyen bir ben'e sahiptir, içimizdeki
bu sapsade ben'e sahip çıktığımızda, o güne kadar
tatmadığımız bir mutluluğu yakalayabiliriz. Belki o zaman
Aborijinler, bizim de gerçek insan olduğumuzu söylerler.
www.webturkiyeforum.com
Her insan, sahip olduğu eşyaların,
unvanların, rollerin dışında, yiyip içen,
konuşup düşünen, seyredip dinleyen
bir ben'e sahiptir.
www.webturkiyeforum.com
9
DEĞERLERE UYMADA
ÜÇ HATA
Değerler
Toplumsal değerler insan yaşamının önemli bir yanını
oluşturur. Bir değer, belirli bir insan davranışının veya
yaşam amacının, bir diğerinden daha üstün olduğu
yönündeki tutarlı ve derin inançtır. Değerler, toplumdan
topluma ve zaman içinde değişir. Toplumlar, değerleri
doğrultusunda bazı davranışların sergilenmesini takdirle
karşılar. Örneğin, sadakat, sevgi, cesaret, dostluk,
temizlik, saygı, dürüstlük, nezaket ve benzerleri, önem
verilen toplumsal değerlerdir.
Değerler toplum için değerlidir; değerlere uygun davranan
insanlar da toplumun gözünde değerlidir.
Değerlere Uymada Üç Hata
Sokakta herhangi bir insana, toplumun değerlerine önem
verip vermediğini sorarsanız, hiç duraksamadan önem
verdiğini söyler. Hepimiz değerlere teorik olarak çok
www.webturkiyeforum.com
önem veririz. Ama pratikte sürekli olarak değerleri
çiğneriz.
Değerlere uymada, kanıksamış olduğumuz, üç temel hata
vardır:
1. Ortamına göre değerlere uyarız;
2. Keyfimizin/moralimizin iyi olup olmamasına göre
değerlere uyarız;
3. Karşımızdaki kişiye göre değerlere uyarız. Şimdi bu üç
hatayı açıklamaya çalışalım.
Birinci Hata: Ortama Göre Değerlere
Uymak
Bazı toplumsal değerlere bazı ortamlarda uyar, bazı
ortamlarda uymayız. Örneğin trafik polisinin yanındaki
kırmızı ışıkta dururuz, polis yoksa aynı kırmızıda
durmayız. Bu, değerlere uyma konusundaki birinci
hatadır. Bu tür hatalar, değerleri içselleştirmediğimiz için
ortaya çıkar. Bir değeri gerçekten benimseyenler, her
ortamda, her durumda o değere uygun davranırlar.
"Temizlik" değerlerimizden birisi olarak kabul edilebilir.
Bu değere, ne yazık ki toplumun en azından bir bölümü
ortamına göre uyuyor. Örneğin, hiç kimse evindeki halıya,
koridora tükürmez, sigarasının izmaritini atmaz. Ama
sokağa tüküren, sigarasının izmaritini atan c, ok kişi
görüyorum. Ortama göre davranıyoruz.
www.webturkiyeforum.com
Avrupa ülkelerine giden vatandaşım, kaldırıma
tükürmüyor, piknik yaptığında çöpünü çime atmıyor. Ama
Kapıkule'yi geçince farklı davranıyor. "Niçin orada çöp
atmıyorsun da burada atıyorsun?" desem, büyük ihtimalle
şöyle diyecek bana; "Ama burada herkes atıyor. Bu
cümleyi, birtakım değerlere ortamına göre uyduğumuz
zaman, kendimizi savunmak için kullanıyoruz: "Ama
burada herkes yapıyor."
Ve maalesef liste uzuyor: Vergi kaçıran, "Ama herkes
kaçırıyor" diyor. Trafik kurallarını çiğneyen, "Ama
kurallara kimse uymuyor, ben niçin uyayım" diyor.
Belirli bir değere niçin uymadığımızı açıklamaya
çalışırken "Ama... " diye başlayan mazeret cümleleri
kurduğumuz zaman, bu tavrımız, söz konusu değeri
yürekten benimsemediğimiz anlamına gelir. Bir değeri
yürekten benimseyen kişi, o değere ortamına göre uymaz,
başkalarına bakarak uymaz, ne olursa olsun uyar.
Ben, Batı ülkelerinde yere çöp atmıyorum; ben ülkemde
de yere çöp atmıyorum. Ben temiz bir sokağa çöp
atmıyorum; ben, başkaları tarafından çöp atılmış pis sokaklara
da çöp atmıyorum. O pis sokak, belki yere çöp
atılmasını hak ediyor, ama ben oraya çöp atmayı hak
etmiyorum.
Pis bir sokak, üzerine yeni çöpler atılmasını hak ediyor
olabilir.
Ama ben o sokağa çöp atmayı hak etmiyorum.
www.webturkiyeforum.com
Eğer, bir toplumsal değeri yürekten benimsemişsek,
içselleştirmişsek, başkalarının ne yaptığına bakmadan,
ortama göre davranmadan uyarız o değere.
Bunca yıldır, evindeki halıya asla tükürmeyen bir insanın
nasıl olup da sokağa rahatlıkla tükürdüğünü anlamakta
güçlük çekmişimdir. "Bunun mantıklı bir açıklaması
olması gerekir" diye düşünmüşümdür. Yıllardır
beklediğim açıklamaya Ekrem Işın'ın "İstanbul'da
Gündelik Hayat"* adlı kitabında rastladım. Işın'ın bu
konudaki açıklaması, iddiası, geçmişe yönelik, ispatı zor
bir hipotez. Ama ilginç. Şöyle:
Eski İstanbul'da üç tane kutsal mekan vardı: Cami, çarşı,
ev. İnsanlar sokakta fazla dolaşmazlardı; gezmek amacıyla
sokağa çıkmazlardı. Bu üç kutsal alandan birinden
diğerine gidebilmek için sokaklardan geçerlerdi. Evlerin
dışarıya bakan pencereleri sınırlıydı; pencereler, "hayat"
adı verilen, kapalı iç mekana açılırdı. Özellikle kadınların
hayatı hayatta geçerdi. Yoğurtçu, sütçü kapıya gelirdi. Ev
kutsaldı.
Bu yaşam tarzı içinde, sokaklar kutsal değildi, köpeklere
terk edilmişti. İstanbul'a gelen Batılı gezginleri hayrete
düşüren iki şey vardı: Birincisi, sokaklarda çok miktarda
köpek bulunmasıydı, diğeri ise sokakta çok az insan
görülmesi.
İstanbullu merhametliydi. Büyük binaların dış yüzlerine
taştan kuş yuvaları (kuş köşkleri) yapılırdı. Sokak
köpeklerine ise, sadece yemek artıkları değil, özel olarak
hazırlanmış paparalar verilirdi.
www.webturkiyeforum.com
* Yapı Kredi Yayınları.
Köpek pis (mekruh) kabul edilirdi, eve sokulmazdı. Ama
sokakta bakılırdı. Işın'a göre bunun nedeni, sokağın kutsal
olmamasıydı; bu yüzden de köpeklere terk edilebilirdi.
Eğer bu açıklamanın gerçek payı varsa, kuşaklar boyunca
insanlar, model alma yoluyla evlerini temiz tutmayı, ama
sokağa aldırmamayı öğrenmiş olabilirler.
Konuya ilişkin başka pek çok açıklama yapılabilir.
Örneğin, bizim bugün şehirlerdeki, piknik yerlerindeki çöp
atma rahatlığımızın nedenlerinden biri, göçebe yaşamış
dedelerimizin doğadaki rahatlıkları olabilir. Onlar,
yayladan göçerken, doğal atıklarını çevrede
bırakabilirlerdi; doğa bunları özümler, içine sindirebilirdi.
Ancak bugün, teneke kutuları, naylon poşetleri doğa içine
sindiremiyor. Belki bu yüzden eski alışkanlıklarımız, yeni
dünyada sorun yaratıyor.
Bunları belirtmemin amacı şu: Temiz olma değerine
ortamına göre uyuyor olmamız, basit bir olay değil, çok
değişkenli karmaşık bir olaydır. Sokaklara çöp atanları,
köpeklerinin kakasını kaldırımda bırakanları, "pis,
görgüsüz" diye adlandırıp işin içinden çıkamayız. Olayı,
daha derin, daha ayrıntılı düşünmek, yorumlamak
zorundayız.
İkinci Hata: Keyfimize Göre
Davranmak
Yaygın bir tavır vardır. Canımız sıkılıyorsa, keyfimiz
yoksa, çevremize ters davranırız, aksilik ederiz. Böyle
www.webturkiyeforum.com
davranmak bize gayet doğal gelir, işyerinde canımız
sıkılmışsa ev halkına sinirli davranırız, trafikte canımız
sıkılmışsa işyerinde çevremizdekilere öfkeleniriz.
Kısacası, herhangi bir nedenden ötürü keyfimiz kaçmışsa,
moralimiz bozuksa çevremize öfkeli davranırız, zaman
zaman saygısızlık ederiz. Oysa böyle davranmak zorunda
değiliz. Keyfimiz var veya yok, çevremizdekilere saygılı
davranabiliriz, davranmalıyız.
Keyfimiz olmadığında da çevremizdekilere saygılı
davranabileceğimizi, Koreliler bize çok şık bir şekilde
gösterdiler.
Bizde futbol seyircisi için alışılagelmiş davranış şekli
şudur: Eğer tuttuğunuz takım maçı kazanmışsa seviniriz,
alkışlarız; kaybetmişse sinirleniriz, alkışlamayız. Oysa
Koreliler, son Dünya Kupası maçında böyle
davranmadılar.
Üçüncülük maçında Koreliler Türk Milli Takımına
yenilmişlerdi, üzgündüler. Ama yine de nezaketi elden
bırakmadılar. Yenilen takımlarını ve bizim takımımızı
alkışladılar.
Üçüncülük maçında televizyonu maç biter bitmez açan bir
Türk izleyici herhalde şöyle derdi: "Tuh, maçı biz
kaybetmişiz, Koreliler kazanmış. " Niçin böyle derdi?
Çünkü Koreliler alkışlıyordu. Oysa Koreliler yenildikleri
halde alkışlıyorlardı. Yenilmişlerdi, üzgündüler, buna
rağmen alkışlıyorlardı. İşte, bunu belirtmeye çalışıyorum.
Keyfimiz var veya yok, çevremizdekilere,
karşımızdakilere saygılı davranabiliriz. Koreliler gibi.
www.webturkiyeforum.com
Dünya Kupasında üçüncülük maçını anlatan TRT spikeri,
o güzel Türkçe'si ve her zamanki nezaketiyle şöyle
diyordu:
"Sevgili izleyiciler, inanmayacaksınız ama, maçın bitimine
bir dakika var ve bir tek Koreli stadyumu terk etmedi."
Maç bitti, Koreliler yenildi. Spiker arkadaşımızın hayreti
daha da arttı. Çünkü, bir tek Koreli bile stadyumu terk
etmemişti ve üstelik tüm izleyiciler her iki takımı birden
alkışlıyorlardı. Ve dahası tribünlerde iki bayrak belirdi.
Türk bayrağı daha büyüktü, Kore bayrağı daha ufak. (Bu
da ev sahibi nezaketi olsa gerek.)
Stadyuma gidip futbol maçı izlemem ama bildiğim
kadarıyla bizde böyle şey olmaz. İki taraftan birinin
kaybettiği anlaşılınca, kaybeden takımın taraftarları, daha
maç bitmeden stadyumu terk etmeye başlar. Bu arada
oturulan plastik koltuklan kıranlar da olur. Bu, doğal kabul
edilebilecek bir davranış değildir. Evde, maçta, işyerinde,
bizim keyfimiz yok diye başkalarının da keyfini
kaçırmamız şart değildir.
Keyfimiz var veya yok, çevrimizdekilere saygılı
davranabiliriz, davranmalıyız.
Üçüncü Hata: Karşımızdaki Kişiye
Göre Değerlere Uymak
Bazı değerlere uyup uymama konusunda ölçütümüz,
karşımızdaki kişidir. Örneğin fiziksel açıdan ve statü
açısından bizden güçlü kişilere saygılı davranırız. Güçlü
www.webturkiyeforum.com
bulmadığımız kişiler karşısında ise saygılı davranmayız,
davranışlarımızı kontrol etme ihtiyacı duymayız. Oysa,
renkleri, cinsiyetleri, yaşları, statüleri ne olursa olsun, tüm
insanların onurlan eşittir. Bu yüzden ayırım gözetmeden
hepsine saygılı davranmalıyız.
İnsanların Onurları Eşittir
İnsanoğlu bilmiyor, bilmediğini de bilmiyor. İşte bu beni
üzüyor. Sokakta herhangi birilerini durdurup "İnsanlara
saygılı mısınız?" diye sorarsanız, hemen hepsi "Evet" der.
Ama bu evetçilerin birisi amirdir, hata yapan elemanını
azarlar; birisi öğretmendir, ödevini yapmayan öğrenciye
bağırır; diğeri hekimdir, köylüye "sen" der, şehirliye "siz";
bir diğeri polistir, hırsıza hakaret eder. Her ne kadar insana
saygılı olduklarını iddia etseler de, bu amir, bu öğretmen,
bu hekim, bu polis insana saygılı değildir. Çünkü:
Kişiyi ve hatalı davranışını ayırmak zorundasınız. Hatalı
davranışını eleştirebilirsiniz, hatta hatalı davranışından
ötürü bir yaptırım (müeyyide) uygulayabilirsiniz; fakat
kişiyi topyekûn eleştirmeye hakkınız yoktur. Kişiyi
topyekûn eleştirmek insana saygısızlıktır, insan onurunu
umursamazlıktır.
Bir profesörün onuru bir çöpçünün onuruna eşittir; bir
kapıcının onuru, bir genel müdürün onuruna, hekimin
onuru hastanın, hastabakıcının onuruna eşittir ve bir
müfettişin onuru, bir hırsızın onuruna eşittir.
İster bir varsayım deyin, ister bir dogma, tüm insanların
onurları eşittir bu dünyada. İnsanların bilgileri, yetkileri,
www.webturkiyeforum.com
statüleri, güçleri farklı farklı olabilir; ancak onurları eşittir.
Hiçbir insan, renginden, cinsiyetinden, inançlarından veya
hatalı bir davranışından ötürü aşağılanmamalıdır.
Bir hırsızın, diyelim ki on davranışı var. Dokuzu iyi, ama
onuncu davranışı kötü, hırsızlık yapıyor. Bu onuncu
davranış için onu tutuklayabilir, yaptırım
uygulayabilirsiniz. Ama onu topyekûn suçlamaya,
içinizden geldiği gibi aşağılamaya hakkınız yoktur.
Tutukluların, mahkumların hakları vardır; haklarını
çiğnerseniz siz de suç işlemiş olursunuz. Bir ülkenin
yasalarına göre bir kişiyi idam edeceksiniz diyelim. Bu
mahkumu idamdan önce aç bırakmaya veya ona küfür
etmeye hakkınız yoktur. O mahkumun onuru, hapishane
müdürünün onuruna eşittir; benim onuruma da eşittir.
Benim onurum, bir çöpçünün onuruna eşittir. İkimizin
bilgisi, yetkisi, statüsü farklıdır. O çöpçü, benim fakülteme
gelip ders anlatma yetkisine sahip değildir; ben de
sokaktaki çöp bidonunun yerini değiştirme yetkisine sahip
değilim. O çöpçü evinin kralıdır. Köyüne gitse, kuyruk
olup elini öperler. Ben kendimi ondan üstün göremem.
Benim onurum, tuvalet temizleyen bir hanımın onuruna
eşittir. O hanım, evine geç gitse, kızı kapıya çıkıp "Anne
geç kaldın" diye yanaklarından öpüyor. Benim kızımın,
eşimin yanağını öpmesi, o kızın annesinin yanağını
öpmesi veya hırsızlıktan hüküm giymiş bir kadı-nın
kızının onun iki yanağından öpmesi aynı şeydir; aralarında
hiçbir farklılık yoktur. Tüm insanların onurları eşittir.
Kızılderili'nin ifadesiyle "Mitaku Oyasın" (Hepimiz -
hayvanlar ve bitkiler dahil- kardeşiz).
www.webturkiyeforum.com
Eğer bir mahkumun hatalı davranışı varsa onu eğitmeli,
ıslah etmelisiniz. (Gelecekte mahkumlar tedavi
edileceklerdir.) Ben, eğitilebilecek, tedavi edilebilecek bir
insandan daha onurlu olduğumu nasıl düşünebilirim? Biz
bugün, mahkumları tedavi edemediğimiz, eğitemediğimiz
için, arada bir af çıkarıyoruz. Hiç hastanelerde af
çıkarıldığını, hastaların sevabına erken taburcu
edildiklerini duydunuz mu?
İnsanlar, onurlarının eşit olduğunu düşünmek istemiyorlar.
Kendilerini başkalarından üstün görüyorlar. Bir yönetici,
bir müfettiş, başlangıçta iyi niyetle, işini hakkıyla
yapabilmek amacıyla, iş ilişkisi içinde bulunduğu kişilere
mesafeli durmaya başlıyor. Giderek bu mesafeli duruş,
kendini üstün görmeye dönüşebiliyor. Bu kişiler, hem
mesafeden hem de hiyerarşideki konumlarından ötürü,
kendilerini her açıdan, bu arada onur açısından da
ötekilerden üstün görmeye başlıyorlar. Bu durum,
ötekilerden daha fazla uzaklaşmalarına yol açıyor.
Sonuçta, kendi yalnızlıkları artıyor, ötekileri mutsuz
ediyorlar ve iş zarar görüyor.
Bir profesör sözlü sınavda cüppesini giyip, "adayı
yakından tanıyor" demesinler, laf gelmesin diye,
başlangıçta soğuk, giderek yukarıdan bakan bir ifade
takınıp bir engizisyon yargıcının yüz ifadesiyle, adayla
hiçbir insani ilişki kurmadan mekanik bir sınav da
yapabilir; ya da gülümseyerek selam verme, hatır sorma
gibi adayla insani ilişkiler kurduktan sonra, ilişkiyi ve işi
ayırt ederek, ilişkide eşitlikçi, insan onuruna saygılı, işte
ise objektif bir tavır takınabilir.
www.webturkiyeforum.com
Bir müfettiş, başlangıçta işini iyi yapabilmek amacıyla
ciddi davranıp giderek üstatlarının abartısına kapılarak
kendini Olimpos'tan inmiş Zeus gibi hissetmeye ve teftiş
heyeti başkanından başka dünyada kimseye saygı
duymamaya da başlayabilir; ya da ilişkiyi ve işi ayırt edip
tüm insanlara saygılı ama işinde objektif olabilir.
Kendilerini herkesten üstün görenler, kendi onurlarına
onulmaz biçimde hayran olanlar, insan ilişkileri
konusunda kendilerini eğitimle geliştirebileceklerine
inanmayanlar, bana Küçük Ağaç'taki hindiyi
hatırlatıyorlar.
İlginç bir roman olan "Küçük Ağacın Eğitimi"*nde
Kızılderili dede ve nine ile Küçük Ağaç adlı çocuk
arasındaki ilişki anlatılmaktadır.
Küçük Ağacın dedesi, giderek derinleşen, üstü dallara
örtülü, hindinin boynundan alçak bir tünel kazar, tüneli
derin bir çukura bağlar. Toprağın yüzeyinden tünelin içine
doğru mısır taneleri serpiştirir. Yaban hindisi başını eğip
taneleri yiye yiye tüneli geçer, çukura girer. Başını
kaldırır, çukurun üstü açıktır ama çukur derindir. Tek bir
çıkış yolu vardır, başını eğip tünelden gerisin geriye
gitmek. Ancak hindi başını eğmeyi akıl edemediği için
çukurdan çıkamamaktadır.
Küçük Ağaç dedesine, "Dede, hindi niçin kafasını eğip
tünelden dışarı çıkmıyor?" diye sorar. Dedesi 'Yavrum,
hindi kendini herkesten üstün gördüğü için, öğrenebileceği
yeni bir şeyler bulunduğuna inanmadığı için, alçak
gönüllülük gösterip başını eğemediği için girdiği çukurdan
çıkamıyor" der.
www.webturkiyeforum.com
Çukurlar içinde kalakalma tehlikesi hepimiz için vardır.
Ama eğer tüm insanların onurlarının eşit olduğuna
inanırsak bu tehlike bizden uzaklaşır. Daha onurlu bir
insan olmaya çalışmak yerine, daha bilgili, daha etkili,
daha iyimser, daha sevecen olmaya çalışmak, daha akıllıca
olsa gerek. Anadolu'da "Boş başak dik durur" derler.
* Küçük Ağacın Eğitimi, Forrest Carter, Say Yayınları, 2003
Dolu ve alçakgönüllü bir başak olduğumuzda, yaşam
kalitemiz artacaktır.
Boş başak dik durur.
Ekmek mi İnsan mı?
Hangisi daha fazla saygı görüyor; ekmek mi, insan mı?
Gözlenen o ki, ekmek daha fazla saygı görüyor ülkemizde.
Yukarıda değerlere uyma konusunda üç tür -
kanıksadığımız- hata sergilediğimizi belirttik. Bazı
değerler söz konusu olduğunda bu hataları yapmayız.
Ekmeğe yönelik olarak da söz konusu hataların
sergilendiğini hemen hiç görmeyiz.
Hangi ortamda olursa olsun -evde veya sokakta- ekmeğe
saygı gösteririz. Yerdeyse basmayız, üstünden atlamayız;
kaldırıp kenara, yüksekçe bir yere koyarız; hatta öperiz
ekmeği. Ekmeğe gösterdiğimiz saygı, ekmeğin
büyüklüğünden ve niteliğinden bağımsızdır. Yerdeki
ekmeği kaldırma konusunda, büyük--küçük veya buğdayarpa
ayırımı yapmayız. Keyfimiz olsa da olmasa da
yerdeki ekmeğe basmayız.
www.webturkiyeforum.com
İnsanlara, sokaklara karşı sergilediğimiz üç temel halayı
ekmeğe karşı sergilemeyiz. Kısacası ekmeğe çok
saygılıyızdır. Ekmeğe gösterdiğimiz saygıyı birbirimize
göstersek çok daha huzurlu yaşarız.
Ekmeğe niçin saygı gösteririz? Çünkü nimettir. İyi de
eşlerimiz, çocuklarımız nimet değil mi? Öğrencilerimiz,
çıraklarımız, komşularımız nimet değil mi?
Ekmeğe gösterdiğimiz saygıyı
birbirimize göstersek,
ne güzel olurdu.
Ben ülkemde yerdeki ekmeğe tekme atıldığını hiç
görmedim. Ama yerdeki insana tekme atıldığını çok
gördüm. Yerdeki ekmeklere gösterdiğimiz saygıyı
birbirimize de göstereceğimiz günlerin gelmesini
diliyorum. (Sanırım o günler yakındır.)
www.webturkiyeforum.com
10
ÇELİŞKİLERİMİZ,
İKİLEMLERİMİZ
Çelişki, İkilem
Günlük yaşamda çelişki, ikilem, dilemma, paradoks
kavramlarını genelde yanlış kullanıyoruz, birbirinin yerine
kullanıyoruz. Örneğin bazen "Hangisini seçeceğim
konusunda çelişkiye düştüm", bazen de, "İkilem içinde
olduğunun farkında değil" diyoruz. Sanırım böyle
dediğimiz zaman, çelişki ve ikilem kavramlarını birbirine
karıştırmış oluyoruz. Konumuz çelişkilerimiz ve
ikilemlerimiz. Dilemma ve paradoks kavramları için
felsefe sözlüklerine bakılabilir. ("Ben adalıyım; bütün
adalılar yalan söyler" demek bir dilemma sayılabilir. "Bir
okun hareket noktasıyla hedefi arasında sonsuz nokta
vardır; sonsuz noktayı kat etmek ise sonsuz zaman alır; bu
yüzden bir ok hedefine hiçbir zaman ulaşamaz" demek ise
galiba bir paradoksal düşüncedir.) Şimdi çelişki ve ikilem
kavramları arasındaki farka bakalım. Galiba doğrusu şu:
www.webturkiyeforum.com
Doğada ya da insan zihninde zıtlıkların birlikte bulunması
bir çelişki sayılabilir. (Bir tezin antitezini içermesi bir
çelişki sayılabilir.) İnsan, sahibi olduğu çelişkili
düşüncelerin genelde farkında değildir, ikilem ise iki farklı
davranıştan hangisine yönelmek gerektiği konusunda
sıkıntı, kararsızlık çekmek demektir. Sahip olduğumuz
çelişkili düşüncelerin, davranışların genelde farkına
varmayız, ikilemde ise farkında olduğumuz bir kararsızlık
söz konusudur.
Bir dostunuzu hem seviyor hem de kızıyorsanız ve bu iki
zıt duyguya/düşünceye birlikte sahip olduğunuzun
farkında değilseniz, bu durumu bir "çelişki" olarak
adlandırmaktan yanayım. Benzer şekilde, belirli bir olay
karşısında üzgün olduğunuz halde sevinmiş gibi
davranıyorsanız ve bu tezadı fark etmiyorsanız, yine
çelişki içinde olduğunuzu düşünebiliriz. Ama eğer bir
arkadaşınızı sevip sevmediğinize bir türlü karar
veremiyorsanız veya iki meslekten hangisini seçeceğinize
karar veremiyorsanız, bir "ikilem" içinde olduğunuz
kanısındayım.
Çoğunlukla alttaki çelişkiler, görünürdeki bir takım
ikilemleri yaratır. Bu durumda, çelişkilerimizi fark
etmekten, ikilemlerimizi ise çözmekten söz edebiliriz.
Çelişkiler ve ikilemler, farkında olduğumuz ve
olmadığımız sıkıntılar yaratır. Çelişkilerimizi fark
ettiğimiz, ikilemlerimizden rahatsız olmadığımız zaman,
stresle baş etmemiz ve gelişmemiz kolaylaşır. Bazen bir
işi hem yapmak istersiniz hem yapmamak istersiniz; hem
çalışmak istersiniz hem çalışmak istemezsiniz. Bu
www.webturkiyeforum.com
ikileminizi "can sıkıcı bir saçmalık" olarak adlandırırsanız
sıkıntınız artar. Ama bu ikileminizin yaşamın doğal bir
parçası olduğunu düşünürseniz, onunla uzlaşma/çözme
şansınız artar.
Tamamen çelişkisiz, ikilemsiz olmak pek mümkün değil.
Fazlaca çelişkiye, ikileme sahip olmak ise sorun
yaratabilir, ruh sağlığını bozabilir. Bunlara belirli miktarda
sahip olmak, ancak yerine göre fark etmek, yerine göre
baş etmeyi öğrenmek galiba en sağlıklısı.
İkilemler yaşamın ayrılmaz bir parçası, ikilemlerden
arınmış bir dünya mümkün görünmüyor. İkilemler,
çelişkiler kimi zaman canımızı sıksa da, toplumların,
bireylerin gelişmesi için bazen itici güç oldukları da bir
gerçek.
İkilemler yaşamın ayrılmaz bir parçası.
İkilemlerden arınmış bir dünya
mümkün görünmüyor.
Sadece canlılar, insanlar için değil, belki nesneler dünyası
için de geçerli ikilemler. Aynı anda hem maksimum
karmaşaya hem de minimum enerjili bir duruma ulaşmak
isteyen sistemler, bir uzlaşma noktasına ulaştıklarında
(fiziksel, kimyasal, biyolojik açıdan denge sağlandığında)
gezegenler, yaşamlar ortaya çıkıyor belki.
İkilemler evrenin her köşesinde olabilir (olmayabilir de);
ancak canlılar, özellikle insanlar, ikilemlere girmekten
ötürü acı çekiyorlar. İnsanın görevi, ikilemlerini fark
www.webturkiyeforum.com
etmek, bunları yaşamın doğal bir parçası kabul etmek,
çözebileceklerini çözmek, çözemediklerine ise uyum
sağlamak olmalıdır.
Buzun İçinde Ateş Var mı?
Eski Yunan'dan bu yana hemen her şeyin kendi zıd- dını
içinde barındırdığı görüşü var. Bu görüşten hareketle
acaba şöyle düşünebilir miyiz? Buzun içinde ateş vardır.
Nasıl mı? Elinize alacağınız bir buz kalıbı oksijen ve
hidrojen atomlarından oluşmaktadır. Atom çekirdeklerinin
etrafında dönen elektronlar ise yüksek enerjili cisimcikler,
bir anlamda küçük ateşlerdir. Buz, bize göre buzdur.
Ancak, eğer elektronların bilinci olsaydı, her-halde buz
olduklarını düşünmezlerdi.
Bu düşünceden harekede, dalındaki bir yaprağın aslında
alev alev yandığını, ama bizim onu yeşil gördüğümüzü
ileri sürebiliriz. Galiba doğada zıtlıklar iç içe. Eğer
böyleyse, insan zihninde birtakım zıtlıklar bulunması
doğal. O halde zihnimizi veya dış dünyayı çelişkilerden ve
bunların uzantısı olan ikilemlerden arındırmak yerine,
onları fark etmek, onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek
daha doğru olsa gerek. Çelişkiler, ikilemler yaşamın,
yaşamlarımızın önemli bir parçası.
Doğada çelişkiler vardır,
insanın çelişkileri/ikilemleri olması da doğaldır.
Bu yüzden, çelişkisiz, ikilemsiz olmak değil,
onları fark etmek, onlarla uzlaşmak
www.webturkiyeforum.com
bir fazilet sayılmalıdır.
İkilemlerde Sıkılmak Bir Tür Çelişki
mi?
İkilemlere düşmekten yakındığımız zaman, farkında
olmadan bir çelişki içine girmiş oluyoruz. Şöyle ki:
İkilemler içinde olmak bizi kısıtlar, "Onu mu seçeyim,
bunu mu seçeyim?" diye sıkıntıya gireriz. Ama aynı
zamanda ikilemlere sahip olmak özgürlük sayılır; çünkü
ikilem var demek, seçenekler var demektir, seçebileceğiz
demektir. Belki de bu yüzden, ikilemler karşısında
bunalırken, bir yandan söylenip bir yandan da sevinmek
gerekir. Sizin için seçilebilecek tek bir mesleğin,
evlenilebilecek tek bir kişinin bulunmasını ister miydiniz?
İkileme girme zahmetinden, seçim yapma sıkıntısından
kurtulurdunuz. Ama sanırım yine de önünüzde seçenekler
olmasını, gerektiğinde ikileme girmeyi tercih ederdiniz.
Çelişkilerimize Birkaç Örnek
Soru 1: Diyelim ki arabanızda veya bir otobüstesiniz.
Trafik tıkandı, bekliyorsunuz, işe geç kaldınız. Kızar
mısınız? Sanırım pek çoğunuz "evet" dersiniz.
Soru 2: Anneler günü, babalar günü, sevgililer günü
türünden günleri anlamsız, gereksiz buluyor musunuz?
Sanırım pek çok kişi bu soruya da "evet" diyecektir.
Yukarıdaki sorulara "evet" dediğiniz zaman, farkında
olmadan bir çelişki sergilemiş, adeta bindiğiniz dalı
kesmiş olursunuz. Bakınız niçin:
www.webturkiyeforum.com
Trafik tıkandığı zaman, tıkayanlara kızıyorsanız, trafiği
tıkayan öğelerden birisi de sizsiniz. Bu yüzden kendinize
de kızmaksınız, ama muhtemelen farkında değilsiniz.
Trafikte "Yahu, her arabada bir ya da iki kişi var; niçin
dört komşu birleşip aynı araçla gitmiyor?" diyen
arkadaşlarım olur bazen. Bunu söylediği sırada arabasında
biz de iki kişiyizdir. Bu çelişkinin farkında değildir.
Trafik niçin tıkanır? Metro yoktur, demiryolu azdır,
karayolları yetersizdir, apartmanların park yeri yoktur...
Bir de şu: Ülkemizde trafikteki araç sayısı hızla
artmaktadır. Araç sayısının artması, bir açıdan, insanların
en azından bir bölümünün parası olduğu anlamına gelir.
Bu arabaları alacak kadar parası olanlar, her halde
paralarının tümünü bir arabaya yatırmazlar. Başka
alanlarda da harcarlar ve /veya israf ederler. Böylece
ekonomi canlanır. Bu canlılık pek çoğumuzun cebine para
olarak girer, ancak farkında değilizdir.
Bankacısınız diyelim; araba alsınlar diye insanlara düşük
faizli kredi verirsiniz. Onlar da bakarlar kredi iyi, arabaları
alırlar. Ondan sonra sizin trafik tıkanıyor diye
sinirlenmeniz bir çelişki mi, değil mi?
Bir zamanlar Bursa'da trafik çok kötüydü. Otomobil
üreticisi bir firmada çalışan bir arkadaşımla birlikte
trafikteydik, çok sinirlendi. Ben de ona "Niye
sinirleniyorsun, bu arabaları siz yapıyorsunuz. Kapatın
firmayı iki yıl, trafik rahatlar" dedim. "Allah saklasın"
diye karşılık verdi. "O zaman sıkılma; trafik tıkandığında
'Çok şükür, önüm arkam, sağım solum müşteri' demelisin"
www.webturkiyeforum.com
dedim. Rahatladı mı bilmiyorum ama, sanırım bir
çelişkisini görmek ona ilginç geldi.
Anneler günü, sevgililer günü gibi günlerin temel amacı
ekonomiyi canlandırmak olmalı. Ekonomideki canlanma,
araba satışları gibi hepimizin cebine katkı sağlıyor.
(Ekonomideki canlanmanın getirilen olduğu gibi götürülen
de var belki; büyük bir ihtimalle ekonomideki canlanma
çelişkisini de içinde taşıyor. Ekonomideki buzun içinde de
ateş olabilir. Yaşam göründüğünden daha karmaşık.) En
azından yüzeydeki bu katkıyı fark etmiyoruz. Çiçekçi, yıl
içindeki en büyük ciroyu anneler gününde yapıyor,
parasını götürüp bankaya yatırıyor. Ondan sonra da hem
çiçekçi hem bankacı anneler gününü gereksiz buluyorlar.
(Çiçekçi o gün çiçek satıyor, ancak bir ihtimal o günü
anlamsız bulduğu için annesine çiçek götürmüyor.) Alttaki
durumu bir yana bırakırsak, çiçekçi, bankacı ve belki de
hepimiz, bir çelişki içinde miyiz, değil miyiz?
Moda
Moda konusunda, insana özgü, insanca bir çelişki
sergileriz. Hem modaya uygun giyinmek isteriz hem de
giydiğimiz başka kimsenin üzerinde olmasın isteriz. Bu bir
ikilemdir. (Gerçi moda tasarımcısı, hem modaya uygun
hem tek olan kıyafetler tasarlayabilir; ama toplumun
çoğunluğu böyle "hem benzeyen hem benzemeyen"
giysiler talep ettiğinde, herkesin bu isteğini karşılamak,
herhalde çok güç olacaktır.)
Kişisel Değerimiz
www.webturkiyeforum.com
Kendimizi çok önemser ama beğenmeyiz. Örnek: Düğün--
dernek olur, fotoğrafçı fotoğrafımızı çeker; az sonra basar,
getirir. Elimize fotoğrafımızı alınca genel tavrımız şudur:
Yalnızca ortada gözüken kendimize bakarız ama onu da
beğenmeyiz. "Ay, ne kötü çıkmışım", "Uf, ne biçim
bakmışım" deriz.
Kendimizi çok önemser
ama beğenmeyiz.
Galiba bu tavrımız, kendimizi yeterince
kabullenmemekten kaynaklanıyor. Kendimizi
kabullendiğimizde, kendimizle barışık olduğumuzda,
fotoğraflarımıza daha rahat bakabileceğiz.
Kendimizi kabullenme sıkıntısından doğan önem verme
ama aynı anda beğenmeme tavrımız, kendimize ve yaşama
objektif bakmamızı zorlaştırıyor. Çevremizdeki insanlarla,
yakınlarımızla sorunlar yaşamaya başlıyoruz.
İnsanlar, özellikle gençler, ana babalarını çok önemserler -
önemsemiyor izlenimini verseler de, içten içe çok
önemserler- ama onları kolay kolay beğenmezler, sürekli
eleştirirler. Ana babalarda bulunabilecek en küçük kusur,
gençleri öfkelendirir.
Gurur Duyma/Duymama ve
Babalar
Yaygın ikilemlerimizden biri de babaların davranışlarında
gözleniyor. Babalar kızlarıyla, oğullarıyla gurur
www.webturkiyeforum.com
duyuyorlar (herhalde duyuyorlar) ama bunu yeterince açık
ifade etmiyorlar.
Ülkemde nice baba, bir oğlu dünyaya geldiğinde günlerce
gururla dolaşır. Oğlanın daha hiçbir kişisel özelliği belli
değildir, tek belirgin özelliği cinsiyetidir. Ol sun, baba bu
durumdan müthiş gurur duyar, çevresindekilere ne
ısmarlayacağını şaşırır.
Oğlan on beşine gelir, birçok özelliği belirmiştir,
eksilerinin yanı sıra pek çok artısı vardır. Bu durumdan da
babasının gurur duymasını bekleriz; ya duymaz ya da
duyar ama içinde tutar.
Nice baba var, çevredeki gençleri beğenir de bir kendi
oğlunu beğenmez, bir tek kendi oğluyla gurur duymaz.
"Bu oğlan adam olamayacak; bu oğlan benim istediğim
gibi değil, benim istediğim gibi olsun, canımı alsın" der.
("Senin istediğin nedir, yaz bakayım" desem, yazamaz.
Çünkü bu babanın kafasındaki belirsiz bir rol tanımıdır.)
Ben tek çocuktum. Babam beni çok sever, sevgisini de
açıkça ifade ederdi. Ancak, çok beceriksiz bulurdu; bunu
da sık sık söylerdi.
Babam için hayattaki en önemli şey "hayat adamı"
olmaktı. Kendi bakış açısına göre kendisi tam bir hayat
adamıydı. (Gerçekten de öyleydi; çok zor şartlardan
sıyrılıp kendini yetiştirmiş, her durumda pratik çözümler
bulabilen, her ortama uyum sağlayabilen, hayatla barışık
bir insandı.) Benim de bir hayat adamı olmamı isterdi,
ama onun gözünde ben hiç mi hiç hayat adamı değildim.
www.webturkiyeforum.com
Ortaokul, lise yıllarımda, çevremizde bulunan yaşıtım
bütün gençler babama göre hayat adamıydı; bir tek ben
değildim. Babam anneme benim için, "Bu çocuğun tabanı
ağır, bir işi iki saatte yapıyor; hayat adamı değil" derdi.
Bugün inanılmaz bir yaşam temposu içindeyim. Babam
beni şimdi görse, herhalde iftihar ederdi.
Burada anlattıklarımı birkaç yıl önce bir toplantıda
anlattım. Bir arkadaşımın on yaşında oğlu varmış, o da
babam gibi oğlunun ağır kanlılığından, yavaşlığından
yakınıyormuş. Babamla ilgili anlattıklarımı dinledikten
sonra bana şunları söyledi: "Baban senin yavaşlığından
şikayet ediyormuş, ama bak sen şimdi iyi bir şeyler
olmuşsun. Demek benim oğlan da ilerde bir şeyler
olabilecek. Acaba ben boşuna mı telaşlanıyorum?"
Galiba olay şu: Anneler, babalar çocuklarını çok
seviyorlar, onlara çok önem veriyorlar ve onların
gelecekleri konusunda kaygı duyuyorlar.
Ana Babalar ve Çocuklar Arasında
Bir Benzerlik
Psikologlar, özellikle gelişim psikologları, ergenlik
dönemiyle ilgili olarak şunu sıklıkla vurgularlar: Ergenlik
döneminin özelliklerinden birisi, gencin bazı ikilemler
içinde olmasıdır. Bunlardan birisi, gencin ana babasına
hem çok önem vermesi, onlarla özdeşim kurması, ama
aynı zamanda onları eleştirmesi, onlarla çatışmasıdır.
(Ergen, kendine özgü bir kimlik oluşturabilmek için bu
ikilemi yaşamak zorundadır.)
www.webturkiyeforum.com
Bugüne kadar ben de, ana babaya çok önem verip onlarla
özdeşim kurmanın, ama aynı zamanda onları eleştirmenin,
ergenlik dönemine özgü bir özellik olduğunu
düşünüyordum. Fakat bir süredir şunu fark etmeye
başladım: Ana babalar da benzeri bir ikilem sergiliyorlar;
çocuklarını hem çok seviyorlar, onlara önem veriyorlar
hem de onları çok eleştiriyorlar, beğenmiyorlar. Ergenler
ile ana babalar arasındaki bu benzerliğin üzerinde
düşünmeye ve araştırma yapmaya değer olduğu
kanısındayım. Söz konusu ikilem, belki de yalnızca
ergenlere özgü değil, herkes için geçerli.
Bir anı:
Hem Gurur Hem öfke
Seminerlerimden birisini izleyen bir babaya ait bir anıyı
aktarmak istiyorum. Kendisinden izin aldım.
Bu beyin oğlu on altı yaşındayken bir gün annesine çıkışmış,
sesini yükseltmiş. Bunun üzerine baba oğlunu yandaki odaya
çekip sağ elinin işaret parmağıyla onun omzunu ittire ittire,
"Bana bak, bir daha annenle öyle konuşma" demiş. Delikanlı,
"Baba tamam, haklı olabilirsin, ama bir daha öyle el hareketi
yapma" diye karşılık vermiş. Bey şöyle dedi: "Hocam,
anlattığınız gibi, o an hem öfke duydum hem de gurur. Bir
yandan öfkelendim, ama bir yandan da, o ana kadar fark
etmediğim müthiş bir şeyi fark ettim; benim küçük oğlum,
meğer kaşla göz arasında büyümüş, aslan olmuş, güçlenmiş.
On yaşındayken onu parmağımla itekleseydim böyle bir şeyi
asla söyleyemezdi. Şimdi onurlu, babayiğit bir delikanlı olmuş.
Hem kızdım hem gurur duydum. Kızsam mı diye düşündüm;
sonra vazgeçtim, sesimi çıkarmadım. İyi ki bir şey
dememişim."
www.webturkiyeforum.com
Gençlerin ana babalarına, ana babaların çocuklarına
yönelik ikilemli/çelişkili duyguları olabilir. Çocuklarımıza
kızabiliriz. Saldırmadan, küsmeden, uygun lisanla ifade
edelim. Fakat madem aynı anda onlarla gurur
duyabiliyoruz, o halde gurur duyduğumuzu da ifade
edelim. Böyle yaparsak, doğru davranmanın ötesinde,
dürüst de davranmış oluruz. Dürüstlük türlerinden birisi,
içimizdeki mevcudu, sansürlemeden dışarıya sunmaktır.
Dürüst olma yollarından birisi,
içimizdeki duyguları sansürlemeden
dışarıya ifade etmektir.
İkilemlerimiz olabilir; ikilemleri ifade etmek de bir
dürüstlüktür.
İkilemlerimiz olabilir; bu doğaldır. Ancak bunları fark
etmeyi ve gerektiğinde ifade etmeyi de doğal kabul etmek
gerekir.
Ötekini İkileme Sokmak
Kendi içimizde ikilemlerin bizi sıkıntıya soktuğu
yetmiyormuş gibi, bir de tutar birbirimizi ikilemlere iteriz.
Örneğin "Eğer dostumsa iki eli kanda olsa gelmeli" deriz.
Varsın, gerisini o düşünsün. (Ellerini mi yıkasın, polise
dert mi anlatsın, yoksa kalkıp sizin düğününüze mi gelsin;
artık ona kalmıştır.)
En kötüsü de bazen eşler birbirlerine "Ya ben, ya işin" ya
da "Ya annen ya ben" derler. İki seçenekten birisini
www.webturkiyeforum.com
seçmek zorunda kalmak zordur, bazen ruh sağlığımızı bile
bozabilir. Oysa yaratıcı düşündüğümüzde yeni yollar
bulabiliriz, "hem bu hem o" diyebiliriz. İki seçenekten
birisini seçmeye zorlamak, zorlanmak, yaratıcılık değildir.
Üçüncü seçeneği oluşturmak ise yaratıcılıktır. Üçüncü
seçenek uzlaşma getirebilir.
İki seçenekten birisini seçmeye zorlamak,
zorlanmak, yaratıcılık değildir. Üçüncü seçeneği
oluşturmak ise yaratıcılıktır.
İnsan, bazen çok gaddar olabiliyor. Ötekini ikileme
sokmak kimi zaman işkenceye dönüşebiliyor. Gerçek
yaşamda ve onun uzantısı olan sanatta bunun örneklerine
rastlamak mümkün. Sophie'nin Seçimi adlı filmde olduğu
gibi. (Bu filmde Nazi subayı, bir anneye geriye dönüşü
olmayan bir kapının önünde, iki çocuğundan birisini
yanına almasını söyler. Kadın seçmediği çocuğunu
sonsuza kadar göremeyecek ve onun akıbetinden haberdar
olamayacaktır.) Tanrı, insanı insandan korusun!
Biz yetişkinler, birbirimize eziyet ettiğimiz yetmezmiş
gibi, bir de -belki de mazoşist yanımızı tatmin içinçocukları
ikileme itmeye çalışırız. (Buna bayılanlarımız
vardır.)
Kimimiz, bir çocukla ayaküstü sohbet etmek
istediğimizde, aklımıza daha yaratıcı bir soru gelmediği
için "Söyle bakiim, anneni mi daha çok seviyorsun, yoksa
babanı mı?" diye sorarız. (Bu soru inanılmaz bir
sohbetçilik örneğidir.) Şimdi çocukcağız ne cevap versin?
Annemi mi desin, babamı mı? Tut ki cevap verdi. Bu
www.webturkiyeforum.com
cevap ne işimize yarayacak? En fazla çocuğu sıkıntıya
sokmaya yarayacak.
İkilemlerimiz ve İki Mantık
Özetleyerek ifade edecek olursak, olayları "1 veya 0" diye
değerlendiren bir düşünce şeklimiz vardır. Buna, günlük
yaşamda "Aristo mantığı" diyoruz*. Bu ifade, "ya hep ya
hiç" anlamı taşır. Bu düşünme şekline göre, bir şey ya
doğrudur ya yanlış, ya siyahtır ya beyaz. Griler yoktur.
Kuantum fiziği ortaya çıktığında, "1-0" mantığının
atomaltı parçacıklarda geçerli olmadığını gösterdi.
Örneğin, fotonun ya dalga ya parçacık olması gerekirdi
eski bakış tarzına göre. Üçüncünün imkânsızlığı
ilkesinden ötürü, aynı anda hem dalga hem parçacık
olamazdı. Oysa kuantum fiziği, onun hem dalga hem
parçacık olduğunu gösterdi.
Fizikteki bu gelişme, insanı ve günlük olayları
değerlendirmede de yepyeni bir bakış tarzı kazandırdı
bize. Bugün, günlük yaşamda, bazen Aristo, bazen
kuantum mantığı kullanabileceğimizi düşünüyoruz.
Özellikle insan ilişkilerinde sürekli Aristo mantığı
kullanmak çatışmaları ve stresi artıran bir yaklaşım
oluyor*.
* Aristo'ya haksızlık etmeyelim. Aristo mantığı bundan ibaret değil. Üstelik
Aristo mantığını günlük dile bu şekilde taşımak, Aristo'nun hatası değil; bizim
tercihimiz. Ya hep ya hiç tavrını "Aristo mantığı" diye basitleştirmek, yine bir
"ya hep ya hiççilik" olsa gerek. Konu, Dökmen'in "Varolmak, Gelişmek,
Uzlaşmak" adlı kitabında da ele alınmıştır.
www.webturkiyeforum.com
Aristo mantığı kullanmak, düşünceleri doğrular-yanlışlar,
insanları iyiler--kötüler diye katı sınıflara sokma anlamı
taşıyor. Televizyonlardaki açık oturumlarda katılımcılar
belki de böyle yaptıkları için sabahlara kadar
uzlaşamıyorlar. (Çatışan tarafların bitirdiği açık oturum
hiç görmedim; oturumu yöneten, "süremiz bitti" diyerek
programı sonlan diriyor.) Oysa "1-0" diye düşünmek
yerine, grileri de dikkate alsak, bu mantığı öğrenmeye
başlasak, 1 ile 0 arasında çok sayıda değer
bulunabileceğini düşünsek, uzlaşma ihtimali artacaktır.
Size bir soru soracağım, sadece Aristo mantığıyla "Evet"
veya "Hayır" deme hakkınız var. Açıklama yapmanız
yasak. Soru:
"Dünyada inek kutsal mıdır, değil midir?"
Bu soruya açıklama yapmaksızın, sadece "evet" veya
"hayır" diye cevap vermeniz işe yaramaz. Oysa aynı
soruya kuantum mantığı ile "1 ve 1" diye cevap verebilir,
"Hem evet hem hayır" diyebilirsiniz. Bu dünyada inek
bazı ülkelerde kutsaldır, bazılarında değildir.
* Kuantum mantığını yararlı bulanların yanı sıra, sakıncalı bulan, egemen
güçlerin kitleleri yönlendirmede bu mantığı bir araç olarak kullanmasından
endişe edenler de var. Örneğin, "Sen de haklısın, sen de haklısın" diyerek
insanları "idare etmek" isteyenler bulunabilir diye kaygı duyanlar var.
Olabilir. Ancak bu sakınca, Aristo mantığı için de geçerli. Birisi de çıkıp 'Ya
benden yanaşın ya da karşımdasın; ikisinin arası yok" diyerek 1-0 mantığıyla
insanları kutuplaştırabilir. Burada, kullanılan mantığın niteliğinden çok,
kullanıcının niyeti önemli olsa gerek.
"1 veya 0" yaklaşımının, bazen dilemmalar, içinden
çıkılmaz ikilemler yaratabileceğini gösteren bir fıkra:
www.webturkiyeforum.com
Sanık Bunalınca
Bazı filmlerde görürsünüz, tanıklar, zanlılar avukatların,
savcıların sorularına yalnızca "evet" veya "hayır" diye cevap
verebilirler, açıklama yapmaları yasaktır. Bu kuralın bazı
yararları bulunabilir. Ancak bir hukukçu, bu kuraldan
yararlanıp ustaca sorular sorarak tanığı zor duruma
düşürebilir, ağzından istediği cevapları alabilir.
Sürekli "evet--hayır" diye cevap vermek zorunda kalan bir
tanık -veya bir zanlı- çok bunalmış, hakime "Sayın hakim, izin
verirseniz sayın avukata bir soru soracağım; ama o da benim
gibi yalnızca evet veya hayır diyebilsin" demiş. Fıkra bu ya,
hakim de izin vermiş. Bunun üzerine tanık avukata dönüp
"Sayın avukat, hâlâ uyuşturucu kullanıyor musunuz?" diye
sormuş. Avukat "Hayır" deyince tanık keyifle hakime dönüp
"Başka sorum yok" demiş.
Bu fıkradaki avukatın işi zordur. Açıklama yapamadığı
sürece, evet de dese, hayır da dese, -en azından- bir
zamanlar uyuşturucu kullandığı düşünülecektir. Bu yüzden
avukatın evet--hayır dışında cevap verme hakkı olmalıdır.
Günlük yaşamda bazen 1-0 şeklindeki Aristo mantığını,
bazen de 1-1 şeklindeki kuantum mantığını kullanmakta
yarar vardır. Aslında zaten bu mantığı dolaylı olarak
yaşamın her alanında kullanıyoruz. 'Ya istiklâl ya ölüm"
bir Aristo mantığıdır. Elektrikteki seri devreler bir Aristo
mantığıdır; tek bir düğme açıldığında akım kesilir. Bir
siperler savaşı olarak tarihe geçen Birinci Dünya
Savaşındaki müdafaa hattı fikri bir Aristo mantığıdır.
Bunların yanı sıra paralel devreler kuantum mantığına
daha yakındır; paralel devreler ya hep ya hiç değildir.
Galiba "Hattı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır" fikri
de kuantum mantığına uygundur.
www.webturkiyeforum.com
11
YÜZDE YÜZ HAKLI
OLUNUR MU?
Hiç Yüzde Yüz Haklı Oldunuz mu?
Şu an geçmişte yaşadığınız ve kendinizi yüzde yüz haklı
gördüğünüz birkaç çatışmayı hatırlamanızı rica ediyorum.
Evde, trafikte veya işyerinizde, haklılık konusunda,
kendinize yüz, çatıştığınız kişiye sıfır puan verdiğiniz en
az bir çatışma düşününüz.
Bu çatışma konusunda yüzde yüz haklı olduğunuza emin
misiniz?
Bence emin olmayın. Bugüne kadar yaşayarak öğrendiğim
şeylerden birisi şu: Taraflardan birinin yüz, diğerinin sıfır
olduğu hiçbir çatışma yoktur. Bakınız niçin? Öncelikle
şunu düşünmek gerekir: Sizin "Yüzde yüz haklıyım"
iddianızın matematiksel olarak doğru olabilmesi için
çatıştığınız kişinin de kendisini yüzde yüz haksız görmesi
gerekir. Eğer o kişi kendini yüzde on bile haklı görüyor ise
ortaya bir işlem hatası çıkar. Bir seçime katılan adayların
aldıkları oy oranları toplandığı zaman sonuç yüz olmalıdır.
www.webturkiyeforum.com
Yüzden büyük çıkarsa bir işlem hatası var demektir. Haklı
olma konusunda da öyle. (Kavga eden pek çok kişi
kendini yüzde yüz haklı gördüğü için, ortada yüzde iki
yüzlük bir hakkaniyet durumu var gözüküyor. Bu, sanal
bir durum olmalı. Yüzde iki yüz kağıt üzerinde olur da
pratikte imkânsızdır.)
Taraflardan birinin yüz, diğerinin sıfır olduğu hiçbir
çatışma yoktur.
Annem mi Haklıydı Babam mı?
Ben küçükken annemle babam birbirlerine güzel sıfatlarla
seslenirlerdi; "Hayatım, canım!" gibi. Ancak tartıştıkları,
kavga ettikleri de olurdu. Tartıştıkları zaman üzülürdüm.
O yıllarda, tartıştıklarında hangisi haklı diye
düşündüğümde, bana hep annem haklı geliyordu. O günkü
değerlendirmeme göre, bütün tartışmalarda annem yüzde
yüz haklıydı, babam ise yüzde yüz haksız.
Büyüdüm, evlendim. İlk aylarda eşimle kavgamız yoktu;
tartışmadık bile. Bebeğimiz doğduktan sonra bu durum
değişti. İkimiz de doktora yapıyorduk, bebeğin bakımı,
doktoru, aşısı, evin sorumlulukları ağır geldi. Tartışmaya,
kavga etmeye başladık*.
O günlerde "Kim haklı?" diye baktığımda, yüzde elli ben,
yüzde elli eşim haklı gibi geldi. Olabilir. Sonra bir gün,
birden bire bir şeyi fark ettim: Annemle babamın
tartışmalarında meğer yüzde elli annem haklıymış, yüzde
elli babam. O yıllarda babam hayattaydı. Bunu ona
söyledim; "Baba ben küçükken seni hep haksız, annemi
www.webturkiyeforum.com
haklı görürdüm, şimdi anladım ki meğer yüzde elli sen
haklıymışsın, yüzde elli de annem. " Bunu duyan babam,
"Tabii oğlum" dedi, "Ben sana hep söylerdim, büyüyünce,
baba olunca anlarsın diye, bak anladın". Evet, anladım.
Yüzde yüz haklı, galiba yoktu.
"Kabul Et Haksızsın!"
Şu ifade kulağınıza tanıdık gelecek mi? Bazen karı koca
tartışırlar ve kadın öfkeli, incinmiş bir halde parmağını
eşine uzatarak, "Kabul et haksızsın; kabul et, bişicikler
demeyeceğim!" der. Burada evin hanımı, "Ben tamamen
haklıyım, sen sıfırsın" demek istiyor olmalı. İyi de, evin
beyi de kendini tamamen -yüzde yüz- haklı görüyor.
Erkek kendini biraz olsun haklı görmese çatışmaya
girmez.
* O günlerde tartışmalar yüzünden evliliğimizin rengi kaçmaya başladı.
Eşimle birlikte bir hocamıza, psikolog Prof. Dr. Işık Savaşır'a gitmeye karar
verdik. Gittik. Çok yararlı oldu. İhtiyacı olan bütün çiftlerin böyle bir destek
alabilmelerini diliyorum Işık Hoca'mızı da sevgi ve rahmetle anıyorum.
Evde veya işyerinde yüzde yüz haklı olduğunuza
inansanız bile, bunu ille de karşınızdakine söyletmeyin,
haklı olduğunuzu tescil ettirmeyin, bir anlamda
haksızlığını karşınızdakinin gözüne sokmayın, onun
burnunu sürtmeyin. Eğer böyle yaparsanız, yani yüzde yüz
haksız olduğunu karşınızdakine itiraf ettirirseniz, bu
durumun kokusu ilerde kötü çıkar genellikle. Yüzde büyük
ölçüde, sözgelişi yüzde doksan beş haklı olabilirsiniz ama
karşınızdakine de bir yüzde beş pay bırakın; onun da
kendince bir nedeni vardır, onu böyle davranmaya iten
kendi dışında nedenler bulunabilir.
www.webturkiyeforum.com
Evde veya işyerinde yüzde yüz
haklı olduğunuza inansanız bile,
bunu ille de karşınızdakine söyletmeyin.
Kissinger Siyaseti, Hitler'in
Vagonu,
Kissinger Siyaseti denilen bir şey var. Özetle şu:
Uluslararası barış görüşmelerinde yüzde yüz haklılar ve
yüzde yüz haksızlar üretmemek, 1-0 diye ayrılmış galipler,
mağluplar yaratmamak gerekli. Eğer bunu yaparsanız,
yani kayıtsız şartsız teslim anlaşmaları imzalarsanız, bu
durumun kokusu ilerde kötü çıkar. Müzakereden sıfırla
çıkan taraf, bunun rövanşını bir gün mutlaka almak ister.
Kissinger Siyaseti'nin Türkçe'si belki de şu: 'Yenilen
pehlivan doymazmış. " Bu sözde, yenilen pehlivanın,
kazanana veya berabere kalana oranla bir maç daha yapıp
kazanmaya daha çok güdülendiği ifade ediliyor.
Gerçekten de tam yenilgi, kısmi yenilgiye oranla kazanma
konusunda daha güdüleyici olabilir. Sevr bir kayıtsız
şartsız teslim antlaşmasıydı. İmzalandığı gün kazanan için
kârlıydı; ama az sonra kaybedeni kazanma konusunda
daha güçlü bir şekilde güdüledi. (Belki de "Bir musibet
bin nasihattan evlâdır", yani bir bela binlerce öğütten daha
güdüleyici olabilir.)
Rivayete göre Birinci Dünya Savaşı sonunda Almanya'nın
kayıtsız şartsız teslim antlaşması bir vagonda imzalandı.
(Versailles'da imzalandığı da söyleniyor; ancak sanırım
www.webturkiyeforum.com
görüşmeler Versailles'da yapılmış, antlaşma vagonda
imzalanmış.) Almanlar, kayıtsız şartsız teslim olayına çok
üzülmüşler. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya
Fransa'yı işgal edince bu sefer Fransa'nın kayıtsız şartsız
teslim antlaşması imzalanacak. Almanlar bir önceki
antlaşmanın imzalandığı vagonu arayıp bulmuşlar,
Fransızlara antlaşmayı orada imzalatmışlar. Fransızlar da
bu işe çok üzülmüş. İkinci Dünya Savaşı bitince
Almanya'nın tekrar kayıtsız şartsız teslim antlaşması
imzalanacak. Fransızlar ne yapmışlar, tahmin edin!
Şüphesiz onlar da aynı vagonu aramışlar. (O vagon
olmadan olmuyor.) Ancak aksiliğe bakın ki vagon yok.
Çünkü Hitler, "tarih boyunca Almanya dünyanın hakimi
olacak, artık vagona ihtiyaç yok" diyerek vagonu
söktürmüş. İleri sürüldüğüne göre vagonu bulamayan
Fransız lar çok üzülmüşler, ancak sonunda sorunu
halletmişler. Ne yapmışlar? Bir önceki antlaşmanın
imzalanmasında kullanılan kalemi müzeden bulup
getirmişler; Almanları onunla imzalatmışlar.
Bütün bunlar ne anlama geliyor? Şüphesiz savaşların,
askeri, ekonomik, politik, sosyolojik, antropolojik...
sebepleri var; ancak bir de psikolojik sebepleri var. Ve
galiba, sıfır--yüz şeklindeki kayıtsız şartsız teslim
antlaşmaları, savaşların psikolojik nedenlerini körüklüyor,
toplumların içinde bitmemiş--işler (ukdeler) oluşmasına
yol açıyor. Kissinger Siyaseti diye adlandırılan görüş,
benzeri tecrübelerden sonra ortaya atılmıştır.
Çocuğunuz Yalan Söylerse
www.webturkiyeforum.com
Bazen çocuklar, gençler yalan söylerler. Ana babalar da bu
yalanı yakalar. İşte bu an kimi ana baba, adeta lüfer
yakalamış gibi sevinir. Ana babanın gözünde çocuk/genç
yüzde yüz haksızdır, sığınacak hiçbir limanı, mazereti
yoktur, bir anlamda batmıştır, bitmiştir. Ana baba, bu
kesin galibiyetin tadını çıkararak parmağını çocuğa uzatır
ve mağrur bir eda ile "Sus, ayıbınla otur, bana yalan
söyledin!" der. Ana baba burada muhtemelen, "Ben yüzde
yüz haklıyım, sen sıfırsın" demektedir.
Olabilir; çocuğun/gencin yalan söylemesinde kendi payı
yüksektir. Fakat bu yalanda ana babanın hiç mi payı
yoktur? Bence, çocuklarımızın söyledikleri her yalanda,
biraz olsun bizim de tuzumuz vardır? Bakınız niçin:
1. Çocuğumuz yalan söylemiş ise, yalan söylemeyecek
yapıda güçlü bir çocuk yetiştirememişiz demektir. Yalana
başvurmayacak kadar güçlü bir yapısı yoksa, bu durum,
biraz onun sorumluluğudur, biraz da bizim.
2. Çocuklarımız, bazı hatalarını yalana başvurmadan
açıkça ifade ettiklerinde, bu durumu her zaman olgunlukla
karşılar mıyız? Galiba hayır. En azından bazılarımız,
samimi itiraflar karşısında bazen bağırır, bazen de
bayılırız. Bu tavrımızla da çocuklarımızı istemeden yalana
iteriz.
3. Biz büyükler -kendimizce haklı nedenlerle- bazen
çocukların yanında başkalarına yalan söyleriz. Bazen de
"onlara küçük beyaz yalanlar söylenir" diye çocuklara
yalan söyleriz. Gün gelir bizim, belli durumlarda yalan
söylediğimizi anlarlar. Onlar da belli durumlarda -
kendilerince haklı gerekçelerle- yalan söylerler.
www.webturkiyeforum.com
(Çocuklara küçük beyaz yalanlar söylenebilir düşüncesi
tamamen yanlıştır.)
Sonuç: Yukarıda ifade edilenler, yalan söyleyen çocuklara
aldırmayalım, hoş görelim anlamına gelmiyor. Yalan
söylediklerini fark ettiğimiz zaman, üzüldüğümüzü,
rahatsız olduğumuzu belirtelim. Ancak, kendimizi yüzde
yüz haklı görüp önlenemez bir öfke içine girmeyelim.
Çocuğumuzun yalanını yakaladığımızda kendimizi yüzde
yüz haklı görürsek, öfkemiz de yüzde yüz olur. Eğer
çocuğunuz size yalan söylem işse bu yalanda sizin de
payınız vardır. Bu gerçekten yola çıkarak olaya
baktığımızda, daha ılımlı olabiliriz. Ilımlı olduğumuz
zaman ise çocuğumuzu arzu ettiğimiz yönde değiştirme,
geliştirme şansımız artar. Onların bir yalanlarına bugün
aşırı öfkelenirsek, yarın daha dürüst olmalarına değil, daha
iyi kamufle edilmiş, daha organize yalanlar söylemelerine
yol açarız.
Eğer çocuğunuz size yalan söylemişse bu yalanda sizin
de payınız vardır.
"Yalan Yakalamak" İyi Bir İfade mi?
"Yalan yakalama" ifadesi bence peşinen gerginlik yaratan bir
ifade. Bu ifade galiba içimizdeki avcılık isteğinden
kaynaklanıyor. Kaçıp kurtulmaya çalışanlara sessizce yaklaşıp
bir avcı atikliği ile onları yakalamak istiyoruz. Evlerde ve
işyerlerinde, yaş tahtalara basmamak için, bir kedi, bir panter
gibi adımlarını yavaş ve yumuşak atan avcılara benziyoruz.
(Eğer avcılık yaparsanız, avları yok ettiğinizi düşünebilirsiniz;
ama bir yandan da avları kaçmaya, korunmaya teşvik
edersiniz.) Olaylara bakış tarzlarımız ile onları adlandırma
şeklimiz arasında karşılıklı ilişki vardır; birisi değişince diğeri
de değişebilir. Bu durumda, "yalan yakaladım" yerine "yalanı
www.webturkiyeforum.com
fark ettim" veya "gerçeği sakladığını fark ettim" diye düşünsek
nasıl olur?
Not: Konuyla ilgisi yok ama istemediğim bir çağrışıma yol
açmasın diye şunu belirtmek isterim: Ben, genelde avlanmaya,
bu arada özellikle ülkemiz gibi doğal yaşamı büyük ölçüde
tahrip olmuş topraklarda avlanmaya karşıyım.
Futbolda Bir Acı Anı
Beni üzmüş bir olayı paylaşmak istiyorum: Çocuktum, iki
ünlü takımımız futbol ligindeki son maçlarını
yapacaklardı. A ve B takımları diyelim. Puanları eşit,
averajla A takımı önde. Yani maç berabere biterse A
şampiyon olacak, sonuç 1-0 B'nin lehine olursa da
şampiyon o olacak. A takımından, yanlış hatırlamıyorsan
Güven isimli bir oyuncu, heyecanlanıp gereksiz yere ceza
sahasında topa elini sürdü. Penaltı verildi. B takımı
penaltıyı gole çevirdi. B 1-0 galip gelerek şampiyon oldu.
A takımı ve taraftarları bu sonuç karşısında kahroldular.
Eğer Güven topa gereksiz yere elini sürmeseydi biz
şampiyon olacaktık diye hayıflandılar. A takımının
antrenörü Güven'e çok kızdı ve hiç affetmedi. Yıllarca
Güven'i sahaya çıkarmadı, yedekte tuttu. Güven'in A
takımından başka bir takıma satılmasını istedi. Satmadılar,
oynatmadılar. Böylece bir gencin hayatı mahvoldu.
A takımının antrenörü ve yöneticileri, pek çoğumuzun
yaptığı bir hatayı yaptılar, yüz--sıfır diye düşündüler;
bütün suçun Güven'de olduğuna inandılar. Penaltının
ortaya çıkışında Güven'in payı/hatası vardı. Ancak
antrenörün ve takımdan sorumlu olan herkesin de bu
penaltıda payı vardı. Örneğin, futbolcuları maç öncesinde
www.webturkiyeforum.com
rahatlatmayı beceremediler, belki de bir ölüm--kalım
mücadelesine çıktıkları mesajını vererek onları daha da
gerdiler. (Üniversite sınavı öncesindeki bazı ana babalar
gibi.) Ayrıca olayın doğasında gerginlik olduğunu,
Güven'in bu gerginliğe kurban gittiğini düşünmediler.
(Denk takımlar şampiyonluk maçına çıktıklarında,
avantajlı başlayanlar çoğunlukla avantajsız konuma
geçerler. Son maçlarda ilk golü atan taraf genelde maçı
kaybedermiş.) Eğer bunları düşünselerdi, çok daha iyi
olurdu.
Trafik Canavarı Tamamen Canavar
mı?
Size bir sorum var: Tek arabalık dar bir yolda
gidiyorsunuz. (İki yana park etmiş araçlar yolu daraltmış.)
Yolun sonunda kırmızı ışık yanıyor, ışıkta bir araba
durmuş. Mecburen siz de durdunuz, çünkü hem kırmızı
yanıyor hem de önünüzdeki araç durmuş. Bu sırada
üçüncü bir araç gelip arkadan size çarpıyor. Acaba
"Efendim bu durumda bendeniz yüzde yüz haklıyım!" der
misiniz?
Bence siz, yukarıda belirtilen durumda hukuksal açıdan
yüzde yüz haklısınız; ancak ahlaki açıdan yüzde yüz haklı
değilsiniz. Size arkadan çarpan adamın davranışında bir
miktar sizin de tuzunuz vardır. Hatta bu olaydan
kilometrelerce uzakta bulunan bendenizin de çarpma
olayında tuzu/katkısı var. Bakınız niçin:
Yirmi yaşıma geldiğimde ehliyet için başvurdum. O
yıllarda ehliyet çok zor alınıyordu. Sınavlar çok zordu;
arabayla geri giderek 8 çizmenizi isterlerdi. Hemen herkes
pek çok defa girdikten, araba kullanmayı iyice öğrendikten
sonra ehliyet alırdı. Sonra, seksenli yıllarda bir mucize
oldu, özel kurslar açıldı ve ehliyet almak birden kolaylaştı.
Adeta kontağı çevirebilenlere ehliyet verilmeye başladı.
Kimse bu duruma itiraz etmedi. Örneğin o yıllarda ben
öğretim üyesiydim; hiçbir yere, "Bu ülkede trafik kazaları
zaten çok olur, ehliyet bu kadar kolay alınırsa kazalar
artar" diye iki satır yazı yazmadım. Çevremdeki herkes, bu
arada ben de ehliyet almak kolaylaştı diye sevindik.
Şehirlerimizde metro yoktur, apartmanlara park yeri
yapılmaz... Bütün bunlara toplumca itiraz etmedik. Bu
durumda, size arkadan çarpılmasında, siz dahil herkesin
biraz sorumluluğu vardır. En azından ahlaken sorumluyuz.
Mafyaya Destek Olmuşluğunuz Var
mıdır?
Başlıktaki soruya herhalde pek çoğunuz "Hayır" dediniz.
Emin misiniz? Eğer sokaktaki dilenci çocuklara, en az bir
defa para verdiyseniz -pek çoğumuz hatalı olduğunu
bildiğimiz halde dayanamayıp bu işi yapıyoruz- siz dilenci
mafyasına destek oldunuz demektir. O çocukların
sokaklarda açıkça ihmale ve istismara uğramalarının
nedeni aileleri, dilenci mafyası, bu durumu önleyemeyen
ilgili kuruluşlar olabilir. Ama onlara bilinçsiz şekilde para
veren bireyler de bu işin sürmesine destek oluyorlar
diyebiliriz. Bir şehirde iki yıl kimse dilenci çocuklara para
vermese, bu trajedi biterdi. (Dilenci çocukların
kazandıkları para, ne okumalarına ne de kaliteli
yaşamalarına katkıda bulunuyor. Yalnızca dilenci
mafyasına katkıda bulunuyor.)
Pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da, olayların ahlaki
sorumluluğunu üstlenmediğimizde olup biten işlerin
tamamen başkalarının sorumluluğunda olduğunu
düşünüyoruz ve değişmeye/gelişmeye kişisel katkıda
bulunamıyoruz.
Toparlama
İnsan, birtakım çelişkiler/ikilemler yaşar. Bu
kaçınılmazdır. Ancak eğer, yaşamının bir parçası olan
çelişkilerini fark ederse, kararsız kalma, acı çekme
ihtimali azalır, üstelik toplumun gelişmesine katkıda
bulunur. Ya hep-ya hiç, diğer bir ifadeyle yüz--sıfır, insan
ilişkilerini zedeleyen, gelişmeyi engelleyen önemli bir
ikilemdir. Yüzde yüz haklıyım anlayışı, çözümsüz
çatışmalar doğurabilir, ben-merkezci olmamıza yol
açabilir. 'Yüzde yüz haklıyım" anlayışından vazgeçmek,
bireyin acı çekme ve acı çektirme ihtimalini azaltacak,
insanları daha duyarlı hale getirecektir.
Ya hep-ya hiç, diğer bir ifadeyle yüz--sıfır,
insan ilişkilerini zedeleyen, gelişmeyi engelleyen önemli
bir ikilemdir.
12
"HEM ŞOFÖR MEHELLİ,
HEM BEŞ KURUŞ"
(VEYA "YÜZ ALTIN
SENDROMU")
Psikolojide Bilişsel Davranışçı Yaklaşım adı verilen bir
yaklaşım var. Özetle şunu söylüyor: Duygularımızı ve
davranışlarımızı ortaya çıkaran şey, dış faktörler değil,
zihnimizin bir köşesine kaydetmiş olduğumuz kalıp
düşüncelerdir. Kimi kuramcılar, söz konusu düşüncelerden
bazılarının akılcı/gerçekçi olmadığını ve bunların sıkıntı
yaratan duygulara ve davranışlara yol açtığını, ruh
sağlığını olumsuz yönde etkilediğini belirtmektedirler*.
* Bilişsel Davranışçı Yaklaşımın genel çerçevesi içinde, "Ben yetersizim"
şeklindeki bir kalıp düşünce/temel inanç, ana inançlara, ara inançlar ise "Ben
bu sınavdan geçemem" şeklindeki otomatik düşünceye yol açar, sıkıntı yaratır.
Duygularımızı ve davranışlarımızı
ortaya çıkaran şey, dış faktörler değil,
zihnimizin bir köşesine kaydetmiş olduğumuz
kalıp düşüncelerdir.
Sıkıntı yaratan kalıp düşüncelere birkaç örnek:
"Herkes bana iyi ve kibar davranmalıdır."
"Her zaman her işte başarılı olmalıyım; kusursuz olmalıyım."
"Hayat bana istediklerimi hemen vermeli, istemediklerimi
vermemeli."
Yukarıdaki cümlelerden üçüncüsü, belki ilk ikisini de
kapsıyor. Üçüncü cümlede, dünya ve onun bir parçası olan
toplum, bana benim istediğim gibi davransın talebi var.
Şüphesiz bu ben-merkezci bir tavır ve gerçekçi değil.
"Hayat bana istediklerimi tam olarak vermeli"
düşüncesinin akılcı olmadığı ve bu düşüncenin
duygularımızı ve davranışlarımızı nasıl etkilediği, son
yıllarda Albert Ellis tarafından ortaya atılmış, incelenmiş.
Ancak bundan yüzyıllar öncesinde insanlar Ellis'in
görüşüne paralel sayılabilecek görüşler ileri sürmüşler.
Örneğin Epiktetos, "Olaylar önemli değildir; asıl onları
algılama şeklimiz önemlidir" demiş. Epiktetos'un bu
görüşü, Bilişsel Davranışçı Yaklaşımı özetlemektedir.
Akılcı olmayan düşüncelerimizi, mükemmeliyetçiliğimizi
-biraz da açgözlülüğü- irdeleyen, eleştiren bir Bektaşi
fıkrası var. Şöyle:
Bektaşi'nin Altınları
Bektaşi'nin biri bir gün "Tanrım, bana gökten yüz altın at. Bak
ama, doksan dokuz olsa kabul etmem" demiş.
Tanrıdan yüz altın isteyen, aşağısına razı olmayan Bektaşi, bir
anlamda, "Hayat bana istediklerimi hemen vermeli,
istemediklerimi vermemeli" demektedir.
Söz konusu akılcı olmayan düşünceye ilişkin bir de
Erzurum hikâyesi var. Önce hikâyeye bakalım, sonra da
yorumlayalım.
Hem Şoför Mehelli, Hem Beş Kuruş
Rivayete göre, 1940'larda geçmiş bir olay: O zamanlar
taşımacılık kamyonla yapılıyor. Bir kamyon yolcularını
yüklenirken Erzurum yakınlarındaki Köprüköy'e gidecek bir
yolcu gelir. Şoför ile yolcu arasında şu konuşma geçer:
Yolcu: "Dadaş, hele beni bir Köprüköy'e götür. " Şoför: "He
geç."
Yolcu: "Kurban, kamyonun üzerine binmeyeyim, sovuktur,
rüzgârdır; şoför mehelline oturayım."
Şoför: "Tamam geç."
Yolcu: "Şoför mehelli kaç kuruştur?"
Şoför: "Yirmi beş kuruş."
Yolcu: "Ben beş kuruş versem olmaz mı?"
Şoför: "Dadaş, hem şoför mehelli hem Körpüköy hem beş
kuruş; bu nasıl iş?"
Galiba pek çoğumuz, -belki de hepimiz- Bektaşi gibi
hayattan yüz altın istiyoruz. Veya dadaş gibi, hayat bizi
şoför mahallinde, Köprüköy'e beş kuruşa götürsün
istiyoruz. Bu istediğimiz olmadığında da küçük aksiliklere
esef ediyoruz, öfkeleniyoruz. Yüz altın sendromu
yüzünden hem kendimizi hem çevremizi huzursuz
ediyoruz. Şu örneklere ne dersiniz?
Diyelim Anahtarınızı Unuttunuz
Diyelim bir sabah evden çıktınız ve anahtarı evde
unuttuğunuzu fark ettiniz. Üç kat merdiven çıkıp anahtarı
alacaksınız. Bu durumu olgunlukla kabullenir misiniz,
yoksa kendinize esaslı miktarda kızar mısınız? Sanırım
çoğunluk, "Allah beni kahretsin, Allah benim belamı
versin" diye söylene söylene çıkıyor merdivenleri.
Niçin kızıyorsunuz kendinize? Bugüne kadar pek çok defa
anahtarlı çıktınız evden; bu başarınızdan ötürü hiç
kendinizi kutladınız mı? Hayır. Doğru şeyler yaptığımız
zaman kendimizi kutlamayız, hatalı bir şey yapınca
kızarız. Niçin? Bunun nedeni hayattan yüz altın
beklememiz olmalı.
Diyelim Öğrencisiniz
Diyelim öğrenciyiz, bize iyi bir gelecek sağlamaya katkısı
olacak diye lisede veya üniversitede okuyoruz. Hem
okuyoruz hem de durmadan derslerin ağırlığından,
sınavların sıklığından şikayet ediyoruz. Hiç okumasak
sıkıntı da olmaz ama iyi bir gelecek umudu da suya düşer.
Yani hem sıkıntıya girmeyeceğimiz bir öğrencilik
yaşamımız hem de iyi bir geleceğimiz olsun istiyoruz.
Farkında olmadan hem şoför mahallinde oturmak hem beş
kuruş ödemek istiyoruz. Ne yazık ki bu kadar cömert bir
dünyamız yok. Pratikte fazla cömert olmayan dünyayı,
çok cömert hale getirmek istediğimizde kopya çekeriz. Bu
durumda hem şoför mahalli hem beş kuruş olur. Ama ne
yazık ki kopya, dürüst bir yol olmadığı gibi uzun vadede
kârlı da değildir.
Diyelim Bir İşyerinde
Çalışıyorsunuz
Bazı iş yerlerinde patron asgari ücreti, maksimum
performansı, çalışanlar ise asgari performansı, maksimum
ücreti tercih ediyor. Sonuçta iki taraf da yüz altın'cı
oluyor.
Diyelim bir işyerinde çok yoğun çalıyoruz. Ama bunun
karşılığında da iyi sayılabilecek bir ücret alıyoruz, üstelik
kendimizi geliştirmemiz, gerçekleştirmemiz de mümkün
oluyor. Buna rağmen zaman zaman tablonun genelini
unutup çok çalışmaktan yakınıyoruz. Daha az ücrete daha
az çalışmayı gerektiren bir iş bulabiliriz; ama bunu asla
istemeyiz. Yine, hayattan, istediklerimizi tam olarak
vermesini, istemediklerimizi vermemesini, her şeyin
kusursuz olmasını istedik demektir. Diğer bir ifadeyle,
hem şoför mahalli hem beş kuruş. Ne yazık ki ikisi bir
arada olmuyor. Aslında, hem az çalışmak hem de çok
kazanmak mümkündür. Bunun yollarından birisi
üçkağıtçılık, hortumculuktur. Bunları yaptığınızda, hem
şoför mahalli hem beş kuruş olur. Olur da, dürüst olmaz;
uzun vadede kârlı olmaz. Torunlarınıza kötü bir miras,
üçkağıtçı bir dünya bırakmış olursunuz.
Hem iyi ücret alayım hem az çalışayım gerçekçi değil.
Ancak bunun tersi bir durum varsa ve siz yakınıyorsanız,
gerçekçi düşünmediğinizi söyleyemeyiz. Örneğin bir
patron, nasıl olsa piyasada iş az, eli mahkum diye düşünüp
asgari ücretin altında bir ücretle sizi günde sekiz saatin
çok üzerinde çalıştırır, bu arada sigortanızı da yaptırmazsa
ve siz de bu durumdan sızlanırsanız, gerçekçi
düşünüyorsunuz demektir. Bu patronunuzun ayıbıdır.
Patronunuz kısa vadeli kârdadır; ancak torunlarına
haksızlığın, ahlaksızlığın arttığı bir dünya bırakacaktır.
Torunlarının aynı sömürüye uğramayacağını kim garanti
edebilir?
Diyelim işyerinizde bir hatanız oldu; herkes fark etti.
Günlerce üzülür müsünüz? "Evet" dediğinizi duyar
gibiyim. Peki bu hataya eşit bir başarınız oldu. Günlerce
mi sevinirsiniz, yoksa daha kısa bir süre mi? Eğer "evet"
derseniz, demektir ki, yine kusursuz davranmayı, hayatın
size kusursuzu vermesini istiyorsunuz.
Birkaç defa cerrahlar ameliyatta hastanın karnında makas,
gazlı bez bırakmıştır. Bu kamuoyuna çok ilginç gelir,
yıllarca söylenir. Ama aynı hekimler, her gün binlerce
hayatı kurtarır, binlerce kişiyi ölümün kıyısından
döndürür; bu ilginç gelmez. Bir eksi fark edilir, 9999 artı
fark edilmez. Sanırım bu da bir yüz altın sendromu.
İşyerinde patronlar, amirler, elemanlarının binlerce
artısını, gayretini görmezler de bir tek hataları olduğunda
ortaya çıkıverirler. Çünkü yüz altın isterler, kusursuzluk
isterler.
"Peki patron hiç mi eleştirmesin?" diyebilirsiniz. Hiç
eleştirmesin veya siz kendi kendinizi hiç eleştirmeyin
demiyorum. Hatamız olunca birbirimizi eleştirelim ama
olumlu davranışlarımızı da vurgulayalım, övelim. Kendi
kendimizi de gerektiğinde eleştirelim, davranışlarımızdan
geribildirimler çıkaralım; ama olumlu davranışlarımızı da
fark edelim, onlarla gurur duyalım. Marifet iltifata tâbidir.
Çevremizdekilere çiçek atalım; arada bir de kendimize
atalım.
Hatamız olunca birbirimizi eleştirelim ama olumlu
davranışlarımızı da vurgulayalım, övelim.
İş stresi herkesi rahatsız eder. Bu stresi tamamen yok
etmenin bir yolu vardır. Gayet basit: İstifa etmek. Eğer
istifa ederseniz, bazı açılardan çok rahatlarsınız. Ancak
parasız kalırsınız. Bu dünyada hem şoför mahalli hem beş
kuruş yok. Kamyonun üzeri beş kuruştur ama soğuktur.
Şoför mahalli yirmi beş kuruştur ama sıcaktır.
Diyelim Evlisiniz
Evlerimizde de yüz altın bekliyoruz. Eşler birbirlerinden
kusursuzluk bekliyorlar, dört dörtlük eş, dört dörtlük hayat
istiyorlar. Hayat bana istediklerimi tam versin istiyorlar.
Örneğin kadın, hem eşinin akşam belli bir saatte
gelmesini, mesaiye kalmamasını, tatillerde çalışmamasını,
ama aynı anda da mevcut yaşam standartlarını aynen
sürdürmek ister. Veya bir erkek aynı şeyleri karısından
ister. Bu iki istek bir arada nasıl olur? Bir insanın hem az
çalışması hem çok kazanması oldukça zordur. (Aynı anda
dürüst olmak istediğimizde iyice zordur.) Bir insan
ailesine daha fazla zaman ayırmak için fazla çalışmaktan
ve fazla kazanmaktan vazgeçebilir. Ama bunların üçünü
birden istemesi, kendini ve dünyayı zorlamak anlamına
gelir; yüz altın istemek anlamına gelir.
Erkekler de eşlerinden yüz altınlık, kusursuz bir gayret
bekliyorlar. Sözgelişi erkek açıkça söylüyor, açıkça
söylemese bile davranışlarıyla şöylesine bir tablo
sergiliyor: Eşi (yani kadın) para kazandığı bir işte çalışsın
istiyor. Olabilir. Kadın aynı zamanda akşam kendisinden
önce eve gelsin, çocuklarıyla ilgilensin, onların ödevlerini
yaptırsın, yedirip içirip yatırsın istiyor. Olabilir. Erkek
aynı zamanda, kendisi geç gelse bile sofra hazır, çorba
dudak kıvamında/hemen içilebilir sıcaklıkta beklesin
istiyor. Bu da olabilir. Erkek bir şey daha istiyor; gecenin
bir yarısı karısı kapıyı açtığında sabahlıklı, gecelikli
olmasın, şöyle bir güzel giyinmiş olsun istiyor. Hadi bu da
olabilir. Ancak erkek bir şey daha istiyor, "Karım kapıyı
açtığında, saat kaç olursa olsun güler yüzlü olsun" diyor.
İşte bu olamaz. Dört başı mağrur olamaz; hem şoför
mahalli hem beş kuruş olamaz; kadından ille de yüz
altınlık davranması istenemez. Gün boyu yüzün doksan
dokuzunu yerine getirmiş kadının, bir tane de eksiği
olmasını kabullenmek gerekli; onun yüzünü asmasını,
serzenişte bulunmasını hoş görmek gerekli. (Şüphesiz
kadın da, söylenmeyi veya sızlanmayı abartmamalı. Eğer
abartırsa, bu kez de o erkekten yüz altınlık bir gayret
beklemiş olur.)
Eşimizden yüz altın beklemeyelim. Ama eğer yüzüncü
altın yok diye, yani eşimiz bize kusursuz davranmıyor
diye canımız sıkılırsa, bu durumda bu beklentimizi oturup
konuşalım. Sözgelişi, ev dışında da çalışan, evi--çocukları
çekip çeviren bir kadın akşam eşi geç geldi diye yüzünü
asarsa, bundan rahatsız olan kocası, ortam uygun ise o an,
değilse daha sonra bu olayı gündeme getirmeli,
rahatsızlığını belirtmeli.
Evlilik Yıldönümlerini Unutan
Erkekler
Nice ailede erkeğin evlilik yıldönümünü, eşinin doğum
gününü unutması ciddi sorun yaratıyor. Evet bir erkek
diyelim eşinin doğum gününü unuttu. Yıl içindeki önemli
bir günü unuttu. Ama aynı erkek bir yılda 364 gün işi için,
evi için çalıştı, çabaladı. Bu erkeğe o 364 gün için
teşekkür edilmemiştir, ama o bir gün için esef edilir. Yine
bir yüz altın beklentisi.
Özel bir günü unutan bir erkeğe eşi, kızmak yerine şöyle
dese nasıl olur: "Sağ ol, 364 gün evini, beni hatırladın,
bizler için çalıştın. Ancak evlilik yıldönümümüzü unuttun.
Seneye dilerim 364'ü 365 yaparsın."
Ya da son ana kadar bekleyip eşinizin evlilik yıldönümünü
unuttuğu kesinleştikten sonra söylenmek yerine, bir gün
önceden hatırlatabilirsiniz. Bakınız artık polisler
"Radar var!" diye tabela koyup önceden uyarıyorlar. Siz
de peşin peşin uyarabilirsiniz.
(Not: Erkekler "Evlilik yıldönümümüzü unuttun" diye
söylenmezler. Çünkü kendileri hatırlamazlar.)

13
KUSURSUZLUĞU
ARAMANIN BEDELİ
Bir önceki bölümde sözü edilen, "Hayat bana istediklerimi
tam olarak versin, istemediğimi vermesin" düşüncesi
gerçekçi değildir. Hayat, içinde çelişkileri de barındırır.
Oysa biz çelişki sevmeyiz, çelişkilerden arındırılmış,
kılçıkları ayıklanmış bir hayat isteriz. Bu gerçekçi
değildir. Kusursuzluğu aramanın bedeli ağırdır.
Kusursuzu, kusursuzluğu aramak bize pahalıya mal
olabilir.
Kusursuzluğu aradığımızda, elde edemediğimiz tek şey
yüzünden, elimizde bulunmakta olan pek çok şeyi
kaybedebiliriz. Yüz altında direnmek, eldeki doksan dokuz
altını tehlikeye düşürebilir. En azından, yüzüncü gelmedi
diye elimizdeki doksan dokuz altının tadını çıkaramayız.
İşte bu yüzden kusursuzluğu aramanın bedeli ağırdır.
"Bir lokma, bir hırka" önerisinde bulunmuyoruz şüphesiz.
Ancak, doksan lokmanız, elli de hırkanız varsa ve hâlâ
mutsuz dolaşıyorsanız, bunun gerçekçi olmadığını, bir
psikologa, bir psikiyatriste gitmenizin iyi olabileceğini
söylüyoruz. (Yaşamımızdan hoşnut olmak, gelişmemize
engel değildir. Bir çocuğu hem sevip hem onun
gelişmesini ister gibi, hem hayatınızdan hoşnut olup hem
onu daha da iyiye götürmeye çabalayabilirsiniz. Bu konu
"Varolmak, Gelişmek, Uzlaşmak" adlı kitabımda ele
alınmıştı.)
Kusursuzluğu aramakla ilgili bir Erzurum hikâyesi:
Çaysız Düğün Yemeği
Erzurumlu bir kadın İstanbul'a yerleşmiş, bir düğün yemeğine
davet etmişler, gitmiş. Sofra çok zenginmiş; çorbadan
dolmaya, tuzludan tatlıya her şey varmış. Ancak İstanbul'da
adet olmadığı için yemekten sonra çay vermemişler. Bizimki,
yemekten sonra çay içmeye alışık olduğu için, düğün
çıkışında, pek çoğunun yaptığı bir şeyi yapmış, dedikodu
etmiş. "Vıyh baba çıha, bir çay itmediler ki yediğimizi sindirek"
demiş.
Ben, babam tarafından Erzurumluyum; Erzurumlu
hemşehrilerim alınmasınlar. Erzurumlu kadının yaptığını
aslında hepimiz yapıyoruz. Düğün yemeklerinden sonra
dedikodu etmesek içimize sinmiyor; adeta yemeği içimize
sindiremiyoruz. Ve bir eksi yüzünden doksan dokuz
artının değeri gözümüzde siliniveriyor. Örneğin, eşimizin
bin tane güzelliği vardır, sesimizi çıkarmayız, bir eksik
gördük mü kıyametleri koparırız. Binlerce güzel anımız
olan bir arkadaşımız için, "Bir davranışını gördüm, çizdim
üstünü; notunu verdim" deriz.
Yerine göre, sahip olduğumuz değerlere aykırı olan
karşımızdaki kişiye ait küçük bir davranışı, büyük/önemli
diye algılamaya elbette hakkımız var. Ama günlük
yaşamda her şey sürekli olarak sahip olduğumuz değerleri
tehdit mi ediyor? Yoksa, bazı küçük davranışlar, içimizde
bilmediğimiz bir yerlere dokunduğu için mi gereğinden
fazla öfkeli, kırılgan, kırıcı davranıyoruz?
İnsan, kusursuzluğu istiyor; yüz altın istiyor; her şeyi
birlikte istiyor. İyi de, her şey'in içinde zıtlıklar da vardır.
Her şey'e talip olan insan, dolayısıyla zıtlıklara da talip
olmuş oluyor. Ama aynı zamanda zıtlıkları sevmiyor,
tutarlılık istiyor. (Bu bir çelişkidir; insanın çelişki
yaşamaya da hakkı vardır.)
Yaşama tümüyle talip olan, ancak yaşamın içindeki
eksileri, ikilemleri ayıklamaya çalışan insan ikileme
giriyor, çoğunlukla da zorlanıyor, acı çekiyor. Bu konuda
bir şiirimi paylaşmak istiyorum:
PAZARCI
Dürüst olmak istiyorsun ve zengin olmak
istiyorsun;
satmak istiyorsun, saklamak istiyorsun.
Seni sevsinler istiyorsun ve erkek olmak
istiyorsun;
ağlamak istiyorsun, görmesinler istiyorsun.
İşin zor be pazarcı,
kimbilir daha neler istiyorsun.
Ekim 2002
Kusursuzluğu/mükemmeli istemek, zorlayıcı olmanın yanı
sıra, galiba imkânsız da. Sürekli değişen, gelişen, bir
ırmak gibi akıp giden yaşamda, sürekli kusursuzluk
istemek, gelişmekten vazgeçmek anlamına gelir. Özel
yaşamınızda veya işinizde, varsayalım ki kusursuzluğa
ulaştınız. Bu, artık bir anlamda gelişmeyeceksiniz
demektir. Oysa değişmek, gelişmek kaçınılmazdır.
Kusursuzluk sanal bir şey. Eğer sürekli gelişiyorsak, bir
önce yaptığımızın kusursuz olması mümkün değildir. Bu
yüzden, kusursuza talip olmak yerine, bir "öncekine göre
daha iyiye" talip olmak daha gerçekçi gözüküyor.
Eğer sürekli gelişiyorsak,
bir önce yaptığımızın kusursuz olması
mümkün değildir.
14
MARİFET İLTİFATA
TÂBİDİR
Dilimizde, dünden gelen birtakım atasözleri var. Bugün
bunlardan bazılarını hâlâ beğeniyoruz, bugünkü
bilgilerimize uygun buluyoruz, bazılarını ise
beğenmiyoruz*. Örneğin "Kızını dövmeyen dizini döver"
sözü, eğitim psikolojisi kapsamındaki günümüz
bilgileriyle bağdaşmıyor, tedavülden kalkmış gözüküyor.
Ancak bazı atasözleri hâlâ geçerli. Bunlardan birisi şu:
"Marifet iltifata tâbidir."
"Marifet iltifata tâbidir" sözü, bir insanda bir beceri
geliştirmek istediğimizde, o insana iltifat etmek
gerektiğini belirtiyor. Bu söz, psikolojideki edimsel
(operant) şartlama yaklaşımını adeta özetlemektedir.
* Eğer dünyadaki bütün dillerde söylenmiş bütün atasözlerini gözden
geçirecek olsak, sanırım hemen her konuda, birbirinin zıttı nitelikte atasözü
bulabilirsiniz. Kültürler ve zamanlar arasındaki farklılıklar, atasözlerine de
yansımış olsa gerek.
Edimsel şartlama kısaca şu: Bir insan veya hayvan, belirli
bir uyarıcı karşısında bir davranış sergilediğinde, eğer bir
pekiştireç elde ederse -örneğin bir yiyecek veya aferin
alırsa- gelecekte aynı davranışı sergileme ihtimali artar.
Köpeğiniz, adını söylediğinizde yanınıza gelse, siz de ona
yiyecek verseniz -veya yalnızca sevseniz-, ilerde adını
söylediğinizde yanınıza gelme ihtimali yükselir. Ya da
diyelim ki bir çocuk eline bir kitap aldı ve resimlerine
bakmaya başladı; siz ona "aferin" derseniz, gelecekte
çocuğun aynı davranışı tekrarlama ihtimali artar.
Kısacası siz, hayvanlara veya insanlara, bir şekilde iltifat
ederseniz (yiyecekle veya aferin vererek iltifat ederseniz),
onların kendilerine özgü marifetler/beceriler edinmelerine
katkıda bulunmuş olursunuz.
(Bu noktada şunu belirtmekte yarar var: Edimsel
şartlamada, dış kaynaklı/güdümlü bir öğrenme, daha
doğrusu bir "öğretme" söz konusudur. Çocuğun yaşı
büyüdükçe, dışarıdan verilen
geribildirimlerin/pekiştireçlerin yerini iç kaynaklı aferinler
almalıdır. Örneğin bir genç, birileri ona "aferin" dediği
için değil, başarmaktan haz duyduğu için çalışmalıdır.
Ancak çocuklar büyüdüklerinde, dışarıdan verilen
aferinler, azalarak da olsa devam etmelidir. Yetişkinlerin
de, ara ara da olsa aferin'e ihtiyaçları vardır.)
Marifet iltifata tâbidir sözü, geleneksel kültürümüzün
sezgi gücünü sergiliyor. Gerçi somut--soyut (yani yiyecek
vererek veya överek) iltifat etmek, bir beceri geliştirmede
tek yol değildir, insanlar hatta hayvanlar, model alma veya
keşfetme yoluyla da öğrenirler. Ancak pekiştireç
verme/iltifat etme de öğretmede önemli bir yoldur.
Okulda aferin, evlilikte iltifatın her türlüsü, işyerinde paraövgü,
sokakta teşekkür, insanların gelişmelerine, mutlu
olmalarına yol açar.
Bilime, Sanata, Spora İltifat
Kişiler iltifat yoluyla gelişebilirler; aynı zamanda
çevrelerine iltifat ederek veya etmeyerek çevrelerini
şekillendirirler. İbn-i Sina "Bilim ve sanat iltifat görmediği
ülkeyi terk eder" demiş.
Eğer bilime, sanata iltifat ederseniz bunları geliştirirsiniz.
Doğaya iltifat ederseniz, doğal yaşamı korursunuz. Ava
iltifat ederseniz, doğal yaşamı zedeleyebilirsiniz.
Spora iltifat ederseniz sporu geliştirirsiniz. Gördüğüm
kadarıyla toplum olarak spora yeni yeni iltifat etmeye
başladık. Ben ilkokuldayken, resim, müzik, beden eğitimi
derslerinde çoğunlukla matematik yapardık. Günümüzde
artık böyle değil; resim dersinde resim yapılıyor. Ancak
yine de toplumca, futbol dışındaki sporlara yeterince ilgi
göstermediğimizi düşünüyorum. Halen okullarımızda veli-
-öğretmen görüşmelerinde fizik, matematik
öğretmenlerinin kapısında kuyruklar oluşuyor da, ne
hikmetse resim, müzik öğretmenlerinin kapılarında
kuyruklar oluşmuyor.
Benim ülkem ne zaman ki resim, müzik, beden eğitimi
öğretmenlerinin
kapısında kuyruk olacak,
biz o zaman resimde, müzikte, sporda ve
bunların etkisiyle bilimde daha başarılı olacağız.
Arazi Olmaya Değil, Araziye İltifat
Etmeli
Neye iltifat ederseniz ona müstahak olursunuz (onu hak
edersiniz). Ülkemize şöyle bir bakınız; insanımız arazisine
değil, arazi olmaya iltifat ediyor. Şöyle:
Askere giden gençlere, yarı şaka yarı ciddi "Aklın varsa
askerde arazi olacaksın" diye öğüt verirler. Genç de tutar,
arazi olmaya, ortalarda gözükmemeye çalışır. Bazı
işyerlerinde insanlar, adı resmen konmasa da arazi olmaya
çalışırlar. Yeni evlenen erkeklere, tecrübeli erkeklerin yarı
şaka yarı ciddi bir önerisi vardır: 'Yardım ediyorum diye
mutfağa gir, karının bardaklarını kaza süsü vererek kır;
seni bir daha mutfağa sokmaz. " Yani mutfakta da arazi
olmasını öğütlerler. Eh, artık herhalde ülkede de arazi ol,
etliye, sütlüye karışma, bana dokunmayan yılan bin
yaşasın de! Bu kadar arazi olmak da kötü. Çünkü, bugün
arazi olan yarın arazisiz kalır.
Bugün arazi olan yarın arazisiz kalır.
Arazi olmayın, arazinize sarılın.
Eğer siz toprağa iltifat ederseniz,
toprak da size eder.
Benim vatandaşım, üreterek kazanmak yerine toprağını
satarak kazanmayı tercih ediyor. Bu yıllardır böyle.
Kıyılardaki zeytinlikleri, narenciye bahçelerini sattı,
içerlerdeki buğday tarlalarını sattı benim vatandaşım.
Zeytin, buğday üreterek kazanmak yerine, topraklarını
satıp şehirde bir apartman dairesi almayı tercih ediyor.
Elinde kalan beş--on milyar parayla hayat boyu geçinirim
sanıyor. Oysa hazıra dağlar dayanmaz. (Vatandaşımın
satarak kazanma tercihinde yanlışlık olabilir; ancak onu
bugüne getiren şartlarda da yanlışlıklar var. Sözgelişi, eğer
kırsal kesimdeki yaşam şartlan onu tatmin etseydi,
üreterek kazanmayı tercih edebilirdi. Eğer köy enstitüleri
kapatılmamış olsaydı, köyünde oturup üreterek kazanmaya
iltifat edebilirdi.)
Yanlış İltifat, Yanlış Beceri
("Benim oğlan pek zeki... ")
Edimsel şartlamada "tesadüfi pekiştirme" denilen bir olay
vardır. Gelişigüzel verilen ödüller, hedeflenmeyen
davranışların ortaya çıkmasına yol açabilir. Tasmasından
tutmuş, köpeğinizi gezdirmektesiniz diyelim. Koşmaya
başladığında, onu yavaşlatmak amacıyla 'Yavaş!" diyerek
tutup severseniz, farkında olmadan, koşmamasını değil,
koşmasını pekiştirmiş olabilirsiniz. Gelecekte, siz "Yavaş"
dediğinizde koşma ihtimali artacaktır.
Bazen bir çocuk elini ağzına sokar, ana babası "Sokma"
diyerek elini tutar, onu kucağına alır. Ana babanın bu
davranışı, çocuk için ilgi görmek anlamına gelir; bu ilgiyi
sürdürmek amacıyla elini ağzına sokmaya devam eder.
Böylece çocuğun elini ağzına sokmaması değil, sokması
pekiştirilmiş olur. Tesadüfi pekiştirme sayabileceğimiz bu
olayda, yanlış iltifat, istenmeyen bir davranışın ortaya
çıkmasına yol açmıştır.
Yerinde kullanılmayan iltifatlar yersiz marifetlere yol
açabilir. Bu konuda bir örnek:
Nice baba oğluyla iftihar ederken, oğlunun dinlediğini fark
etmeksizin birilerine, "Bu oğlan çok zeki; sınıfta
öğretmeni bir dinler, hemen kapar; artık bir daha kitabı
okuması gerekmez" der. Bu konuşmaya kulak misafiri
olan oğlanlar galiba şu sonucu çıkarıyorlar: "Ben zekiyim
(babam öyle diyor), öğretmeni bir dinleyip hemen
kapıyorum, artık bir daha okumam gerekmiyor. Benim
kadar zeki olmayanların, aptalların, ineklerin, harıl harıl
okumaları gerekebilir. Ama çok şükür ben zekiyim. " İşte
bilinçsizce pekiştirme sonucunda ortaya çıkan bir yargı:
"Ben zekiyim; okumam şart değil!."
Baba çocukta böyle bir yargı oluşturmayı hedeflememişti.
Ancak bu yargı ve bunun devamı olarak çıkacak
"okumama davranışı" çocuğu hayatı boyunca etkileyebilir.
(Burada babanın bir hatası daha var. O da şu: "Zeka eşittir
ezberleme becerisi" sanıyor. Oysa, yeni bilgileri
keşfetmek/ üretmek de en az ezberlemek kadar, belki
ondan fazla zeka belirtisidir.)
Ailede İltifat/-sızlık
Aile üyeleri birbirlerine iltifat etmeli. Karı koca
birbirlerine zaman zaman iltifat etmeli. Kadın ve erkek, o
güne kadar eşinden aldığı güzel şeylerin ne olduğunu
söylemeli. Sözgelişi "Bana güven verdin" veya "Bunca yıl
evimizin rızkını çıkardın" ya da "Seninle birlikte olmak
keyifli; senin yanında kendimi rahat
hissettim/hissediyorum" demeli. Eşimizin, mutlaka bizi
rahatsız eden davranışları vardır; bunları söyleyelim. Ama
lütfen, onun bizi olumlu yönde etkileyen geçmişe veya şu
ana ait olumlu duygularını, düşüncelerini, davranışlarını
da dile getirelim, insanlar, birbirlerinin
eksilerini/eksiklerini yakalamak için gözlerini dört açarlar
da, artılarını, olumlu yanlarını yakalamak için aynı dikkati
göstermezler.
Bugüne kadar köyde, kentte nice ailenin sofrasına konuk
oldum. Bir kısmı akrabalarımdı, bir kısmı dostlarım. Aile
üyeleri, çocuklar, babalar, zaman zaman evin annesine
yemeklerde gördükleri eksikleri söylediler, şunun tuzu
çok, bu biraz daha pişmeliydi dediler de, şöyle bir yürek
dolusu, "Ellerine sağlık, pek güzel olmuş" denildiğini az
duydum. Lokantalarda, yemekte bir eksik gören kimi
müşteri, aşçıya iletilmesi amacıyla bu durumu garsona
söyler. Ancak, başarısı için aşçıyı kutladığını söyleyen çok
az kişi gördüm.
Konferanslarımda izleyicilere bazen, "Tipik bir baba,
çocuklarına duygularını ifade eder mi?" diye soruyorum.
Gurup hep bir ağızdan -bazen yüzlerce kişi- "Etmez" diye
cevap veriyor. O zaman, "Arkadaşlar, olumsuz yanlarını
ifade eder, olumlu yanlarını ifade etmez" diyorum.
Gülüyorlar. Bazen de şöyle devam ediyorum: "Bir baba
için sövmek kolay, övmek zordur."
Peki niçin böyle? Niçin çevremizdekilere olumsuz
eleştirileri rahatça yöneltiyoruz da olumluları
yöneltemiyoruz? Bu konuda pek çok yorum yapılabilir.
Şüphesiz konunun tarihsel, kültürel, sosyolojik nedenleri
var. Belki olumluyu söylediğimizde, eski bir alışkanlıkla
nazar değeceğinden korkuyoruz. Belki olumsuzu
söylemek, öfkeli bir avcı davranışı ve bu davranış
toplumda prim yapıyor, statüyü yükseltiyor ve eleştiren
kendisini güçlü hissediyor. Bu ve bunlara benzer derin
yorumlar yapılabilir; ancak konunun basit yorumlarından
birisi şu:
İnsanlar olumsuz eleştiride bulunmayı
birbirlerinden öğreniyorlar, özellikle bu konuda
büyüklerini model alıyorlar.
Eğer böyleyse, bu konuda yeni bir öğrenme
gerçekleştirmek, olumluyu söylemeyi alışkanlık haline
getirmek mümkündür. Bu yeni öğrenme sürecinde ilk
adım, olumsuzları söylemeyi alışkanlık haline
getirdiğimizi fark etmek olmalıdır.
Aile içinde yakınlarımızın sürekli eksiklerini,
istemediğimiz davranışlarını gözleyip söyleyebiliriz. Ama
bunun yanı sıra onların güzel davranışlarını da gözleyip
söyleyebiliriz. Sözgelişi kayınvalidenizin, size göre pek
çok olumsuz davranışı bulunabilir; ama onun en az iki de
olumlu özelliği vardır. Bir, eşinizi doğurmuş ve
büyütmüştür. İki, çocuklarınızın
anneannesi/babaannesi'dir. Bunu hiç düşündünüz mü?
Kayınvalidenizin birtakım eksileri bulunabilir;
ama en az iki de artısı vardır: Eşinizi doğurmuştur ve
çocuklarınızın ninesidir.
Ailelerde kavgalar da olur, şirinlikler de. Aradan yıllar
geçtiğinde hatırlananlar, hatırlanmak istenenler genellikle
güzelliklerdir, iltifatlardır. Annem ile babam arada
tartışırlardı, kavga ederlerdi; ama birbirlerine sevgiyle
seslendikleri de olurdu, muhabbetleri de çoktu. Şimdi
çocukluğuma dönüp baktığımda kavgalarını, kavga
ederken birbirlerine ne söylediklerini hiç hatırlamıyorum.
Yalnızca birbirlerine söyledikleri güzel sözler kalmış
hatırımda. Birbirlerine Sabahat'cığım, Salih'ciğim
demelerini hatırlıyorum, bir de babamın banyodan çıkma
törenini. Televizyonda paylaştım, okuyucularımla da
paylaşmak isterim.
Kubbemde Baki Kalan: Babamın Banyodan
Çıkma Töreni
Çocukluk anılarım arasında annemin banyodan nasıl çıktığına
ilişkin bir resim yoktur; çünkü törensizdi. Babamın banyodan
çıkışları ise bugünkü gibi aklımdadır, çünkü babamın
banyodan her çıkışında küçük çaplı bir tören yapılırdı
evimizde. Aksıranlara "Çok yaşa" denmesi gibi alışkanlık
haline gelmiş, annemle babamın yıllarca bıkmadan
usanmadan ciddiyetle sergiledikleri bir törendi bu. Babam
yıkanır, kurulanır, giyinir, banyonun eşiğinde durup "Ceee!"
diyen çocuklar gibi "Çıktım açıklara!" diye bağırırdı. Annem de
ona her seferinde aynı ciddiyet, aynı sevecenlikle "Canım
benim, sıhhatler olsun" diye karşılık verirdi. Bunları dediler de
ne oldu? Çok iyi oldu. İyi ki öyle dediler; iyi ki öyle seslendiler.
Bu şirin tören, bu rutin, tarih boyunca evimizde
tekrarlanmayacaktır. Çünkü artık babam hayatta değil. Bu
kubbede baki kalan, gerçekten hoş sadalardır. Zihnimde,
kubbemde baki kalan, onların birbirlerine sevecenlikle
söyledikleri o hoş sözlerdir. Kavga ettikleri zaman birbirlerine
ne söylediklerini gerçekten hatırlamıyorum. Sevgi sözcüklerini
hatırlıyorum, üstelik hasretle hatırlıyorum.
Sizler sevgili okuyucularım, bugün evlerinizde bağırıp
çağırıyor olabilirsiniz. Sanırım aradan kırk yıl geçtiği zaman,
çocuklarınız bağırmalarınızı, itip kakmalarınızı hasretle
hatırlamayacaklardır. Aradan kırk yıl geçtiği zaman
çocuklarınız, güzel geçmiş bir bayram gününü, keyifli bir
pazarı hasretle hatırlayacaklardır. Baki kalacak şey, sizin güzel
sözleriniz olacaktır.
İşyerlerinde elemanlarınıza bağırıp çağırmalarınızı yıllar sonra
kimse hasretle hatırlamayacaktır. Hasretle hatırlayacakları şey,
bunaldıklarında yüreklendiren bir cümleniz, işe yeni
başladıklarında dostça sergilediğiniz bir tavır olacaktır.
Yarınlarda baki kalacak şey, bugünlerdeki hoş sadalardır.
İşyerinde İltifat/-sızlık
Çevreme bakıyorum, işyerlerinde birbirlerine iltifat
etmeyen insanlar görüyorum. Nice amir, elemanına doğru
yaptığı bir iş için teşekkür etmiyor, "Teşekküre ne gerek
var, bunu yapmak için para alıyor" diye düşünüyor. Hatta
bu düşüncesini dile getiriyor.
Gözlediğim kadarıyla amirler memurlara iltifat etmiyor,
memurlar da amirlere etmiyor. Amirin memura iltifat
etmesi adetten değildir. Kafalarda olan belki de şu: Eğer
amir memuruna iltifat ederse, amirin otoritesi sarsılabilir,
memur şımarabilir, yüz bulur zam ister, hiç olmadı izin
ister. Eğer memur amirine iltifat ederse, kafalarda klişe
hazırdır; amirine iltifat eden memur, yağcılıkla,
yalakalıkla, dalkavuklukla veya yöresel ifadelerimizden
birisi olan omolukla suçlanır.
Bütün bunlar gerçekçi mi, yoksa kafalarımızdaki gerçekçi
olmayan şemaların/şablonların mı ürünü? İşyerlerinde,
gerçekten amir ile memur arasında büyükçe bir mesafe mi
bulunmalı, yoksa bulunması gerekli doğal mesafeyi
abartıyor muyuz?
Sanırım amir ile memur arasındaki uzak durma problemi,
işyerlerine özgü değil, günlük yaşamımızın hemen her
alanında karşımıza çıkıyor. Örneğin babalar ile çocukları
arasında da benzeri kopukluğu yaygın olarak görmek
mümkün. Eskiye göre azalmakla birlikte halen sürüyor,
nice oğlan, kız babasına onunla gurur duyduğunu açıkça
söyleyemiyor, babasına iltifat edemiyor. Bırakın iltifatı,
babasıyla rahatlıkla konuşamıyor. Ve ne yazık ki nice
baba, oğlunu, kızını bağrına basıp şöyle bir dolu dolu
öpemiyor. Hadi işyerlerinde mesafeli duruş gerekli
diyelim. Evde de mi gerekli? Hadi diyelim memurun
amirini övmesi yağcılıktır. Aile içinde birbirimizi övmek
de mi yağcılık?
Hemen her ortamda insanlar arasındaki ilişkilerde -fiziksel
ve psikolojik anlamda- belirli bir mesafe gerekebilir.
Ancak bu mesafeyi, kişisel kaygılarımızdan ötürü
gereğinden büyük tuttuğumuzda, iletişimde sorunlar
ortaya çıkıyor, gerginliğimiz artıyor, hatta bunların
uzantısı olarak psikosomatik rahatsızlıklar beliriyor.
Eğer amirlerin memurları, gerektikçe, gerçekçi bir şekilde
övmeleri yaygın bir tavır olursa, o zaman insanların bunu
yadırgamaları, şımarmaları söz konusu olmaz. Ve eğer bir
amir kendine güveniyorsa, memurundan gelen hak ettiği
övgüleri yağcılık olarak algılamaz. (Kendilerine güvenleri
az olan kişiler, ne söylerseniz söyleyin yadırgarlar;
övseniz bile hayra yormazlar.) Hem birbirimize iyi
davranmak, birbirimizi yüreklendirmek hem de işimizi iyi
yapmak mümkündür.
Tarihten Bugüne İltifat/-sızlık
Bu konuda tarihten iki örnek sunmak istiyorum. Birincisi
gerçek, ikincisi rivayet.
Osmanlı'nın son dönemlerinde zengin bir adamın iftar
sofraları ün salmış. Bunu duyan padişah bir akşam
habersizce konuk gitmiş bu kişiye. Ev sahibi
telaşlanmamış. Sadece adamlarına, günlük takımlar yerine
altın-gümüş çatal bıçak koymalarını söylemiş. Padişah
bakmış, sofrada her şey mükemmel; yemekler güzel,
hizmet kusursuz. Yemeğin sonlarına doğru kristal hoşaf
kasesinin eğri olduğunu fark etmiş ve hemen bunu ev
sahibine söylemiş. "Çelebi, kaselerin eğridir" demiş. Ev
sahibi, "Hünkârım, kaseler buzdandır" diye karşılık
vermiş. Meğer hoşafı buzdan yapılmış kaselerde
sunmuşlar. (Böyle bir kasede hoşaf içmek ilginç ve keyifli
olsa gerek.) Padişah hatalı bir çıkış yaptığını düşünmüş,
canı sıkılmış.
Büyük ihtimalle padişah iftar için ev sahibine teşekkür
etmiştir. Ancak bunun yanı sıra, hepimizin pek çok zaman
yaptığımız bir şeyi yapmış, nice olumlu ayrıntıyı tek tek
vurgulamamış ama gördüğü olumsuz bir ayrıntının
alelacele altını çizip söyleyivermiş. Evlerde ve
işyerlerinde aynı tavrı sürekli sergilemiyor muyuz?
Övgüde, iltifatta mehter adımı gidiyoruz da,
olumsuzu söylemekte dörtnalayız.
Bir zamanlar padişahlar, vezirleri başarılı olduklarında,
kürkler giydirerek, hediyeler vererek onları
onurlandırırlardı. Ancak, bazen en ufak bir hataları üzerine
onları idam ettirirlerdi. Piri Reis'in gerek askeri gerekse
bilim alanında pek çok başarısı olmuştu; ancak seksen
yaşlarındayken bir seferdeki hatasından ötürü idam edildi.
Geçmişteki bu tavır, bence günümüzde de, biraz stilize
olmuş halde de olsa devam ediyor. Şöyle:
İnsanlar birbirlerine bakıyorlar, bir hata görüyorlar,
ardından da "Bir hatasını gördüm, çizdim üstünü abi; bir
davranışını gördüm notunu verdim, sıfır" diyorlar. Bunun
sonucunda da ya küsüyorlar ya da birilerini işten
atıveriyorlar. Veya gençliklerinde nice emeği geçmiş
çalışanlara, politikacılara yaşlandıklarında, onların son
hallerine bakıp "dinozor" diyorlar, onca hizmetlerini
unutuveriyorlar. Galiba tarih böyle tekerrür ediyor.
Rivayete göre bir sadrazam sade bir vatandaşla tavla
oynarmış. Oynarken zaman zaman oyun arkadaşına "Al
efendim, ver efendim, buyur efendim" dermiş. Bir
sadrazamın halktan birisine kibar davranmasını
yadırgayan bir yakını ona niçin böyle davrandığını
sormuş. Sadrazam, 'Ben arada padişahla da tavla, satranç
oynuyorum. Şimdi buna al ulan, ver ulan dersem, ağzım
alışır da bir gün ya padişaha da öyle dersem" diye cevap
vermiş. Sadrazam, vatandaşa endişesinden ötürü kibar
davranıyormuş. Her yerde, her zaman çevremizdekilere
kibar davranmalıyız. Biraz endişemizden ötürü, -bu
yetmez-, biraz da genelde insana olan saygımızdan ötürü
ağzımızı iyiye, güzele, iltifata alıştırmalıyız.
Çocuklarımıza kötü modeller sergilememek için,
birbirimizi kırmamak için.
Az İltifat, Az Marifet, Övgüden
Kaçınma, Eleştiriye Rağbet
Çevremize iki tür eleştiri yöneltebiliriz: Olumlu eleştiri,
olumsuz eleştiri.
Şimdi lütfen bir düşünür müsünüz? Evinizde, işyerinizde,
okulunuzda... çevrenizdeki insanlara, daha
çok olumlu eleştiri mi yöneltiyorsunuz, yoksa olumsuz
eleştiri mi?
Galiba çoğunluğumuz olumsuz eleştirileri daha fazla
yöneltiyoruz.
Her yaşta çevreden gelen mesajlara/geribildirimlere
ihtiyacımız vardır. Bu mesajlar olumlu veya olumsuz
olabilir. Hepsi davranışlarımıza yön verir; toplumda,
doğada yapılması ve yapılmaması gerekenler konusunda
bu mesajları ölçüt alırız. Kısacası çevremizden gelen
olumlu mesajlar da olumsuz mesajlar da işe yarar, bizi
geliştirir.
Ancak olumlu mesajların bir işlevi daha vardır: Olumlu
mesajlar, olumlu eleştiriler bizi geliştirmenin yanı sıra
mutlu eder, yüreklendirir, motivasyonumuzu artırır.
Olumlu eleştiriler bizde marifet geliştirir.
Olumlu eleştirilerin az olması, insanların marifet/beceri
geliştirmelerini zorlaştırır. Çünkü ceza/eleştiri, daha çok,
belirli bir davranışı yapmamayı öğretir. (Üstelik ceza,
mevcut olduğunda etkilidir; ceza ortadan kalktığında,
bastırdığı davranışın görülme ihtimali artar.)
Labirentteki Fareye İltifat
Ceza/eleştiri, bir davranışı yapmamayı öğretebilir. Ancak
karmaşık bir davranışı, hele hele bir bakış tarzını ceza ile
öğretmek mümkün değildir. Örnek:
Labirente koyduğunuz bir fareye, elektrik şoku vererek bir
pedala dokunmamayı öğretebilirsiniz. (Pedala
dokunduğunda birkaç defa şok verirseniz kısa sürede
dokunmamayı öğrenir. Burada korku koşullaması yoluyla
fobi oluşturulması söz konusudur; pedal karşısında kaçma
ve kaçınma sergileyen farede pedal fobisi yerleşir.) Ancak
aynı fareye, labirentten çıkış yolunu şok vererek öğretmek,
son derece zordur. Fareye çıkışı öğretmek istiyorsak,
hedefe yönelik doğru davranışlarını
ödüllendirmek/pekiştirmek (bu amaçla daha çok şekerli su
verilir), bir anlamda fareye iltifat etmek gerekir.
Bir başka örnek: Bir insana ufak şoklar vererek, bağırıp
çağırarak, belirli bir araca dokunmamayı öğretebilirsiniz.
Ama aynı insana şok vererek veya bağırarak, matematiği,
dürüst olmayı veya mutlu olmayı öğretemezsiniz. Bunları
öğretebilmek için o kişiye geribildirimler vermelisiniz,
iltifat. etmelisiniz, gerektiğinde davranışlarınızla model
olmalısınız.
Marifet iltifata tâbidir; ceza faydasız, övgü keyif halidir.
(Bu cümlenin ikinci yarımını, eski söyleme benzeterek
bendeniz ekledi. )
Öğrenme, keyifle olmalıdır;
öğrenme sırasında, kişinin iç ve dış ortamı rahat
olmalıdır.
Bir gün Ankara'da Milli Eğitim Şûra Salonu'nda bir
öğretmen grubuna konferans veriyordum. Bir ara,
çevremize olumlu eleştirileri az, olumsuzları daha fazla
yönelttiğimizden söz ettim ve o an aklıma gelen şu soruyu
sordum: "Değerli öğretmenlerim, eminim, sınıfta 'aferin'i
etkili bir araç olarak kullanıyorsunuz. Peki, sınıfta
kullandığınız aferinlerin, övgülerin yüzde kaçını evde
eşinize yöneltiyorsunuz?" Çoğunluk gülümsedi, evde pek
fazla aferin vermediklerini söylediler. Bir başka gün bir
grup -çoğunluğu erkek- banka müdürüyle konuşuyordum,
benzerini onlara sordum. Şöyle dedim: "Eminim, şubede
elemanlarınızın bir sorunu olunca, onları ilgiyle, anlayışla
uzun uzun dinliyorsunuzdur. Elemanlarınıza gösterdiğiniz
bu 'anlayışlı dinleyici tavrını' evde eşinize de gösteriyor
musunuz?" "Hayır evde yorgun oluyoruz; ne dinlemeye
halimiz oluyor ne konuşmaya" dediler.
Sadece öğretmenler veya bankacılar değil, hemen herkes
benzer şekilde davranıyor galiba.
Yakınlarımıza kızmayı doğal, onları dinlemeyi,
onlara güzel şeyler söylemeyi gereksiz buluyoruz.
Labirentlerden Çıkarma Yolu
Karmaşık bir labirentteki fareye çıkış yolunu öğretmek
istiyorsak, farenin davranışlarına şekil veririz, yani hedefe
yönelik küçük adımlarından sonra küçük ödüller veririz*.
Çıkış yolunu buldurmak için iki yaklaşım daha
düşünebiliriz; ancak bunlar etkili değildir. Ceza
verebiliriz, işe yaramaz. Fareyi kendi haline bırakıp çıkışı
kendi kendine bulmasını bekleyebiliriz; bunun
gerçekleşmesi ise küçük bir ihtimaldir.
Fareye labirentin çıkışını öğretmenin en güvenli yolu,
hedefe yönelik küçük doğrularına küçük ödüller
vermektir. Aynı şey biz insanlar için de geçerli. Pek
çoğumuz, zaman zaman yaşam savaşı verirken labirentler
içinde kayboluyoruz. Labirentlerde kaybolanlara, yardım
istediklerinde rehberlik etmek, onları yüreklendirmek,
gerektiğinde küçük doğrularına küçük aferinler vermek,
bazı durumlarda onları kucaklayıp çıkarmak insanca bir iş
olsa gerek. Dünyada bunu çok güzel başaranlar var.
Sözgelişi, dünyadaki açlara, hastalara, sokak çocuklarına
yardım için labirentlere girenler var; bunlar, labirentlerin
gönüllü ve onurlu yolcularıdır. Kendilerini hayvanlara
adayanlar var; bunlar, labirentlerin gönüllü ve onurlu
yolcularıdır. Sözgelişi adsız alkolikler var; bunlar,
labirentlerden çıkmaya çalışan canlar için cansiperane
çalışan gönüllü ve onurlu yolculardır. Kat kat enkaz
altından bir can kurtarmak için canını ortaya atan bir
AKUT üyesi, labirentlerin gönüllü ve onurlu yolcusudur.
* Davranışa şekil verme denilen işlemde, pekiştirme ve söndürme peş peşe
belirli örüntülerle kullanılarak hedefe yönelik olmayan davranışlar ayıklanır,
hedefe yönelik davranışlar güçlendirilir.
Dünyadaki açlara, hastalara, hayvanlara,
sokak çocuklarına yardım için labirentlere girenler,
labirentlerin gönüllü ve onurlu yolcularıdır.
Öldürerek kazanmak yerine yaşatarak kazanmaya
çalışanlar, sizler insanlığın ak yüzlerisiniz, yüz aklarısınız.
Çocuklara Şekil Vermek
Psikolojide hayvanların davranışlarına şekil vermekten söz
ederiz. Hayvanların davranışlarına şekil vermede
kullanılan teknikleri kullanarak insanların davranışlarına
da şekil vermeye çalışmak mümkündür. Ancak bu
yaklaşım doğru olmadığı kadar işlevsel de olmaz.
Öncelikle, insanları şekillendirmeye, şartlamaya hakkımız
olup olmadığını düşünmek gerekiyor. (Aslında pek çok
insan, buna hakkı olduğuna inanıyor, bazen açıkça, bazen
örtülü biçimde insanların düşüncelerini ve davranışlarını,
kendi doğrulan doğrultusunda yönlendirmeye çalışıyor.)
ikinci olarak, insan sadece şartlanarak eğitilebilecek bir
canlı değildir. Çünkü davranışlarının arkasında karmaşık
ve güçlü bir düşünce sistemi, bir bilişsel yapı vardır.
İnsanın eğitilmesi, basit bir şartlamanın ürünü değil,
düşünce yapılarının etkilenmesine dayanan karmaşık bir
süreçtir. Bu yüzden bir psikolog hastasının davranışlarına
şekil vermek yerine onun düşüncelerini akılcı hale
getirmeye çalışır. Benzeri şekilde bir öğretmen de
öğrencilerinin tek tek davranışlarını değiştirmek yerine,
onlara eleştirel bakış tarzı kazandırmaya çalışmalı,
sistematik düşünmeyi öğretmelidir. Okullarda öğrencilere
bilginin kavranması, uygulanması, analiz ve sentez
edilmesi, değerlendirilmesi konusunda koçluk edilmeli,
öğrencilerin spontanlıkları ve yaratıcılıkları
geliştirilmelidir. Ancak burada, bunların tümünü ele almak
yerine, çocukların/insanların eğitilmelerinde "iltifat"
kavramından yola çıkarak küçük bir noktaya değineceğim.
Çocuklarımızın belirli davranışları kazanmalarım, örneğin
odalarını toplamalarını, okulda başarılı olmalarını isteriz.
Ceza vererek bunları sağlamaya çalışmak, işe yaramayan
bir yoldur. Çocuk hedefe ulaştığında ona büyük bir ödül
vermek de, en azından her zaman işe yaramaz. Çocuğun,
asıl amaca yönelik küçük davranışlarını, belirli aralarla
ödüllendirmek en işlevsel yoldur. Örneğin, tamamen derli
toplu olunca onu ödüllendirmek yerine, küçük bir tertipli
davranışını, sözgelişi paltosunu askıya asmasını samimi
bir takdirle karşılamak daha fazla işe yarayabilir. (Tabii bu
arada ana babanın kendisi de derli toplu olmalı ve çocuğun
modelden öğrenmesine katkıda bulunmalıdır.)
Bazı babalar, çocukları, özellikle oğulları için "Benim
istediğim gibi değil. İstediğim gibi olsun, canımı alsın.
İstediğim gibi olmadı; bana böyle evlat gerekmiyor"
diyorlar. Bu tavır doğru mu?
Çocuğa rehberlik etmeden, onu istediğimiz
kalıba sokmamız pek mümkün değildir.
Çocuklarının birden bire belirli bir davranış düzeyine,
belirli bir kaliteye ulaşmasını bekleyen babaların durumu,
acemi araştırmacılara benziyor:
Labirentteki faresi için şunları söyleyen acemi bir
araştırmacı düşünelim: "Kendi kendine bulsun çıkışı. Eğer
çıkışı bulursa ona çuvalla şeker vereceğim. Bulamazsa da
bana böyle fare gerekmiyor. "
Galiba bazılarımız, bu acemi araştırmacı gibi
düşünüyoruz. Bu tavrımızla çocuklarımıza çıkış yolunu
bulduramayız. Eğer yaşam labirentleri içinde
kaybolmalarını istemiyorsak, onları tek başlarına
bırakmamalıyız, örnek/model olmalı, onlarla iletişim
kurmalıyız, küçük doğrularını ödüllendiren, onlara güzel
geribildirimler veren yetişkinler olmalı, rehberlik
etmeliyiz. Yerine göre ne yapacaklarını göstererek, küçük
ödüller vererek, yerine göre onları doğrudan
yönlendirmeden, Sokrat tarzı sorular sorarak,
deneyimlerimizi paylaşarak ufuklarını açmalı, yollarını
aydınlatmalıyız. Onların yanında, yüksek sesle sistematik
ve eleştirel düşünmeliyiz. (Tabii bunları önce biz
bilmeliyiz.)
Eğer çocuklarımızın yaşam labirentleri içinde
kaybolmalarını istemiyorsak,
onları tek başlarına bırakmamalı,
onlara örnek/model olmalı,
onlarla iletişim kurmalıyız.
Çocuklarımızı labirentlerden çıkarmak veya labirentlere
hiç girmemeleri için, onların düşünme ve davranma
tarzlarına şekil vermek mümkündür. Bunu yaparken
kullanabileceğimiz yollardan birisi de küçük doğrularına
ödül vermektir. Ancak şunu da önemle hatırlatmak
gerekir: Çocukları dışarıdan gelecek ödüllere bağımlı
kılmak da sağlıklı değildir. Çocuk küçükken dış kaynaklı
ödüller gerekli olabilir. Ancak yaşı büyüdükçe dış
kaynaklı ödüllerin yerini iç kaynaklı olanların almasında
yarar vardır. Örneğin okuyup yeni bir şey öğrendiği, bir
arkadaşına veya sokaktaki sakat bir hayvana yardım ettiği
zaman, kendinden hoşnut olmalı, bir anlamda kendi
kendine "aferin" diyebilmelidir. Vicdan gelişimi bu yolla
olur.
Maslow'un Türkçe'si
Psikolojide Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi adı verilen
bir yapı var. Buna göre bireyin ihtiyaçları hiyerarşik bir
yapı oluşturur, sırayla giderilmesi gerekir. Eğer,
kişinin/çalışanın maddi ihtiyaçlarını karşılar, kendini
güvende hissetmesine yardımcı olursanız, çevresinden
saygı-sevgi görmesini, mensup olduğu gruba kendisini ait
hissetmesini sağlarsanız, bu kişi kendini gerçekleştirmeye
hazır demektir, kendisini gerçekleştirebilir, gelişmiş bir
insan olabilir. Bu görüşü, yani Maslow'un İhtiyaçlar
Hiyerarşisi'ni acaba şöyle özetleyebilir miyiz?
Kişiye/çalışana maddi--manevi iltifat ederseniz, o kişi
kendisine ve dünyaya iltifata hazır hale gelir.

15
CEZA, ÖDÜL,
GERİBİLDİRİM,
YAPTIRIM
Ceza ve ödül, canlının belirli bir davranışı yapmasını
sağlamak için bir insan tarafından kasıtlı olarak verilen
uyarıcılardır. Geribildirim ve yaptırım (müeyyide) ise bir
davranışın doğal sonucudur; davranışın neye yol açtığı,
hedefe ne kadar yaklaştığı konusunda ortaya çıkan
bilgidir. İstenen düğmeye basınca hayvanın yiyecek
alması veya çocuğun istenen bir davranışı yapınca aferin
alması ödüldür. Hayvana veya bir insana istenmeyen bir
davranış yaptıktan sonra bir itici uyarıcı yöneltirsek, bu da
ceza olur. Bilgisayar başında bir tuşa dokunduktan sonra
ekranda bir şekil ortaya çıkması geribildirimdir; bir ayının
ağaç kabuğunu kurcaladığında bal bulması geribildirimdir;
öğrenciye verilen sınav sonuçları geribildirimdir.
Geribildirimler olumlu veya olumsuz -eğer bir insan
elinden çıkıyorsa ödül veya ceza- olabilir. Geribildirim,
doğada veya toplumda ortaya çıkabilir, kasıtlı olabilir veya
olmayabilir. Yaptırım ise geribildirimin özel bir halidir.
"Yaptırım" dendiğinde, toplum kurallarını gözetmeye yöwww.
nelik kasıtlı geribildirimler kastedilir. Doğada yaban
arılarını rahatsız ettiğinizde arıların sizi sokması, daha çok
bir geribildirimdir. Trafik kurallarını ihlâl ettiğinizde
polisin ceza yazması da bir geribildirim, ama aynı
zamanda bir yaptırımdır.
Geribildirimde adeta yapılan bir işin sonucu hakkında
bilgi verilir. Yaptırımda ise "yapmazsan yaptırırım"
mantığı vardır. (Yaptırımların hepsi değilse de bir kısmı
cezadır.)
Ceza Tuhaftır, Komiktir
Ceza doğal değildir, tuhaftır, komiktir. Bakınız niçin:
Geribildirim, yaptırım, bir davranış sonucunda ortaya
çıkan doğal durumdur. Ceza doğal değildir. Çünkü doğada
ceza veya ödül yoktur, geribildirimler, yani davranışınız
sonucunda ortaya çıkan doğal durumlar vardır. Örnek:
Doğada, elinize bir çubuk alıp yaban arılarını rahatsız
ederseniz, bu davranışınızın doğal sonucu şudur: Arılar
sizi sokar. Arılar sizi cezalandırmak için sokmazlar;
davranışınızın doğal sonucu sokulmaktır. Eğer siz arıları
rahatsız ettiğiniz için bir fil gelip sırtınıza hortumuyla
vursaydı, bu ceza olurdu. Çok şükür doğada böyle
tuhaflıklar yoktur.
Eğer ormanda yanlış mantarı yerseniz, bunun doğal
sonucu (geribildirimi) şudur: Hekimler midenize hortum
sokup yıkarlar. Bunu size ceza olsun diye yapmazlar.
Yanlış mantar yemenin doğal sonucu, midenizin
yıkanmasıdır. Eğer siz yanlış mantar yediğiniz için yaban
atları size çifte atsaydı, bu ceza olurdu.
Trafikte ceza işe yaramıyor. İstediğiniz kadar para cezası
verin, insanlar bir yolunu bulup kurtulmayı beceriyorlar;
kurtulmak için yöntemler geliştiriyorlar. Örneğin, şoförler
arası dayanışma (!) sergiliyorlar, radarı gören, diğer
şoförleri uyarmak için sevabına (!) selektör yapıyor.
Trafik cezası işe yaramıyor. En azından parası olan için
caydırıcı değil. Bir de ehliyetin belirli bir süre alınması
var. Birkaç defa radara yakalanırsanız ve alkollü araç
kullanırsanız ehliyetiniz alınıyor. Ehliyete el konması,
kısmen ceza sayılabilir, ama bence daha çok bir yaptırım
(müeyyide). Çünkü temelde insanların korunması amacına
yönelik; ehliyet, alkollü sürücüyü ve başkalarını korumak
amacıyla alınıyor.
Şimdi eğer alkollü yakalanan sürücüye polis, bir öğün
yemek yememe cezası verseydi, çok tuhaf olurdu. (Bazı
Batılı filmlerde çocuklara yemek yememe cezası
verildiğini sıklıkla görebilirsiniz. Örneğin bir anne "Sana
tatlı yok, çabuk odana çık" der.)
Ceza tuhaftır, çünkü yapılan davranış ile ceza arasında
doğrudan bir ilişki yoktur. Çocuğun sofrada gürültü
yapması ile ceza alıp tatlı yememesi arasında doğrudan bir
ilişki yoktur. Gürültü yapan çocuğa yemek yememe cezası
vermek yerine mola uygulanabilir. (Mola kavramını bir
sonraki bölümde ele alacağız.)
Çocuk yemek yemiyor, bağırıyoruz (cezadır bu), Kalemle
duvarı çiziyor, bağırıyoruz. Suyla oynayıp üstünü
ıslatıyor, bağırıyoruz. Yemek yemiyor, bağırıyoruz.
Tuhaflığı görüyor musunuz? Çocuğun davranış repertuarı
zengin, bizimki ise bir tane: Hep aynı davranışı
sergiliyoruz; bağırıyoruz ya da vuruyoruz.
Cezanın Güçsüzlüğü
Çocuk yemek yemiyorsa, biraz beklemek, uyarmak, daha
sonra da sofrayı toplamak uygun olur. Bir sonraki öğüne
kadar sofra kurulmaz. Bu bir ceza değildir, işin doğası
gereğidir; bu bir geribildirimdir, yaptırımdır. Biz, önce
yemedi diye çocuğa bağırıyoruz, daha sonra da iki öğün
arasında istediği anda sofrayı kuruveriyoruz. Bu
tavrımızda bir tutarsızlık vardır.
Çocuk eğer kalemle duvarı çizerse, bunun yaptırımı duvarı
silmesi veya çizmemeyi öğrenene kadar kalemsiz
kalmasıdır. Eğer çocuk suyla oynarsa bunun yaptırımı
ıslanmaktır.
Ahşap, toprak kap, yünlü, pamuklu gibi doğal
malzemelerin yanı sıra plastikler, sentetikler, doğal
olmayan malzemeler var. Doğal olmayan eşyalar işimize
yarıyor. Ama sonuçta gönlümüz doğaldan yana. Doğa,
doğal olmayan malzemeyi, örneğin plastiği kolay kolay
hazmedemiyor. Bana öyle geliyor ki, insana geribildirim
verilmesi, yaptırım uygulanması doğal, insanın doğasına
uygun bir şey. Ceza ise insan doğasına aykırı bir şeydir.
Plastiği hazmedemeyen doğa gibi, insan da cezayı kolay
kolay hazmedemiyor, içine sindiremiyor.
Ceza, doğaya, insanın doğasına uygun değildir.
Plastiği hazmedemeyen doğa gibi,
insan da cezayı kolay kolay hazmedemiyor.
Oysa yaptırımlar doğaldır, doğamıza uygundur;
sindirilebilir.
Ceza/eleştiri, bir davranışı yapmamayı öğretir, örneğin
ceza okul fobisi oluşturabilir. Ancak karmaşık
davranışları, eleştirel düşünmeyi, hayata olumlu bakmayı,
insan sevgisini veya matematiği ceza ile öğretemeyiz.
Ceza, korku yaratabilir, geriletebilir, ama geliştirmez. İşte
bu yüzden ceza güçsüzdür.
Güçsüzler, konuşmak yerine ceza vermeyi tercih ederler.
Ama ne ilginç ki cezaları da kendileri gibi güçsüzdür.
Çocuğa Dayak Ahlak Dışı mı?
Maalesef evet. Çünkü, "Çocuğun iyiliği için" diye mantığa
büründürsek bile, bir yetişkinin bir çocuğu dövmesi
demek, güçlünün zayıfı dövmesi demektir. Güçlünün
zayıfı dövmesi ise genelde istenmeyen bir şeydir, ahlaki
bakımdan kabul edilmez. Güçlünün zayıfa fiziksel güç
uygulaması, toplumlarda göre geldiğimiz bir şey. Doğada
bu durum doğaldır; güçlünün zayıfı ezmesi, yemesi ahlak
dışı değildir. Çünkü doğada "ahlak" kavramı yoktur.
Neokortekse, dile, dilin refakat ettiği bilince sahip insan,
ahlak anlayışına da sahiptir. Ve insanlar için güçlünün
zayıfı ezmesi, işlevsel olabilir, ancak ahlaki değildir.
Güçlünün zayıfı ezmesi doğada doğaldır.
Ancak bu durum,
insanlar arasında doğal değildir,
anlak dışıdır.
Bir baba düşünün: Gün boyu ev dışında bir çok kişiye
sinirleniyor; ama kendini tutuyor. Gittiği resmi dairedeki
kadın memura sinirleniyor, içinden bir tokat atmak geçiyor
belki ama asla böyle bir şey yapmıyor. So-kakta, işyerinde
insanlara kızıyor, içinden vurmak geçiyor ama vurmuyor.
Niçin vurmuyor? Çünkü sağa sola birer tokat atarsa çok
masraflı olur, karşılık verirler, mahkemeye düşer.
Aynı baba evine geliyor ve on yaşındaki oğlu canını
sıkıyor, o da kalkıp bir tokat atıyor. Niçin? Çünkü oğluna
tokat atması masrafsızdır; babaya pahalıya mal olmaz.
Çocuk karşılık veremez, mahkemeye veremez. Evde biri
çocuğu dövmenin maliyeti yoktur. İşte bu yüzden
çocuklarımızı dövmek ahlak dışıdır. Adamına göre
davranıyoruz; karşımızdaki adam güçlüyse, arkası sağlam
ise öfkemizi kontrol ediyor, saygılı davranıyoruz. Eğer
karşımızda küçük bir adam, küçük bir hanım varsa,
gücümüzü kullanıp onu eziyoruz. Bu tavır ahlak dışıdır.
Yaptığı sporun felsefesini kavramış bir tekvandocu bir
boksör sokakta dövüşmez; üzerine gelirlerse, kendini
korumadan önce uyarır. Böyle davranan bir sporcu,
güçlünün zayıfı ezmesinin ahlakdışı olduğunun
farkındadır.
Sokakta güçlünün zayıfı, evde ana babanın çocuğu veya
erkeğin karısını dövmesi ahlaki değildir. İşyerinde amirin,
bana gücü yetmez rahatlığı içinde memura hakaret etmesi
ahlaki değildir.
Ceza ve Ödül Yerine Geribildirim
Eğitim psikolojisi alanında, farklı uzman görüşlerinden
kaynaklanan çeşitli modalar yaşandı bugüne kadar.
Örneğin, İkinci Dünya Savaşı'nda otorite altında insanların
umulmadık saldırganlıklar sergilediklerini gözlemleyen
uzmanlar, savaşı izleyen yıllarda, otoriteden uzak,
tamamen serbest çocuklar yetiştirilmesini önerdiler. Ancak
görüldü ki, "sıfır otorite" çocuk eğitiminde yararlı
olmuyor. Çocukların ifadelerinden de anlaşılıyordu ki,
çocuklar, ana babalarının baskıcı olmayan rehberliklerine
ihtiyaç duyuyorlardı. Neyi yapıp neyi yapamayacaklarının
kendilerine söylenmesini, ancak bu konuda ısrarcı ve katı
davranılmamasını istiyorlardı.
Yine bir dönem, çocukların ödül ve ceza ile eğitilmesi
gerektiği -bu aslında tarihin başından beri yaygın bir
görüştü- önerildi. Daha sonra uzmanlar çocukların
yalnızca ödülle eğitilebileceğini ileri sürdüler. Cezaya
karşı bir tavır sergilendi. Son zamanlarda ise "Ne ceza
olmalı ne ödül; yalnızca geribildirimle çocuk
yetiştirilebilir" görüşü yaygınlaştı. Öfkeli çocuklara mola
uygulaması, bu görüşün bir uzantısı oldu.
Günümüzdeki yaygın görüş, ödüle ve cezaya
başvurmadan, yalnızca geribildirimle çocukların
eğitilebilecekleri yolunda.
Geribildirim nedir? Bir davranışın sonucu hakkında
çevreden edinilen bilgiye "geribildirim" adı verilir.
(Yukarıda da belirtildiği üzere, bazı geribildirimler
yaptırım niteliği de taşıyabilir.) Bu bilgiyi, yani
geribildirimi, çocuk bazen kendi kendine edinir,
davranışının sonucunu kendi kendine değerlendirir.
Örneğin odasını topladığında, bu durumun kendine
kolaylık sağladığını fark eder. Kendi kendine aldığı bu tür
geribildirimler çocuğun bağımsız, kendine güvenli
olmasını kolaylaştırır.
Bazen de çocuğa geribildirimleri çevresi verir. Çocuğunuz
odasını topladığında ona "aferin" derseniz, bu ifade içinde
yoğun olarak ödül bulunan bir geribildirim sayılır.
Aşağıda tartışılacağı üzere, yerinde kullanılmayan ödülün
birtakım sakıncaları vardır. Eğer odasını topla yan çocukla
bu davranışının ne işe yaradığını konuşursanız, örneğin
ona, "Artık aradığın kitabı kolayca buluyorsun, bu yüzden
de sabahları çantanı rahat hazırlıyorsun, okula geç
kalmayacaksın" derseniz, ona geribildirimi vermiş
olursunuz. Verilen bu geribildirim aynı zamanda bir ödül
de içerir. Aslında her geribildirim, aynı zamanda bir ödül
veya eleştiri içerir. Ancak her ödülün içinde, bu ödülün
niçin verildiğine dair açık bir bilgi, yani geribildirim
bulunmayabilir. Burada şunu belirtmek isterim: Ödül
cezadan, geribildirim ise ödülden üstündür. Ödül ile
geribildirim arasında, geribildirimin lehine küçük bir
farklılık bulunabilir. Ancak bu farklılık uygulamada
önemli farklar yaratabilir.
Ödül--ceza--geribildirim üçlüsünde benim tercihim,
çocuklara "sıfır ceza, az ödül, bol geribildirim" vermektir.
Ödülün Sakıncaları
Çocuklarımıza ödül verelim, ancak ödül verirken şunları
bilmekte yarar var:
1. Çocuğa küçükken, bazı şeyleri öğretirken, örneğin
tuvalet alışkanlığını kazandırırken aferin gibi, şeker gibi
dış ödüller verilebilir. Ancak çocuğun yaşı büyüdükçe, dış
ödüllerin yerini iç ödüller almalıdır; çocuk kendi
davranışlarının sonucunu değerlendirebilmen, bazı şeyleri
başardığında kendisiyle gurur duymalıdır.
2. Ödül, çocuğu, ödül verene bağımlı kılabilir. Çocuk
kendisi istediği için veya gerekli olduğu için değil, birileri
ödül verdiği için bazı şeyleri yapmaya yönelebilir. Bağımlı
kılıcı özellikleriyle dış kaynaklı ödüller, vicdan gelişimini
ve bireyselleşmeyi engelleyebilir.
3. "Sınıfı geçersen sana şunu alırım" şeklindeki haberli
ödüller, bir tür rüşvet sayılabilir. Rüşvete alışan bir
elemanın, rüşvet olmadığında işini aksatması gibi, ödüle
alışan çocuklar da, ödül olmadığında istenen davranışları
sergilemeyebilirler.
4. Her ödül, her aferin, aynı zamanda bir eleştiri de içerir.
"Bugün çok şıksın" mesajının altında, dünkü kıyafete
ilişkin bir eleştiri de bulunmaktadır. Bazen uzun saçlı bir
genç erkek saçını kestirir, komşu teyzeler, "Aman pek
efendi oldun" derler. Burada da saçını kestirmeden önce
efendi olmadığı görüşü örtük şekilde dile getirilmektedir.
5. Okullarda, işyerlerinde ödül, kişilerin motivasyonunu
artırabilir; ancak dikkatli verilmezse bazı ödüller
küskünler de yaratabilir. Özellikle okullarda, kimi öğrenci
kurdeleyi erken hak eder, bir diğeri nice sonra okumaya
çıkar. Kurdeleyi geç takan öğrencinin bu durumdan zarar
görmesini önlemek için öğretmenin birtakım telafi edici
önlemler alması gerekecektir. Hem okumaya erken çıkanı
mağdur etmeyecek hem geç çıkanı mahzun etmeyecek
önlemler gereklidir.
Kurumlarda ödül verilirken,
hem ödülü hak edenler mağdur edilmemeli,
hem de ödül alamayanlar mahzun edilmemelidir.
6. Ödül karşılığında istenen davranışları sergileyen bir
çocuk, ödüle doyduğunda veya ödülü kendi gayretiyle elde
ettiğinde* sizi dinlemeyecek, isteneni yapmayacaktır.
Çünkü ödül, bizi, yaptığımız işin doğruluğuna değil, kârlı
olduğuna inandırır.
Ödül, bizi, yaptığımız işin doğru olduğuna değil,
kârlı olduğuna inandırır.
Geribildirim ise bize doğru yolda
olduğumuzu gösterir.
Çocuklarımıza, birbirimize ödül verelim, ancak dikkatli
olalım.
Bu bölümde iletilen görüşlerin uygulaması sayılabilecek
bir romandan, Küçük Ağaç'ın Eğitimi'nden söz et-mek
istiyorum.
16
KÜÇÜK AĞACIN
EĞİTİMİ
Küçük Ağacın Eğitimi adlı romanda, bir Kızılderili dede,
Küçük Ağaç isimli torununu eğitmektedir. Daha doğrusu,
torununun gelişmesinde ona rehberlik/koçluk etmektedir.
Yazar romanda, belki Kızılderili aileleri gözleyip aynen
yansıtmış, belki de eğitim psikolojisi alanında edindiği
bilgilerden yola çıkarak olayı kurgulamış. Hangisi,
bilmiyorum. Ancak romanda sergilenen aile--içi iletişim
biçimi etkileyici.
Küçük Ağaç'ın dedesi, torununa hiç ceza vermemektedir;
ödül de vermemektedir. Zaman zaman geribildirimler
vererek, davranışlarının ne işe yaradığı konusunda
rehberlik etmektedir. Küçük Ağaç ise pozitif
geribildirimler aldıkça kendisiyle gurur duymaktadır.
(Dede burada, kendisine güvenen yetişkin tavırlı bir insan
yetiştirmektedir.*)
Dede, mısırı kazanda, belirli yöntemlerle kaynatarak viski
yapmaktadır. Bir gün Küçük Ağaç, kaynatma işlemi
bittiğinde dedesine "Kazanı ben temizleyebilir miyim?"
diye sorar. Dedesi de "olur" der.
Küçük Ağaç, uzun süre uğraşıp kazanı temizler. Dedesi
gelip bakar, "aferin" demez; çünkü aferin ödüldür. Dede
"Küçük Ağaç, sen kazanı çok iyi temizlemişsin, bulaşık
kalmamış, yarın viskimiz kötü kokmayacak. Ayrıca, bize
zaman kazandırdın; kasabaya daha çabuk gidip geleceğiz"
der. Burada dede geribildirim vermiştir. Küçük Ağaç,
ailesine katkıda bulunduğu için kendisiyle gurur duyar.
Dede, verdiği geribildirimlerle, torununun davranışlarının
ne işe yaradığını fark etmesine katkıda bulunmuştur.
Küçük Ağaç davranışlarının ne işe yaradığını kendi
kendine fark etse, iç kaynaklı geribildirim alsa, belki daha
iyi olurdu. Ama henüz küçüktür ve bir büyüğün
rehberliğine ihtiyacı vardır. Dede, Küçük Ağaç'a
geribildirim vererek, neyi iyi yaptığını fark etmesi
konusunda ona rehberlik etmiştir. (Neyin "iyi" olduğu
görecelidir. Ancak insanların, göreceli olanları öğrenmeye
de ihtiyaçları vardır. Üstelik dedenin yukarıda kazan
konusunda verdiği mesajlar, göreceli olmaktan çok, yere,
zamana göre pek fazla değişmeyecek bilgileri
içermektedir.)
* Yetişkin tavrının ne olduğu konusunda, Dökmen'in "İletişim Çatışmaları ve
Empati" adlı kitabına bakılabilir; Sistem Yayıncılık, 2004
Eğer Küçük Ağaç kazanı iyi temizlemeseydi, dedesi
büyük ihtimalle onu azarlamayacaktı. O zaman
geribildirimi bir ihtimal şöyle verecekti: "Küçük Ağaç,
şurası kirli kalmış, bu yüzden yarın viskimiz kötü
kokabilir."
Önceki bölümde, insanların, hayvanların davranışlarını
ceza vererek şekillendirmenin, sınırlı bir etkiye sahip
olduğunu, fazlaca işlevsel olmadığını belirttik. (Ceza,
yapmamayı, korkmayı, fobi edinmeyi kolaylaştırıyordu;
karmaşık şeyleri ceza ile öğretmek kolay değildi.)
Özellikle insanların düşüncelerini ve bunun bir uzantısı
olarak davranışlarını şekillendirmek istiyorsak, onlara
kabul edici iletişim ortamları sağlamalı, uygun
geribildirimler vermeli ve özellikle iltifat/ödül
yöneltmeliyiz. "İnsanların düşüncelerini şekillendirmeye
hakkımız var mı?" sorusu ayrı bir konu. Hakkımız var
veya yok, pek çoğumuz, özellikle ana babalar ve
öğretmenler bunu yapıyoruz. Toplumsal değerler
doğrultusunda galiba, aşırıya kaçmadan yapmak da
zorundayız. (Eğer "Ben toplumun değerlerinin ödüllerle
kişilere benimsetilmesine karşıyım" derseniz, bu da başka
bir değerdir, toplumun üyelerinden birisi olan siz, kendi
değerinizi ortaya koymuş olursunuz.)
Madem eninde sonunda, şu ya da bu değeri öne çıkarıp
çocuklarımızın düşüncelerini ve davranışlarını
şekillendirmeye çalışıyoruz, o halde bu işi usulüne uygun
yapalım. Madem eninde sonunda, doğru veya yanlış
insanları yönlendireceğiz, bari onlara acı vermeden,
cezalar vermeden yapalım. Ceza yerine geribildirimler
verelim, ödüller verelim, iltifatlar edelim. Yalnızca kendi
isteklerimiz doğrultusunda onları şekillendirmek için
değil, insan oldukları için iltifat edelim. Çağdaş,
demokratik değerlere uygun davranabilmeleri için iltifat
edelim. Bazen, yerine göre, Küçük Ağaç'ın dedesi gibi
yeni yollar deneyelim. Romandan bir olay:
Dede bir gün yaban hindisi avına gideceğini söyler. Küçük
Ağaç da heveslenir, katılmak ister. Dede "Geleneklerimize
göre, bir erkek hindi avına gideceği zaman, güneş
doğmadan kendi kendine uyanmalıdır. Onu kimse
uyandırmaz. Eğer kendi kendine uyanabilirsen gelirsin"
der.
Küçük Ağaç o güne kadar hiç, güneş doğmadan kendi
kendine uyanmamıştır. Ava gidemeyeceğini düşünerek
umutsuz bir şekilde yatar. Ancak o gecenin sabahında
dede, barakada gürültü yapmaya başlar. Sağa sola vurur,
çarpar, gürültüyle öksürür. Küçük Ağaç gürültüden uyanır.
Henüz güneş doğmamıştır. Hemen giyinip avluya çıkar.
Dedesi şöyle bir bakıp "A kalktın mı?" der. Küçük Ağaç
kendisiyle gurur duyarak "Evet" der. Birlikte ava giderler.
Burada ne olmuştur? Şu galiba: Dede pas vermiştir, Küçük
Ağaç ise gol atmıştır. Burada iyi bir ekip/takım vardır.
Kazanı temizleme konusunda Küçük Ağaç topu ken-disi
ele geçirip gol attı diye düşünebiliriz. Ama hindi avı
konusunda topu kendisi ele geçirememiştir; dedesi ona pas
vermiştir. Küçük Ağaç da bu pası değerlendirerek gol
atmıştır.
Şimdi sevgili ana babalara sormak isterim: Gerektiğinde
çocuklarınıza pas veriyor musunuz? Yoksa, sabırsızlık
ederek topu ayağınıza geçirip onlar adına gol mü atmaya
çalışıyorsunuz? Eğer ödevlerini/projelerini siz
yapıyorsanız, onlar adına gol atmaya çalışıyorsunuz
demektir. Yok, eğer ödevlerine kaynak bulmada yardımcı
oluyor, neyin nasıl yapılacağı konusunda onlarla birlikte
sesli düşünerek olayı sorgulamalarına
rehberlik/katalizörlük ediyorsanız, onlara pas veriyorsunuz
demektir.
Çocuklarımız kendileri gol attıklarında, kendilerine
güvenleri artar, benlik saygıları yükselir, beceri
geliştirirler, bağımsız olmayı öğrenirler. Onlara destek
olmak, rehberlik etmek yerine, bir şeyleri onlar adına
planladığımızda, onlar adına kararlar aldığımızda,
kendilerine güvenmeyen, kendi ayakları üzerinde
duramayan, hayat boyu sürekli birilerinin desteğine ihtiyaç
duyacak bir insan yetiştirmeye başladık demektir.
Zaman zaman bazı okullarda (daha çok ilköğretimde) bazı
velilerin öğretmenlerin yüzüne karşı şöyle söylediğini
duymuşumdur: "Hocam hep söylüyorum, matematik, fen,
ingilizce senin temel derslerin diyorum. Sen onlara çalış,
öteki derslerin ödevlerini getir, ben yapayım diyorum. "
Bu tavır yanlıştır; birkaç açıdan yanlıştır, haksızlıktır; hem
öteki derslere karşı haksızlıktır hem de çocuğa karşı
haksızlıktır. Çocuğa haksızlıktır, çünkü çocuk, eğer iyi
okutulursa tüm derslerde yaşamı boyunca kullanabileceği
temel beceriler kazanabilir. İlerde bir gün yönetici olacak
bir çocuk, beden eğitimi dersinde ekip olmayı, resim
dersinde organize etmeyi, müzik dersinde uyum sağlamayı
öğrenebilir. Velinin bu tavrı, çocuğa olduğu kadar resme,
müziğe, beden eğitimine, kompozisyona da haksızlıktır.
Çünkü eğer bu derslere de iltifat etmezsek, sanata, spora
ve topluma da haksızlık etmiş oluruz. Marifet iltifata
tâbidir.

17
MOLA: TAMAMEN
DURMAMAK İÇİN
DURMAK
Genel anlamıyla mola, bir yolculuk sırasında dinlenmek
için yolculuğa ara vermek demektir. Yolculuklarda,
özellikle kara yolculuklarında mola vermek gerektiğini
biliriz de, yaşam yolculuğu sırasında da bazen mola
vermek gerektiği pek çoğumuzun aklına gelmez. (Kara
yolcuğu sırasında mola vermek gerektiğini herkesin
bildiğinden emin değilim; nice sürücü, bir günde dokuz
saatten, aralıksız olarak ise beş saatten fazla arabama
kullanmama kuralını bilmiyor; nicesi de direksiyonun
başından uzun süre kalkmamayı yiğitlik sayıyor.)
Evet, yaşam yolculuğu sırasında, yerinde ve zamanında
mola vermek, yaşamımızın kalitesini ve süresini artırabilir.
Molasız çalışmak, bir gün tamamen durmaya, en azından
tükenmişliğe (burnout sendromuna) yol açabilir. Bu
yüzden, tamamen durmamak için arada, kısa ya da uzun
molalar vermekte yarar vardır. İşkolik olduğumuz zaman
mola, zaman kaybı gibi gelebilir. Ancak işlevsel bir
yaşamda, yerinde kullanılan molalar, kısa vadede zaman
kaybı gibi gözükse de, uzun vadede kazanç getirir. Bu
yüzden bir gün tamamen durmamak için, küçük
durmaların gerekli olduğunu unutmamak gerekir. Mola
küçük bir şeydir; ancak büyük şeyleri, bazen bütün bir
hayatı kurtarabilir.
Yukarıdaki üç bölümde, ceza-ödül-geribildirim-yaptınm
dörtlüsünü ele aldık, doğada ödül ve ceza bulunmadığını,
geribildirimler bulunduğunu, "yaptırım (müeyyide)" denen
şeyin ise, geribildirimi bir adım ileri götüren insana özgü
bir tür geribildirim olduğunu belirttik. Mola bir tür
yaptırımdır.
Mola iki ana konuda verilebilir: Bunlardan birisi, zihinsel
veya bedensel yorgunluk olduğunda, dinlenme amaçlı
mola vermektir, diğeri ise öfke kontrolü amacıyla mola
vermektir. Bu bölümde, öfke kontrolü amacıyla verilen
molalardan, özellikle çocuklara verilen molalardan söz
etmek istiyoruz.
Genel Öfke Kontrolünde Mola
Mola, tarihin eski çağlarından beri, farklı adlarla da olsa,
öfke kontrolünde kullanılan bir yaptırım şekli. Bu anlamda
mola, öfke duygusu ile öfkeli davranış arasına belli bir
mesafe koymak demektir. Çeşitli tarzlarda uygulanır.
Örneğin kültürümüzde "La havle... " diye başlanıp yedi--
sekiz saniyelik bir la-havle çekilir. Şimdilerde
öfkelenenlere yirmiye kadar saymaları öğütleniyor. Bazı
sporlarda, örneğin buz hokeyinde hırçınlaşan oyuncuları
belirli bir süre için saha dışına alıyorlar. Bunlar, kişilerin
kendi kendilerine verdikleri veya dışarıdan verdirilen
molalardır.
Kötü giden evliliklerde, boşanmaya yönelmeden önce
çiftin evliliğe mola vermesi önerilebilir. Bu geçici ayrılık
dönemi bazen, kadının ve erkeğin sakinleşmesine,
evliliklerinin artılarına ve eksilerine sakin bir gözle
bakabilmelerine yol açar. Boşanmak üzereyken mola
veren, birkaç aylık ayrılık döneminden sonra evliliklerini
başarıyla yürütmeyi beceren çiftler vardır. Soluklanma
genellikle işe yarar.
Çocuklara Mola
Batı ülkelerinde mola çocuklara yaygın olarak
uygulanıyor. Ülkemizde, okullarımızda molanın
uygulanması konusunda lehte, aleyhte görüşler var.
(Molanın uygulanıp uygulanmaması, uygulanacaksa nasıl
uygulanacağı konusunda, geneldeki tartışmaların yanı sıra,
bir okuldaki öğretmenlerin, o okula özgü yapıyı da dikkate
alarak karar almalarında yarar var.)
Mola kısaca şu: Hırçınlaşan, öfkeli davranışlar sergileyen
çocuklar veya gençler, bir süreliğine ortamın dışına
çıkarılır. Örneğin salonda hırçınlık yapıyorsa bir başka
odaya gönderilir. Sınıfta saldırganca davranışta
bulunuyorsa, okulun bu iş için ayrılmış bir odasına
gönderilir. Bu odalarda sakinleştikten sonra eski ortama
dönerler.

Sınıfta öğretmenin, yaramazlık eden öğrenciye "Git, kat
muavinini gör" demesi mola sayılmaz. Bu tür sözler, olsa
olsa ceza--tehdit karışımı bir şey sayılmalıdır.
Çocuklara mola uygularken dikkatli olmak gerekir.
Burada molayı bütün yönleriyle ele almayacağız. Yalnızca
iki noktayı vurgulamak istiyorum: Mola, sadece öfkeli
davranışlar sergileyen, disiplini bozan çocuklara
uygulanmalıdır. İstediğimiz şeyleri yapmayan çocukların
molaya gönderilmesi yanlıştır. Yemek yemedi, ödev
yapmadı diye çocuğu molaya gönderirsek, mola değil,
hapis cezası olur bu.
Mola konusunda dikkat edilmesi gereken diğer nokta,
çocuğun mola için gittiği yerin, geldiği yerden, belirgin
şekilde daha çekici olmamasıdır. Mola yeri, ne fazla renkli
bir ortam ne de hapishane benzeri bir tecrit odası
olmalıdır. Mola yeri, yalnızca sakinleşmek için kısa süre
durulan bir ortam olmalıdır.
Ailemizde Bir Mola Uygulaması
Aileme ait bir anıyı okuyucularımla paylaşmak istiyorum.
(Paylaşabilmek için ev halkından izin aldım.)
Küçük kızımız dört--beş yaşlarındaydı; zaman zaman,
özellikle de sofrada hırçınlık ediyordu. Eşim
meslektaşımdır; kitaplardan okuduk, değerli bir çocuk
psikologu arkadaşımıza danıştık, mola uygulamaya karar
verdik. Birkaç defa hırçınlık yaptığında, olayı kendisine
açıklayarak odasına gitmesini söyledik.
Mola uygularken kitaplarda yazmayan bir şey ekledik.
Birlikte yemek yerken onu molaya göndereceğimiz zaman
"Odana git, sakinleş, gel; sen gelene kadar biz diğer
yemeğe geçmeyeceğiz, seni bekleyeceğiz" dedik.
Diğer yemeğe geçmememizin üç gerekçesi vardı:
Birincisi, diğer yemeğe geçmeyip onu bekleyerek,
kendisini yalnız hissetmemesini sağlamak, grubun/ailenin
bir parçası olduğunu hissettirmek istedik; ailede birinin bir
sıkıntısı varsa, bunu herkes paylaşmalıydı, ikinci neden,
sofradakilerin kendisini bekliyor olmaları, üzerinde bir
baskı yaratsın ve bir an önce sakinleşsin düşüncesiydi,
üçüncüsü ve belki de asıl neden, o olmadan yemeğin
boğazımızdan geçmemesiydi.
Mola uygulaması iyi sonuç verdi. Kızımızın sofradaki -
özellikle ablasıyla arasındaki- hırçın davranışları büyük
ölçüde azaldı. Ancak bir gün ilginç bir şey oldu. Bir akşam
sofrada yemek yerken ben sesimi yükselttim. (Ben bu
olayı, eşim sesini yükseltti diye hatırlıyorum; ancak eşim
"Sen yanlış hatırlıyorsun, o sendin" diyor. Eşim daima
haklı olduğu ve belleği de benden güçlü olduğu için,
olayın öznesinin ben olduğumu belirttim.) Neyse ben
sesimi yükselttim. Bir an küçük kızımın gözleri parladı ve
"Baba çabuk odana git, sakinleş, öyle gel!" dedi.
O an, "Bu kural sizin için geçerli, büyükler için değil"
demeyi düşündüm, ancak vazgeçtim. Daha sonra eşimle
konuşup mola uygulamasında değişiklik yaptık. Yeni
kuralımız şuydu: Sofrada sesini yükseltip gerginlik yaratan
içeriye gidip sakinleştikten sonra dönecekti. Bu kural, yani
mola uygulaması çocukların yanı sıra biz büyükler için de
geçerliydi.
Sonra ne oldu? Yeni uygulamayı izleyen günlerde ailedeki
herkes ayağını denk aldı; mola almamak için dikkatli
davrandık.

18
KADININ DEĞERİ,
BAMSI BEYREK'İN
ŞEREFİ
Kadın--Erkek Eşitliği
Pek çok konuda neyin küçük neyin büyük olduğu göreceli.
Bu arada kadın ile erkeğin arasındaki farklılığın önemli mi
önemsiz mi olduğu da göreceli. Biyolojik açıdan
cinsiyetler arasında önemli farklılık -ama birbirini
tamamlayan, yaşam için gerekli olan bir farklılıkbulunmaktadır.
Ancak kadın ile erkek arasında, sosyal
açıdan, kişilik özellikleri, yaşamdaki roller açısından,
abartıldığı kadar önemli, zorunlu bir farklılık yoktur. İki
cinsiyet arasında farklılık varsa da, bu farklılık "farklılık
var" dendiği için, zamanla yapay olarak ortaya çıkmış
farklılıklardır.
Kadın ile erkek arasındaki küçük biyolojik farklar
yüzyıllar boyunca vurgulana vurgulana, sosyal açıdan
büyük farklılıklar ortaya çıktı. Aşağıdaki Bamsı Beyrek
masalını bu duruma örnek vereceğiz. Ancak daha önce
şunu belirtmek istiyorum:
Erkek ile kadın arasında yapay olarak ortaya çıkarılmış
farklılıkların bir benzeri, galiba asil--halk ayırımında da
ortaya çıkıyor. Herhalde başlangıçta asillerle asil
olmayanlar arasında küçük farklılıklar vardı.
Lider/yönetici, eşitler arasında birinciydi, belki de
kavgalarda bir adım önde dövüşüyordu. Sonra giderek fark
açıldı; küçük farklılıklar zamanla büyük farklılığa
dönüştü; asiller sınıfı çıktı ortaya, kastlar oluştu.
Asalet konusunda da, cinsiyetler arasında da, kendinizi
inandırır, tarihsel süreci dikkate almazsanız, ciddi
farklılıklar bulunduğunu ileri sürebilirsiniz. Kanımca
Bamsı Beyrek bu konuda güzel bir örnek.
Bamsı Beyrek Masalı
Dede Korkut masallarından Bamsı Beyrek özetle şöyle:
Bamsı Beyrek ile Banıçiçek beşik kertmesidirler, ancak
birbirlerini tanımamaktadırlar. Ayrı ayrı avlanırlarken
yolları kesişir, aralarında anlaşmazlık çıkar. Güreşe
tutuşurlar. (Güreşleri düello niteliğindedir.)
Bamsı Beyrek'in kırk yiğidi, Banıçiçek'in kırk ince belli
kızı güreşi seyretmektedir. Bamsı Beyrek çok uğraşır ama
güreşi kazanamaz; ne yapsa Banıçiçek cevabını
vermektedir. Güçleri denktir.
Bamsı Beyrek kırk yiğidinin kendisini ayıplamasından
korkar, tutup Banıçiçek'in emceğini (göğsünü) sıkar. Bu
durumdan rahatsız olan Banıçiçek bir an duralayınca,
Beyrek dalıp tuş eder onu.
Bamsı Beyrek güreşi kazanmıştır. Ama nasıl? Banıçiçek'i
kadınlığıyla vurarak kazanmıştır. Beyrek bence, kadını
kadınlığıyla vurmuştur. Başlangıçta güçleri denkti. Beyrek
küçük bir farklılıktan, rakibinin bir cinsel özelliğinden
yararlanarak onu yendi. Aslında, Banıçiçek de erkeklere
özgü bir özellikten yararlanıp belden aşağısına vursaydı
Bamsı Beyrek'i yenebilirdi. Ama ayıp olurdu, Bamsı
Beyrek de ayıp etmiştir.
Galiba Bamsı Beyrek'in bu tavrını, bilinçli veya bilinçsiz
olarak pek çoğumuz sürdürüyoruz. Beyrek ne yaptı?
Kadını kadınlığıyla vurdu. Eğer bugün biz, sadece kadın
olduğu gerekçesiyle bir elemanımızı yükseltmezsek ya da
kreş açmak zorunda kalmamak için belirli sayının
üzerinde kadın işçi çalıştırmazsak, Beyrek gibi kadınları
kadınlıklarıyla vurmuş oluruz.
Kültürümüzün müstesna öğelerinden birisi olan Dede
Korkut masallarındaki tüm diğer mesajlar gibi, Bamsı
Beyrek masalında da derin, zengin ve ince bir mesajın
verildiği kanısındayım. Kıssadan hisse:
Zekada veya güçte
kadınlarımızla başa baş olmaktan gocunmayalım; ve
Kadınlarımızı kadınlıklarıyla vurmayalım.
Bamsı Beyrek ile Banıçiçek sonuçta evlenirler.
Masallarda veya gerçek yaşamda Bamsı Beyrekler,
eşlerinin gücünden rahatsız olmamalı, eşlerinin gücünü
kendi şereflerini tehdit eden bir şey olarak görmemeliler.
Dilerim bu gelecekte gerçekleşir. Ancak az sayıda da olsa
geçmişte bunu gerçekleştirenler oldu. Örneğin babam.
Annemin Değeri Babamın Şerefi
Babam, Birinci Dünya Savaşı yıllarında anasız babasız
büyümüş bir çocukmuş. Üniversitede okuyamamış. Kendi
imkânlarıyla sanat okulunu bitirip dökümcü olmuş.
Hatırladığım kadarıyla kendine son derece güvenen bir
insandı.
Babam, üniversite mezunu (İstanbul Edebiyat Fakültesi
mezunu) bir kızla, annemle evlendi. (Evlendiler.) Evliyken
annem, babamın da desteğiyle Hukuk Fakültesi'ni de
bitirdi; yıllarca hem öğretmenlik hem avukatlık yaptı.
Sanat okulu mezunu bir erkek, iki fakülte mezunu bir
kadın. Şimdi beklenir ki bu erkek, bu durumdan rahatsızlık
duysun, eşiyle yarışa kalksın. Babam bunu asla yapmadı.
Karısına değer verdi. Yüzüne karşı veya arkasından, onu
hep övdü. Onunla gurur duydu. Bir anne veya baba,
kendisinden daha tahsilli çocuğuyla nasıl gurur duyarsa,
babam da annemle öyle gurur duydu.
Ben bu yönden babama çektim. Eşimin güçlü bir kadın
olmasıyla, bilgili olmasıyla, istatistiği benden daha iyi
bilmesiyle, yaşamda benden daha becerikli olmasıyla
gurur duydum. (Ondan iyi yaptığım şeylerden ötürü o
da benimle gurur duyuyor.) Yalnız eşimle değil, annemle,
kayınvalidemle, İffet hocamla, Işık hocamla, Yıldız
hocamla, Türk ve dünya tarihindeki, bilim ve sanat
tarihindeki güçlü kadınlarla, Nene Hatun'la, Bayan
Curie'yle, Halide Edip Hanımla gurur duydum.
Tarihimizde güçlü kadınlar olması, erkeklerin şerefine
halel getirmez. Aile içinde de öyle.
Not: Eşim Doç. Dr. Zehra Yaşın Dökmen'in "Toplumsal
Cinsiyet: Sosyal Psikolojik Açıklamalar" adlı bir kitabı
yayınlandı (2004, Sistem Yayıncılık). Konuyla
ilgilenenlere önermek isterim.

19
SİNERJİ
Bir evlilikte çiftlerden birisi, eşinin değerinin, kendi
değerine/şerefine zarar vermediğini düşünürse, o evlilik
sinerjik olmaya hazır demektir. Bir şirkette, elemanlar iş
arkadaşlarının değerinin, kendi değerlerine/şereflerine
zarar vermediğini düşünürlerse, o işyeri sinerjik olmaya
hazır demektir. Sinerji nedir?
Sinerji kısaca şu demek: Ortak bir sonuca katkısı
olabilecek birkaç etkenin belirli bir etkileşim sonucunda,
bu etkenlerden her birisinin tek tek sergileyebileceği
etkilerin toplamından daha güçlü bir etki üretmeleri
durumuna "sinerji" adı verilir. Başlangıçta daha çok tıp
alanında ilaçların etkileşimi konusunda kullanılan bu
kavram, günümüzde gelişim psikolojisinde (psiko--motor
davranışların ortaya çıkmasında) ve örgütsel davranışların
incelenmesinde önemli bir yere sahiptir. Sinerji
günümüzde daha çok, ortak bir amaca yönelmiş insanların
işbirliğini açıklamada kullanılmaktadır; ancak ortaya çıkışı
da dikkate alındığında bu kavramı, aşağıda da belirtileceği
üzere, doğayı, nesneler dünyasını yorumlamada da
kullanabiliriz.

Sinerji bir anlamda işbirliği yoluyla güç artırımı demektir.
Diyelim ki bir kişi "a" kadar enerji kullanıp "5" miktarında
üretim gerçekleştiriyor, ikinci kişi de böyle. \ncak bu iki
kişi işbirliği yaptıkları zaman, yine her biri 'a" kadar enerji
harcayacak, ancak toplamlarında 5x2=10 kadar değil,
10'dan fazla, sözgelişi 14 düzeyinde üretim
gerçekleştirebileceklerdir.
İki kişi sinerji sergilediklerinde, bazen enerjiden, basen
malzemeden, bazen zamandan tasarruf edebilirler, sonuçta
da üretimlerinin bazen kalitesi, bazen miktarı, bazen de
her ikisi birden artar.
Sinerji kurumları ileriye götürür. Eğer bir işyerinde, bir
ailede veya bir ülkede sinerji varsa gelişme kolaylaşır,
takım olmak, "biz" olmak kolaylaşır.
Sinerjik iletişimde her zaman enerji tasarrufu, üretim
artımı gözetilmemelidir. Bezen birkaç kişinin mutluluğu,
dostluğu paylaşmaları, bir tür sinerji sayılabilir. Bir
zamanlar çok beğendiğim bir karikatür görmüştüm. Ne
yazık ki şu an elimde yok. Sanırım Balkan ülkelerinden bir
sanatçıya aitti. Bu karikatürü betimlemek istiyorum:
Bir Karikatür: Dostumsun
Boyları, yaşlan, kiloları eşit iki mahkum vardı karikatürde.
Çizgili mahkum elbisesi giymişlerdi. Her ikisinin de ayak
bileğine zincirle bağlı bir demir küre gözüküyordu. (Bu demir
küreler, günlük yaşamında mahkuma eziyet olsun diye
konulmuştur.) Şimdi her bir mahkum kendi küresini taşımak
zorundadır. Ancak bu iki mahkum birbirilerinin kürelerini
taşıyorlar. Bu durumda fiziksel anlamda hiçbir şey değişmiyor.
Kendi kürelerini taşısalar aynı enerjiyi harcayacaklar. Fiziksel
anlamda bir sinerji yok. Ama duygusal anlamda müthiş bir
sinerji, inanılmaz bir paylaşım var. Bu mahkumlar, kendi
kürelerini taşımak yerine birbirlerinin kürelerini taşıyarak
birbirlerine "Sen benim dostumsun" mesajını veriyorlar. Bu
mahkumlar ortak bir kaderi paylaşmak zorunda olabilirler.
Birbirlerinin kürelerini taşıdıkları zaman kaderlerine yeni bir
boyut katıyorlar. Bizlere verdikleri mesaj belki de şu:
Yapılabilecek bir şey kalmamış gibi göründüğünde, yine de
yapılabilecek bir şeyler vardır. Yaşamın ayağınıza, sırtınıza
vurduğu yükü, bazen düşüncelerinizle, duygularınızla
hafifletebilirsiniz. Ben böyle yorumladım bu karikatürü.
(Ellerinde karikatürün kopyası olan dostlarımın göndermelerini
rica ediyorum. Böyle bir karikatür çizebiliriz; ancak sanatçının
imzası olmadan uygun olmaz.)
Yukarıda dile getirilen karikatürde iki insanın sinerjik
iletişimi, ürün veya para değil, dostluk üretiyor. Hem ürün
hem dostluk üreten bir başka sinerjik iletişim de imece.
Yapılabilecek bir şey kalmamış gibi göründüğünde,
yine de yapılabilecek bir şeyler vardır.
Yaşamın ayağınıza, sırtınıza vurduğu yükü,
bazen düşüncelerinizle, duygularınızla hafifletebilirsiniz.
İmecede Sinerji
Geleneksel kültürümüzde "imece" adı verilen bir etkinlik
vardı. (Azalmakla birlikte hâlâ yaşıyor.) Bir kadın,
tarhana, tavudka, kurut, yatak--yorgan gibi kışlık
hazırlıklarını tek başına diyelim on beş günde ancak
yapabilecektir. Mahalle veya köydeki on kadın, sırayla her
gün bir evde toplanır, maniler, türküler söyleyerek, on beş
günlük işi bir gün içinde yapıverirlerdi. İmece denilen bu
etkinlisin, bir sinerjik etkileşim olduğunu düşünebiliriz.
İmecede zaman tasarrufu olabilir, farklı bilgilerden, farklı
bakış tarzlarından ötürü, ürünlerde kalite artışı görülebilir.
Bunlar olmasa bile imece, en azından katılanlar arasında
birlik ve beraberlik duygusunu artırabilir, yalnızlığı
giderebilir.
Doğada, Nesnelerde, Sandalyede
Sinerji
Sinerjik etkileşim yalnızca insanlara özgü de değil.
Hayvanlar da bunu beceriyorlar. Örneğin arılar, karıncalar,
aslanlar... Belki bazı nesnelerin işlevleri de bir tür sinerjik
etkileşim sayılabilir. Bu düşünceden hareketle, doğada,
nesnelerde, örneğin bir sandalyenin bacakları arasında bir
tür sinerji bulunduğunu söyleyebilir miyiz? Sinerji,
işbirliği/dayanışma yoluyla güç artırımı demekti. Bir
sandalyeyi oluşturan parçalar, bir araya geldiklerinde, tek
başlarına oldukları zamana kıyasla daha işlevsel olurlar.
Bir sandalyenin ortasına otursanız ve ayaklarınızı yerden
kaldırırsanız, dört bacaktan her biri sizin ağırlığınızın
yüzde 25'ini taşır. Eğer bu dört bacaktan birisini kesersek,
vücudunuzun yüzde 25'i değil, tümü birden devrilir yere.
Bu durumda şunu düşünebilir miyiz: Sandalyenin her
bacağı, ağırlığınızın hem yüzde 25'ini hem yüzde 100'ünü
taşımaktadır. (Bu durum, kuantum fiziğindeki, bir
elektronun aynı anda iki farklı enerji durumunda
bulunabileceği bilgisine benzemektedir.) Bunun yanı sıra,
sandalye, her bir bacağının tek tek taşıyabileceği yükün
dört katından fazlasını taşımaktadır.
Bir sandalyeyi oluşturan parçalar,

bir araya geldiklerinde, tek baslarına oldukları
zamana kıyasla daha işlevsel olurlar
Bütün bunlara baktığımızda, sandalyenin dört bacağı
arasında muhteşem bir sinerji bulunduğunu düşünebiliriz.
Sandalye örneğinden yola çıkarak, doğadaki ya da yapay
çevredeki pek çok şeye bu gözle bakmak mümkündür.
Ekolojik dengede de bir tür sinerji bulunduğunu
düşünebiliriz. Coğrafi koşullar, bitkiler ve hayvanlar,
karşılıklı dayanışma içinde, tek başlarına yapamayacakları
olağanüstü bir şey yapmakta, büyük bir güç ve güzellik
yaratmaktalar.
Evlilikte Sinerji
Bir çiftin evliliklerindeki payları yüzde kaçtır? Yüzde 50-
50 mi? Tam değil. Kadının evlilikteki payı hem yüzde 50
hem yüzde 100'dür. Erkeğinki de öyle. Sandalye örneğine
benzer şekilde. Eğer kadının ve erkeğin evlilikteki payları
yüzde 50 ve yüzde 100 olmazsa, sözgelişi yüzde 51 ve
yüzde 49 olursa o evlilik sağlam durmaz. Sandalyenin
bacaklarından birisi diğerlerinden uzun olursa, o sandalye
de sağlam durmaz.
Bir kadın ile erkek arasındaki sinerji, hem biyolojik
anlamda çoğalmaya hem de mutluluğa yol açar.
İşyerinde Sinerji
İşyerlerinde, bireyler ve birimler arasında sinerji
bulunmalıdır. Ancak bunu her zaman görmek mümkün
olmuyor. Bazı şirketlerde üretim biriminin, zaman zaman

kendini fazla önemsediğini, en azından satış biriminden
üstün gördüğünü duyabilirsiniz. Aynı anda satış biriminin
de kendini üstün gördüğünü, "Ben satamazsam onların
üretmesi neye yarar, depolar dolar taşar, üretimi kısmak
zorunda kalırlar" dediğini işitebilirsiniz. Üretim ve satış
birimlerinin bu tavırları sinerjik değildir.
Acaba bir şirketteki birimleri sandalyenin bacakları gibi
düşünebilir miyiz? Diyelim ki bir şirkete ait üretim,
pazarlama, bilgiişlem ve insan kaynakları bir sandalyenin
dört bacağı gibi bir bütünü oluşturmaktadır. Her birinin
bütün içindeki payı yüzde 25'tir ve yüzde 100'dür.
Sandalyenin dört bacağından hangisinin diğerlerinden
daha önemli olduğunu söyleyemediğimiz gibi, bir şirketi
oluşturan birimlerden hangisinin diğerlerinden daha
önemli olduğunu da söyleyemeyiz. Tek başlarına önemli
bir işlev sergileyemeyecek olan birimler, bir araya gelip
sinerjik bir iletişim oluşturduklarında, büyük bir güce
sahip bir şirket ortaya çıkarabilirler.
Giderek artan bir şekilde iş dünyasında sinerjiden, ekip
olmaktan söz ediliyor. Ekip olmak önemli şüphesiz.
Ancak ekip olmayı olmazsa olmaz bir şart kabul etmek,
ekip olamayanların işe yaramaz olduklarını düşünmek, her
halde bir abartı olsa gerek. Her konuda olduğu gibi bu
konuda da aşırılıktan kaçınmak, gerektiğinde istisnaları
kendi sınırları içinde değerlendirmek doğru olmalı. Yerine
göre yöneticilerin, ekip çalışmasına yatkın olmayan
kişileri, kendi yetenekleri ve tercihleri doğrultusunda,
bireysel olarak çalışabilecekleri işlere yönlendirmeleri
yararlı olabilir.

Moreno'nun Sosyometri'sinde, birlikte çalışan, yaşayan
insanlara, kiminle birlikte çalışmak, yaşamak istedikleri
sorulur*. Araştırmalar, karşılıklı olarak birbirlerini seçen
kişilerden oluşan ekiplerde verimin arttığını, hata oranının
düştüğünü göstermektedir. Bu konudaki klasik çalışmalar
ışığında yeni araştırmalar yapılmasında, günümüzde
işyerlerinde pek dikkate alınmayan sosyometrik tercihlere
önem verilmesinde yarar vardır. Sinerjik etkileşim için,
ekip olabilmek için, çalışanların sosyometrik tercihlerinin
sorulması, bu alanda yeni ufuklar açabilir.
* Moreno, (1962) Sosyometri ve Psikodrama, Dökmen, Ü., Sistem Yayıncılık,
2003

20
YILDIRMA (MOBBING),
İŞYERİ FOBİSİ, KURUM
DEPRESYONU
Genellikle küçük sorunlar bir araya gelir, önemli sorunlara
yol açar, bunlar da sinerjik etkileşimi, ekip olmayı
zorlaştırır veya imkânsız kılar. Küçük birikimler büyük
patlamalara, damlalar sellere sebep olur. Küçük
birikimlerin yol açtığı büyük sorunlardan üç tanesinin
adını belirtecek olursak şunları sıralayabiliriz: Yıldırma,
kurum depresyonu ve işyeri fobisi. Bunlar, birbirlerinden
bağımsız olarak ortaya çıkabilecekleri gibi, birbirleriyle
karşılıklı etkileşim içinde de görülebilirler.
Söz konusu bu üç kavramı, gelecek kitapta ayrıntılı olarak
ele alacağız. Şimdi kısaca, niteliklerinden ve bunlara
ilişkin araştırmamdan söz etmek istiyorum.
Mobbing karşılığı olarak dilimizde ilk kez "İşyerinde
duygusal taciz" denildi; daha sonra ben "İşyeri zorbalığı"
ifadesini kullandım. Son olarak meslektaşlarımla
"yıldırma" kelimesi üzerinde karar kıldık. Yıldırma kısaca
şu: Bir işyerinde, bir apartmanda veya bir mahallede
birlikte yaşayan bir grup insan, çok küçük bazı
farklılıklarından ötürü (bu farklılıklar, ille de olumsuz
özellikler olmak zorunda değildir), içlerinden birisini,
bilinçli/kasıtlı olmaksızın kurban olarak seçerler ve
giderek artan bir tempoda onu beceriksiz, geçimsiz olarak
algılamaya başlayıp itici davranışlarıyla bu kişiyi
gerçekten de beceriksiz, geçimsiz, mutsuz, sorunlu bir
insan haline getirirler; o kişiyi psikolojik ve fiziksel
anlamda ciddi olarak zedelerler.
İşyeri fobisi kavramı tarafımdan ortaya atıldı. Okul
fobisine benzer bir oluşumun işyerlerinde de ortaya çıktığı
kanısındayım. Çeşitli nedenlerden kaynaklanabilecek
işyeri fobisinin niteliği ve ülkemizdeki yaygınlığı
araştırılmaya değer bir konudur. Yıldırma ve işyeri fobisi
konusundaki araştırmaya temel oluşturmak üzere
İnternet'te www. isyerifobisi. com adlı bir site oluşturduk.
Bu siteye girip yıldırma konusunda çevrenizde
gözlediğiniz veya başınızdan geçmiş olayları anlatarak ve
işyeri fobisiyle ilgili ölçeği doldurarak, veri toplanmasına
katkıda bulunabilirsiniz.
Lütfen İnternet'te
www.isyerifobisi.com adlı siteye bakınız.
Bilimsel literatürde kurum/örgüt depresyonu
(organizational depression) adı verilen şey, ana
çizgileriyle bireyin depresyonunu hatırlatır nitelikte. Kimi
kurumlarda ortaya çıkan kurum depresyonunda,
kurumdaki genel havada umutsuzluk vardır; elemanlarda
kurumu değersiz görme, kurumu ve birbirlerini suçlama

eğilimi yaygındır. Özellikle kurumun geleceğine ilişkin
motive edici beklentiler yoktur, karar verme sıkıntısı
vardır.
Kurum depresyonu içinde bulunan kurumlarda,
dilimizdeki ifadesiyle kurum üyelerinin üzerine ölü
toprağı serpilmiş gibidir. Vizyon ya hiç yoktur ya da
unutulmuştur. Kurum genelde yeniliklere açık değildir.
Yeni katılan bir kişi, henüz depresif havaya kapılmamış
olsa ve herhangi bir yenilik önerse, diğer üyelerin tepkileri
genelde "İlginç, ama bizde olmaz; genel müdür sıcak
bakmaz; daha önce denedik olmadı" şeklindedir. Bu tür
kurumlarda ne önerirseniz önerin, ne hikmetse daha önce
bir kere denenmiş (!) ama işe yaramamıştır. Kısacası
yapacak bir şey yoktur.
Kurum depresyonu, ölçülebilir, teşhis edilebilir bir
sorundur. Giderilmesinde, bilişsel--davranışçı
yaklaşımdan ve hobi terapiden ağırlıklı olarak
yararlanılabileceği görüşündeyim.

21
HOBİ TERAPİ
Okuma terapisi (biblioterapi), filmterapisi (sineterapi) adı
verilen yaklaşımlar var. Birincisinde belirli kitapları
okuyan, ikincisinde ise film izleyen bir grup bunu bir
uzmanın denetiminde tartışır. Söz konusu uzmanın,
etkileşim grupları konusunda bilgi sahibi bir psikolog,
psikiyatrist veya psikolojik danışman olması gereklidir.
Bu yaklaşımlar, tedavi amaçlı uygulanabileceği gibi,
rehberlik/psikolojik danışma kapsamında ruhsal gelişim
sağlamak amacıyla da kullanılabilir. Kullanım amacı ne
olursa olsun, grubu yönetecek liderin psikoloji, rehberlik
veya psikiyatri alanında uzman olması vazgeçilmez şart
olmalıdır. Bu alanlar dışında uzmanlaşmış kişilerin
yönetecekleri tartışma grupları da şüphesiz yararlı olabilir,
ancak başka bir şey sayılır; biblioterapi veya sineterapi
sayılmaz.
Bir süredir, kişilerarası iletişimle ilgili seminerlerimde,
konferanslarımda zaman zaman astronomiyle, biyolojiyle
ilgili kısa kısa bilgiler vermeye başladım.
Bazen de müzik eşliğinde, Büyük Patlama'dan (belki böyle
bir şey var) bu yana evrenin, dünyanın oluşumunu
anlatıyorum. Bu uygulamaya "Evreni Hatırlama Egzersizi"
www.webturkiyeforum.com
adını verdim. Bunların tümünün izleyicilere iyi geldiğini,
onları rahatlattığını, yaşama farklı bir gözle bakmalarını
sağladığını, yaşama sevinçlerini artırdığını gözlüyorum.
Bu gözlemlerden yola çıkarak ve biblioterapi, sineterapi
kavramlarından esinlenerek "Hobi terapi" adını verdini bir
yaklaşım ortaya koymayı düşünüyorum.
Hobi terapide, küçük gruplarda katılımcılara astronomi,
biyoloji, arkeoloji, antropoloji, fizik, coğrafya gibi
alanlarda veya el sanatları konusunda, herkes tarafından
anlaşılabilir dilde, çoğunluğun ilgisini çekebilecek
nitelikte bilgiler verilecek, küçük uygulamalar yapılacak,
etkileşim grupları konusunda eğitim almış bir psikolog,
psikolojik danışman veya psikiyatrist liderliğinde, grup
üyelerinin duyguları--düşünceleri ele alınacaktır.
İnsanlar, coğrafya okuyor, teleskopla gözlem yapıyor veya
el sanatlarıyla uğraşıyorlar; bunlar zaten hobi terapi oluyor
diye düşünülebilir; ancak bu doğru olmaz. Bu tür uğraşlar,
hobiler, uğraşana iyi geliyor olabilir, belirli bir terapötik
etkileri bulunabilir. Ama burada söz konusu olan terapötik
etki, kontrol altına alınmış, sistematik hale getirilmiş bir
etki değildir; tesadüfi niteliktedir. Bu yüzden biyoloji
okumayı, hobi edinmeyi, hobi terapi saymıyoruz. Hobi
terapide, sistematik bir tarzda psikolojik müdahale, liderin
bilinçli bir katalizörlüğü söz konusudur. Hobi terapinin
işleyişi genel çizgileriyle şöyle olmalıdır:
Grup, etkileşim grupları konusunda uzmanlaşmış bir ruh
sağlığı uzmanının liderliğinde toplanır. Astronomi,
biyoloji... konularında yetişmiş bir uzman, grubun
anlayacağı dilde bilgiler verir; veya grup lideri, astronomi,
www.webturkiyeforum.com
biyoloji... uzmanlarınca hazırlanmış bilgileri okuduktan
sonra gruba aktarır; ya da grup üyeleri biblioterapide
olduğu gibi grup öncesinde bu bilgileri kendileri okurlar.
Bunun üzerine lider grup içinde paylaşım başlatır. Üyeler
edindikleri bilgilere ilişkin duygularını, izlenimlerini
paylaşırlarken, lider belirli psikoterapi/psikolojik danışma
yaklaşımlarına uygun olarak grubu yönetir. Örneğin
psikodrama yapabilir veya bilişsel--davranışçı yaklaşımı
uygulayabilir. Gerekli bulduğunda eklektik bir yaklaşım
izleyebilir.
Hobi terapinin iki temel işlevi olacaktır. Birincisi,
astronomide, biyolojide veya el sanatlarında edinilen
bilgiler, psikodramadaki ısınma aşaması gibi, grup
etkinlikleri için bir ısınma sağlayabilir, ikincisi, belki de
daha önemlisi, katılımcıların, kendileriyle uğraşmaktan
uzaklaşıp dış dünyaya ilgi göstermeleri, ilgi alanlarını,
dolayısıyla yaşam alanlarını genişletmeleri sağlanabilir.
Her iki işlev de ruhsal gelişime katkıda bulunacak
niteliktedir.
Büyük bir ihtimalle hobi terapinin en etkili yanı,
katılımcıların, yaşamı ilginç ve heyecan verici bulmaları,
dış dünya ile iletişimlerini artırarak ruhsal sorunlarından
uzaklaşmaları olacaktır. Ruh sağlığı ile dış dünyaya ilgi
duyma arasında karşılıklı etkileşim bulunduğunu
düşünebiliriz. Kişinin ruh sağlığı bozuldukça dış dünya ile
etkileşimi de azalacaktır. Aynı anda dış dünya ile
etkileşimin azalması da ruh sağlığını bozucu bir etkiye
sahiptir. Yoğun ruhsal sorunları olan kişilere hobi
terapinin yarar sağlayacağını herhalde düşünemeyiz.
Ancak hobi terapinin bir tür koruyucu ruh sağlığı işlevine
www.webturkiyeforum.com
sahip olacağını, dış dünya ile sağlıklı etkileşim içinde
bulunan bir kişinin ruh sağlığının bozulma ihtimalinin -
sıfır olmasa da- azalacağını düşünebiliriz.
Hobi terapi, günlük yaşamda karşımıza sık sık çıkan,
bazen ise hiç çıkmayan küçük şeyleri fark etme ve
heyecan duyma ihtimalimizi artıracaktır. Belki de
yaşamımızın süresine ve kalitesine katkıda bulunacaktır.
Eğer bu olursa, yaşamda küçük şeylerden büyük
kazançlara giden yolda bir tür sinerji de yaratmış oluruz.
Hobi terapinin niteliği ve işlevleri konusunda
öğrencilerimle program geliştirmeye ve deneysel araştırma
yapmaya çalışıyoruz.

SONSÖZ
Küçük Şeyler'de her zaman söylediğim bir şeyi
tekrarlayarak kitabı bitirmek istiyorum. Çocuklarınızı
eğitirken bazı hatalar yaptığınız için sakın kendinizi
suçlamayınız. Ana babaların sayılabilir miktarda hataları
vardır; ama sayılamayacak kadar artıları vardır.
Çocuklarınız için nice şey yaptınız; hepsinden önemlisi
sevdiniz onları. Sayılabilir miktarda hatanız var diye,
binlerce, onbinlerce artınız çöpe gitmesin. Önemli olan,
gelişmek ve fark edilen hataları tekrarlamamaktır.
Fransızların dediği gibi, başkalarına çiçek atınız ama bu
konuda da -her konuda da- arada bir de kendinize çiçek
atınız.
Dağlarda, koparılmamış bütün çiçekleri, koparmadan
sizlere hediye ediyorum. Görüşmek üzere.
.

Hiç yorum yok: