14 Nisan 2016 Perşembe

Nusayrîler (El-Nusayrîyye) ya da Arap Alevîleri

 Nusayrîler

 (El-Nusayrîyye) ya da Arap Alevîleri

1 Etnik kökenleri 2 Etimoloji 2.1 Nusayrî isminin kökeni 3 Nüfus ve dağılımı 3.1 Türkiye Nusayrîleri 4 Dil 5 Din 5.1 Nusayr’îyye Tarikâtı 5.1.1 Nusayrî i’tikadı 5.1.2 Tarikâtın özellikleri 6 Alavi Özerk Bölgesi 7 Nusayr’îyye Tarikâtı’nın Şiîlik mezhepleri arasındaki konumu 8 Ayrıca bakınız 9 Resimler 10 Kaynakça Etnik kökenleri Nusayrîlerin birçoğu kökenlerini Horasan Türkleri‘ne dayandırır. Kendilerini, Harun Reşid‘in yerine geçen oğlu Mutasım‘ın Horasanlıbir Türk olan annesinin aşîretinin torunları olarak kabul ederler.[5] 700’lü yıllardan başlayarak Türkiye sınırları içerisindeki topraklara yerleştirilmiş Oğuz Horasan Türkleri olduğu belirtilmektedir.[6]
Adana ve Mersin‘deki Arapların kökeni üzerine iki ayrı görüş vardır:
Kavalalı Mehmet Ali Paşa döneminde 19. yüzyılın başında Mısır’ın Anadolu’ya saldırısından sonra Mısır ordusundaki askerlerin bir bölümünün dönmeyip Anadolu‘da kaldığı ilk önermedir.[6] Ancak daha kuvvetli olan erken Hıristiyanlık döneminde zâten burada olmaları ve daha sonra yaklaşık 7. – 8. yüzyılda bölgenin İslâm-Arap ordusunun istilasına uğramasıyla Arapların yerleşmesi şeklindedir.[6]
Berberî kökenli oldukları kesinlikle iddia edilemez; çünkü Berberîler sadece Kuzey Afrika‘da yaşarlar, Mısır’da yaşamazlar.[6]
Nusayrîlerin etnik kökeni üzerinde duranların başında Tankut gelir. Tankut, eski Türk topluluklarının inançlarından iz taşıdıklarından hareketle Nusayrîlerin Türk olduklarını iddia eder. Bu görüşü Önder de destekler. Önder, yerli ve yabancı antropologlarınNusayrîlerden elde ettikleri kafa endisi, dil ve kültürel özelliklerine dayanarak bu gurubun Türk olduğunu savunur.[özgün araştırma?]
Andrews, Aringberg Laonatza ve Olsson gibi araştırmacılar, Nusayrîlerin Arap etnik kökene sahip olduklarını savunmaktadırlar.[kaynak belirtilmeli]Nusayrîlerin büyük çoğunluğu da (% 99,5) kendilerini Arap Alevîsi olarak tanımlarlar.[özgün araştırma?]
Etimoloji Nusayrî halkı, kendini adlandırma konusunda çeşitlilik gösterir. Mezhebin kurucusu Muhammed bin Nusayr‘in isminden türeyen Nusayrî sözcüğünün kendileri için kullanılmasını istemediklerinden Türkiye‘de genelde Arap Alevîsi denir.[kaynak belirtilmeli] Mezhebin kurucusu olan Ebû Şu’ayb Muhammad ibn Nusayr‘in isminden türeyen “Nusayrî” tanımlaması kullanılmaktadır. On Birinci İmâmHasan el-Askerî‘nin öğrencisi Muhammed bin Nusayr‘ı (ö. 883) otorite kabul ettikleri için bu adı alırlar[kaynak belirtilmeli]
Nusayrî isminin kökeni Nusayrî ismi ile ilgili olarak Doğu bilimcisi Fransız etnolog Massignon, temelde beş kaynak öne sürer:
Massignon diyor ki: Nusayrî adı, tahkir amacıyla Nasrânî adının küçültme kalıbı olabilir. Nasranî, Hıristiyan demektir. Sünnîler, Alevîleri Hıristiyan olmakla suçlarlardı. Nasranî kelimesinin Arapça‘ya göre küçültme kalıbı olsaydı bu ismin Nusayranî şeklinde olması gerekirdi.[kaynak belirtilmeli] Kufe‘deki Nasuraya köyünden gelmiş olabilir. Nazerînî kelimesinin bozulmasından olabilir. Bu sözcük Latince‘dir ve Haçlılar tarafından oradaki dağa bu isim verildi. Aynı zamanda Romalılar zamanında Suriye‘de bir eyaletin ismiydi.[özgün araştırma?] Şiî şehitlerinden biri olan Nuşayr isminden geliyor olabilir.[özgün araştırma?] İddiaların en sağlamı, mezhebin kurucusu Muhammed bin Nusayr adındaki kişinin adıyla ilgili olmasıdır.[özgün araştırma?] Bu arada kimi ılımlı ve dost kılığına girmek isteyen yazarlar, Ebû Şu’ayb Muhammad ibn Nusayr kötü bir isim kazanmış diye Arap Alevîler’e (Nusayrîler) acıyarak ona intisap etmesini uygunsuz sayar ve ismin başka kaynaktan geldiğini iddia eder. 5-6 ve 7. yüzyıl‘da Sünnî iktidarın zulüm ve baskısından kaçarak Nusre denilen dağa tırmanıp yerleşerek sonraları dağın adından türetilen Nusayrî adıyla tanınmaya başlandıklarını öne sürer. Zîrâ Nusre ile bağlantılı olsaydı, yine Arapça‘nın kurallarına göre Nusrevî olması gerekirdi.[özgün araştırma?]
Levant bölgesindeki Nusayrîlerin günümüzdeki dağılımını gösteren harita.
Nüfus ve dağılımı Dünya genelinde yaklaşık 3.000.000 Nusayrî vardır. Dünya genelinde yaşayan Nusayrîlerin büyük bir kısmı Suriye‘dedir. Bu sayıları ile Nusayrîler Suriye nüfusunun % 11-15’ini oluşturmaktadır. [kaynak belirtilmeli]
Dünya genelinde yaşayan Nusayrîler; Suriye (2.500.000), Lübnan (100.000) ve Türkiye‘dedir (350.000). Ancak Dünya‘nın farklı bölgelerinde, özellikle Almanya, Fransa ve Avustralya‘da da Nusayrîler yaşamaktadır.[kaynak belirtilmeli]
Türkiye Nusayrîleri Nusayrîlerin Hatay ilinin genel nüfusu içindeki oranı, il merkezindeki oranın altındadır (%30’a yakın). Osmanlı döneminin vilayetmüfettişlerinden Emin Gâlib Et-Tavil‘in “Nusayrîler” adlı kitabına göre Adana ve Mersin‘deki Arap Alevîleri de Nusayrî kökenlidir.[kaynak belirtilmeli] Ancak bu yörede yaşayan ve yerel halk tarafından Fellah (çiftçi) olarak adlandırılan Arap halkıyla etnik köken ve dînî inanç bakımından ilgileri bulunmamaktadır.[kaynak belirtilmeli]
Dil Ana dilleri Arapça‘dır. Suriye’deki Gebel ve Ensari‘ye bağlı Süryânî/Lübnan lehçelerini konuşurlar. Yaşlı nesil, hâlâ Arapça konuşmaktadır.[7]
Türkiye‘de ise 1939‘da Hatay‘ın katılmasından sonra doğmuş olan nesil tarafından Türkçe konuşulmaktadır. Bugün Arapça ile Türkçe’nin bir karışımı konuşulur. Yaşlı nüfusun bir bölümü yaşadıkları bölgenin bir zamanlar Fransız hakimiyetinde olmasından dolayı Fransızca da bilmektedir.[8]
Din Ana madde: Nusayrî inancı İmamiye-i Gâl’îyye‘den olan Nusayr’îyye tarikâtının asıl kurucusu, Irak’ta Kûfe ile Vâsit[9] arasında bir yerde bulunan Canbelâ Köyü doğumlu, Hasan el-Askerî ile yakın ilişkileri bulunan okumuş bir ailenin mensubu, “Şeyh Bayrak” nâmıyla ün salan ve Nusayr’îyye Tarikâtı‘nın ulûsu olarak addedilen, yaklaşık olarak 957/968 yılları arasında Halep‘te vefât eden “Ebû Abd-Allâh el-Huseyin ibn Hemdân’ûl-Canbûlânî El-Hasîbî”[10] (Arapça: الحسين بن حمدان الخصيبي‎) adındaki zâttır. Bu Tarikâtın bâtıni i’tikadı, Şeyh Bayrak’ın Antakyaköylüklerindeki hâlife ve mürîdlerinden olan “Muhammed bin Âliyy’ûl Cillî” ile “Meymûn bin Kâasım’ıt Tabarânî” tarafından çevreye yayılmıştır. (Nusayr’îyye Tarikâtı şeceresi [11].)Ayrıca, “Muhammed ibn-i Cündeb” ve “Muhammed’ûl Cennân’îl Cünbûlânî” adındaki kişiler de Nusayr’îyye Tarikâtı bâtıni-i’tikadının neşriyâtına büyük ölçüde katkıda bulunmuşlardır.[10]
Nusayr’îyye Tarikâtı Adını On birinci İmâm Hasan El Askeri‘nin öğrencisi Ebû Şu’ayb Muhammad ibn Nusayr‘dan alan, Câferiyye Şiîliği ile Anadolu Alevîliği‘nden inanç yönüden ayrılarak, İsmâilîyye,Dürzîlik, Hıristiyanlık ve Suriye‘deki diğer inançları da içeren ve Kitâb el-Mecmû adındaki duâ kitabını dînî eğilimlerinin ana kaynağı olarak kabul eden Ehl-i Beyt inancı.[12]
Ayrıca bakınız: Nusayr’îyye Nusayrî i’tikadı Günümüzde, Nusayr’îyye Tarikâtı‘nın müntesiplerinin büyük çoğunluğunu Nusayrîler‘in oluşturmasına rağmen, Nusayrîler’in tamamının kesin olarak bu tarikât mensûplarından olduklarını söylemek mümkün değildir. Nusayrî nüfus içerisinde değişik mezheplerden olan kişilere de sıklıkla rastlamak mümkündür.
Ayrıca bakınız: İmâmet (Nusayr’îyye i’tikadı) Tarikâtın özellikleri İnancın kurucusu Ebû Şu’ayb Muhammad ibn Nusayr (Muhammed bin Nusayrul Abdiyy’in Numayrî)’dir. Ancak Nusayrîliği sistemleştirip yayan kişi olarak Hamdam büyük saygı görür. Nusayrîlerin kutsal kitabı Kitâb el-Mecmû‘dur. Nusayrîler kendilerini Alevî olarak kabullenirler. Alevîler de Nusayrîleri kendilerinden tanırlar. Ancak Anadolu Alevîliği ile Nusayrîlik farklıdır. Haydarî ve Klâzî olarak iki gruba ayrılırlar. Klâzîler Türkiye‘deki topluluğun % 30’unu oluştururlar ve daha tutucudurlar. Suriye‘de ise Klâzîler çoğunluktadır.Suriye yönetimindeki Esedlerin de mensubu olduğu Nusayrîler, Suriye‘de toplam nüfusun % 14’ünü oluştururlar. Hafız Esed ve ailesi de Nusayrîdir.[5]
Ayrıca bakınız: Nusayr’îyye Tarikâtı Alavi Özerk Bölgesi Ana madde: Alavi Devleti Fransız mandası altında 1920‘de Alavi Özerk Bölgesi (Fransızca: Le territoire autonome des Alaouites) kurulmuş ve 5 Aralık 1936‘da Suriye‘ye ilhak edilmiştir.
254px-Alawites_in_the_LevantNusayr’îyye Tarikâtı’nın Şiîlik mezhepleri arasındaki konumu Ana madde: Şiilik Haşim bin ʿAbd Menâf Haşimoğulları ʿAbd el-Muttalib bin Haşim Amine bint Vehb ʿAbd Allâh bin ʿAbd el-Muttalib Ebû Tâlib Ez-Zûbeyr Hamza `Abbâs‘binʿAbd‘el’Muttalib Hatice bint Hüveylid Muhammed Mustafa ʿAbd Allâh bin `Abbâs Fatıma Zehra Ali el-Mûrtezâ Havlet bint Câ’fer `Alî bin ʿAbd Allâh Salmân-ı Fârisî Hasan el-Mûctebâ Hüseyin Seyyid eş-Şühedâ Muhammed bin el-Hânifîyye Abbâsîler Muhammed “el-İmâm”bin `Alî bin el-`Abbâs Hasan bin Zeyyîd Zeyyîd bin Hasan Hasan el-Mû’tenâ Ali Zeyn el-Âb’ı-Dîn Keysanîlik Bû’Müslim’îyye Mazdaizm Taberistan Alavîleri El-Dâî’Kebîr Hâlife Hasan ʿAbd Allâh el-Kâmil Muhammed el-Bakır Zeyd bin Ali eş-Şehid Sinbâd’îyye Neo’Mazdekçilik İbrahim bin ʿAbd Allâh Muhammed bin ʿAbd Allâh(Nefs’üz-Zekiyye) İdris bin ʿAbd Allâh İdrisiler (Zeyd’îyye) İmamîlik Zeydîlik El-Mukannaʿ’îyye Hûrrem’îyye (Babek Hûrremî) Yahya bin ʿAbd Allâh Z’ûl-Nûn el-Mısrî Câ’bir bin Hayyân[13] Câʿfer es-Sadık[14] Hasan bin Zeyd’ûl-Alevî Kızılbaşlar Gnostisizm Ebâ Yezîd-i Bistâmî ʿAbd`Allâh‘el’Eftâh‘bin’Câʿfer‘i’Sâdık İsmâ‘îl bin Câʿfer el-Mûbarek Musa el-Kâzım Çepniler Tahtacılar Fethîlik (Eftâh’îyye) Vâfî Ahmed (ʿAbd Allâh bin Muhammed bin İsmâ‘il) el-Vâfî Muhammed‘bin’İsmâ‘il‘eş’Şâkir(El-İsmâʿîliyyet’ûl-Hâlisa) Ali er-Rıza Taberistan Zeydî-Alavîler Emîrliği Horasan Melametîliği Muhammed bin ʿAbd Allâh el-Eftâh Takî Muhammed (ʿAhmed bin ʿAbd Allâh bin Muhammed) et-Tâkî İsmailîlik (İsmâ‘il’îyye/Yedicilik) Muhammed el-Takî‘yyî’l Cevâd Tavvûsîlik(Tavvûs’îyye/Altıcılık) Bâtınîlik (Bâtınîİsmâ‘il’îyye) Ezoterizm Sufilik Razî ʿAbd Allâh (Hüseyin bin ʿAhmed bin ʿAbd Allâh) ez-Zeki Kûfeli Hamdân Kârmat(Karmatîyye/Yediciler) Ali en-Nakî‘yyî’l-Hâdî Vâkıfîlik (Vâkıf’îyye) Mitraizm Sâbiîlik Ebû Muhammed ‘Ubayd Allâh ibn el-Huseyn el-Medhî Ebû-Saʿid Hasan bin Behrâm Cennâbî (Bahreyn) Hasan el-Askerî Muhammed‘bin’Ali‘en’Nakî Muhammedîlik(Muhammed’îyye) Muhammed ed-Derezî Fâtımîler Hâlifeliği Karmatîlik (Yediciler/elʿBakl’îyye) Muhammed el-Mehdi FazlʿAllâh Esterâbâdî(Nâimî) Muhammad bin Nusayr Dürzîlik Mustâlîlik Nizarî İsmailîlik On İki İmam Hurûfîlik Nusayrîlik Mecîd’îyye/Hâfız’îyye Tâyyîb’îyye Pamir Alevîliği Kabbalah Sünnî Buhra DavudîʿBuhra’1094 Elemûtlar (Sabbahiyye) Muhammed Kebir Azizî Mahmud Pâsikhânî Câʿferî Buhra (1426) Patanî Buhra (1538) SüleymanîʿBuhra’1591 Alavî Buhra (1625) Tâcü’l-Ârifîn Ebu’l VefâVefâîlik (Vefâ’îyye) Nûktâvîlik(Nûktâv’îyye) Hebtiahs Buhra (1754) Etbeî’MelekʿBuhra’1840 İleri Davudî Buhra (1977) Tac’ed-Dîn GeylânîHalvet’îyye/Zahid’îyye Ebu’l Bekâ Baba İlyasBâbâîlik (Bâbâ’îyye) Seyyid Nesîmî(Hurûf’îyye) Yusuf HemedaniMelâmet’îyye/Kalender’îyye Ûveys bin Âmir-î Karenî (Üveys’îyye) Onikicilik Safî’ûd-Dîn İshakSafev’îyye Baba İshak İshak’îyye Dedebabalık(Bektaş’îyye) Hoca Ahmed YesevîYesevîlik / Melâmet’îyye Hallâc-ı Mansûr (En-el Hak) Cûneyd El-Bağdâdî Sadr’ed-Dîn Mûsa /Hoca Âlâ’ed-Dîn Âli Hâmid’ûd-Dîn-i Veli / Hacı Bayram-ı Veli Ahmed er-Rıfai Kutb’ûd-Dîn HaydarKalenderîlik / Yesevîlik Muhy’ûd-Dîn-i Ârabî (Vahdet-i Vücud) Abdülkâdir Geylânî (Kadir’îyye) Şeyh İbrahimCûneyd / Haydar Bayram’îyye/Celvet’îyyeAzîz Mahmûd Hüdâyî Rıfâ’îyye Hacı Bektaş-ı VeliHaydarîlik / Ekberîlik Sadr’ed-Dîn Konevî (Ekber’îyye) Yefâ’î / Şah Ni’metullah-i Veli Sultân Ali MirzaSafevîler / Hatai Sarı Saltuk Dede(Saltuk’îyye) Galip Hasan Kuşçuoğlu Ahi Evran / Âhiler Kızılbaşlık Ni‘metullâh’îyye İsnâ‘aşer’îyye Barak’îyyûn Galibilik Taptuk Emre Abdal Mûsa Burhan’ed-Dîn Hâlil’ûllâh Anadolu Alevîliği Kürt Alevîliği Yunus Emre Balım Sultan Nadir Şah Sultan Sahak Adi bin Misafir Kaygusuz Abdal Bektâşîlik Nûrbakş’îyye Câʿfer’îyye Yâresânîler Êzidîler Âli’îyye Harabât’îyye Usûlî Ahbârî Pir Sultan Abdal Celâl’îyye Afşarlar Luviler Kabalizm Kul Himmet Kaçarlar Işık Alevîliği Şeyhilik Bâbîlik Velâyet-i Fakih yâ Hükûmet-i İslamî Ezelî Bâbîler Bahâîlik İran İslâm Cumhuriyeti KONULAR kategorisinde yayınlandı 

ALEVİ BEKTAŞİ KAYNAKLARINDA İNSAN YETİŞTİRME MODELİ

ALEVİ BEKTAŞİ KAYNAKLARINDA

 İNSAN YETİŞTİRME MODELİ

Geleneksel Aleviliğin kaynaklarında ahlaki esasları vurgulayan, şeyh-mürit ilişkini düzenleyen, mürşidin özelliklerini belirten, talibin vazifelerini sayan bölümlere sıkça rastlamaktayız. Örneğin Alevi kaynaklarının en önemlisi Cafer-i Sadık Buyruğunda şöyle bir pasaj bulunmaktadır: “Bir talibin piri ırak olup, eli ermese o vekâleten gayrıdan el tuta, görüle. Her kaç seneden sonra piri gelirse yine pirine ikrar etmek erkândır. Zira eğer atasının pirini inkâr ederse münkir olur. Mizanı bozmuş olur…” Bu ve benzeri ifadelere Alevi Bektaşi kaynaklarında fazlasıyla rastlamak mümkündür. Zira bu metinlerin muhtevasının geneli ve ana teması insan eğitimidir. Alevi Bektaşi metinlerinde bu hususun ön plana çıkması; Aleviliğin, gelişim dönemini Vefaîlik, Yesevîlik, Haydarîlik ve Kalenderilik gibi tarikatların havzasında gerçekleştirmiş tasavvufî bir yapı olmasıyla açıklanabilir. Alevi Bektaşi geleneğini oluşturan temel klasikler ele alındığında Alevi Bektaşi birey için içsel, yatay ve dikey olmak üzere üçlü bir model kurulduğu ve “yol”a giren taliplerin bu üç boyutlu eğitim sistemiyle eğitilmeye çalışıldığı görülür. Biz bu araştırmada genel olarak metin analizi metodunu kullanarak Buyruk, Erkânnâme, Makâlat, Fatiha Tefsiri, Şerh-i Besmele ve benzeri Alevi Bektaşi kaynaklarında bu meseleyi tespit etmeye çalışacağız. Anahtar Kelimeler: Alevilik, Bektaşilik, ahlak eğitimi, din eğitimi, din, İslam THE MODEL OF MASS EDUCATION IN ALEVI-BEKTASHI’S SOURCES Abstract We often encounter the chapters that organize the sheikh’s relationship with their followers in sources of traditional Alewism. For example, there is in one of the classic Alewi’s works “Buyruk” a passage: “If Talip’s Pir is away him, he must be connected to someone else as a proxy. After many years if his Pir comes back he would have to swear allegiance to him. If he denies his ancestor’s Pir, he becomes a disbeliever. He would have upset the balance … It is possible to come across such statements in classical works. The main theme of this text is the education of * Bu çalışma, 18-20 2014 Nisan tarihinde Erzurum’da Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından düzenlenen “Hz. Peygamber ve İnsan Yetiştirme Düzenimiz” konulu Kutlu Doğum Haftası Sempozyumunda bildiri olarak sunulmuştur. ** Yrd. Doç. Dr., Namık Kemal Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tekirdağ/Türkiye, akturkhamit@gmail.com *** Öğr. Gör., Muş Alparslan Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi, Muş/Türkiye, taliptugrul@gmail.comDOI:10.12973/hbvd.72.139 TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 Hamit AKTÜRK – Talip TUĞRUL 212 people. The cause of the prominence of these issues in the Alewi Bektashi texts is that it has a mystical structure such as Vefailik, Haydarilik, Yesevilik, Kalenderilik. When is analyzed the basic classical Alewish Bektashi’s texts, it is seen that the three recommended ways for the training of individuals. Those are internal, horizontal and vertical models. And it is seen that Talips who come the “path” were educated with this three-dimensional training system. In our research we will use in general text analysis methods. So we will try to identify this issue in Alewi’s Works as Buyruks, Erkanname, Makalat, Fatiha Commetary, Besmele Commentary. Key Words: Alewish, Bektashi, moral education, religious education, religion, Islam Giriş Anadolu Alevi Bektaşiliğinin klasik kaynaklarının neler olduğu, üzerinde ittifak edilmiş bir olgu değildir. Ancak bu konuda araştırma yapanların pek çoğunun fikir birliği ettiği temel bazı kaynaklar şunlardır: Nehc’ül- Belağa, İmam Cafer Buyru- ğu, Makalât, Fatiha Tefsiri, Şerh-i Besmele, Hadis-i Erbain Şerhi, Makalât-ı Gaybiyye ve Kelimat-ı Ayniyye, Vilayetnâme-i Hacı Bektaş-ı Veli, Fevaid, Erkânnâme, vb… Bu kaynaklara daha sonraki yıllarda oluşturulan divânları da eklersek liste uzayacaktır. Ancak biz bu çalışmamızda genel olarak daha sonraki yıllarda yazılacak olan eserlere de kaynaklık etmesi bakımından İmam Cafer Buyruk’unu, Erkânnâme ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin eserlerini ele aldık. Hz. Ali’nin “Nehc’ül- Belağa” adlı eseri ise Anadolu Aleviliği açısından kaynaklığı müstakil bir çalışmanın konusu olduğu için kapsam dışında tutulmuştur. Bu araştırma boyunca “Yol bir, sürek bin bir” prensibi çerçevesinde Alevi Bektaşi havzasında var olan tüm eserlerin, kitlenin tamamı tarafından kabul edildiği şeklinde bir zühule kapılmadan, söz konusu eserlerdeki ortak noktalar yakalanmaya çalışılmıştır. Bir çeşit yaygın eğitim kurumu olarak da görülen Alevilik ve Bektaşilik (Eğri, 2003: 21), temel kaynaklarında insan eğitimini merkeze alan bir kurgu oluşturmuş- tur. Alevi Bektaşi klasikleri olarak isimlendirilen metinlerin genel muhtevasının ve ana temasının, insan eğitimi olduğu söylenebilir. Bu eserler ahlakî esasları vurgulayan, şeyh-mürit ilişkini düzenleyen, mürşidin özelliklerini belirten, talibin vazifelerini sayan bölümlerle doludur. Burada eğitimden kast edilen ise yaygın eğitimdir. Alevi Bektaşi klasiklerinin en önemlilerinden olan İmam Cafer Sadık Buyruğu ve Hacı Bektaş’a ait olan eserler incelendiğinde, insan yetiştirme konusunda birbirini tamamlayan üç boyutun varlığından söz edebilir. Bunlardan birincisi; bireyin ilahi emir ve yasakları içselleştirip bunları günlük hayatına uygulaması ve bu yolla kendine, topluma faydalı ve ahlaklı bir kişi haline gelmesinin hedeflendiği içsel eğitim boyutudur. İkincisi; “tevella ve teberra1 ” olgusudur ki biz bunu yatay boyut ola- TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 ALEVÎ BEKTAŞÎ KAYNAKLARINDA İNSAN YETİŞTİRME MODELİ 213 rak adlandırabiliriz. Üçüncü boyut, dikey boyuttur. Dikey boyutta, yukarıdan aşağıya bir eğitim sistemi hedeflenmiştir. Bu boyutta, kapalı bir toplum olarak varlıklarını devam ettiren Alevi Bektaşi topluluklarında, toplumun lideri olan pirlerin eğitimleri hedeflenmiş ve bu pirlerin toplumun diğer kesimlerince örnek alınmaları arzulanmıştır. Bu amaçla, pirlerin “evlad-ı resul” olmaları sık sık vurgulanmıştır. Sünni çoğunluktan nispeten farklı bir geleneğe sahip olan Alevi bireyler, kapalı bir toplum olmanın gereği olan karizmatik bir lider etrafında birbirlerini gözeten, kollayan ve yanlışlarını düzelten bütünleşmiş topluluk olma gereğini daha fazla hissetmişlerdir. 1-İçsel Eğitim Boyutu Tasavvuf ıstılahında müridlerin ve nefsini terbiye etmek isteyen bağlıların uyması gereken kurallara “âdap ve erkân2 ” denilmiştir. Alevi Bektaşi kültürü de oluşturduğu gelenek ve adetlerle önemli kitleleri etkilemiş, toplumumuzun vazgeçilmez renklerinden biri olmuştur. Kendisine has adap ve erkânı ile İslam’ın Anadolu’da yayılmasında ve yerleşmesinde etkili unsurlardan biri olagelmiştir. Hacı Bektaş-ı Veli bireylerin eğitiminin merkezine “eline, beline, diline sahip olmak” şeklinde formüle edilen ahlak eğitimini yerleştirmiştir. Zira İslam’ın Müslümana zorunlu kıldığı ya da tavsiye ettiği tüm ilke, değer ve ibadetlerin temel amacı, onu iyi ve ahlaklı bir insan yapıp kendisine ve topluma faydalı bir birey kılmaktır. Bu durum pek çok hadisi şerifte de dile getirilmiştir3 . Sufi gelenekte sıkça rastlandığı gibi, Hacı Bektaş Veli de kendisine tabi olan müritlerini eğitmek ve ahlaki bir alt yapı kazandırmak için Kur’an-ı Kerim’i tefsir etmiştir. Uzmanlar tarafından O’na ait olduğu kabul edilen Besmele Tefsiri ve Fatiha Suresi Tefsiri bu konuda tespit edilebilen eserleridir. Hacı Bektaş-ı Veli (2007a: 146), Besmele Tefsiri’nde şöyle der; “Bismillâhirrahmânirrahîm desünler Allah dedükleri aktın andan ötürü ne kadar ömür geçürdilerse dükelin taatıla geçürmiş gibi dutam Er-Rahmândedüklerinden ötürü dünün bir nicesin taat kılanlar müzdin virem Er-Rahîm dedüklerinden ötü- rü dünün gün uzun oruç dutmış ve gazilik ılmış sevabın verem…”. Sufî geleneğin bir devamı olarak, Hacı Bektaş-ı Veli’nin bu iki tefsirinde de ayetlerin zahir ve batın anlamlarının olduğu ve batın anlamların ancak sufinin kalbine yansıyacak olan ilhamla öğrenilebileceğine kabul edilir. Özcan (2008: 42) bu kanaatin şu hadise dayandığını aktarır; “Her bir ayetin zahiri ve batını vardır. Her harfin haddi ve her haddin de matla’ı vardır”4 . İşarî tefsir ekolü5 olarak isimlendirilecek yöntemle yapılan Fatiha ve Besmele tefsirlerinde Hacı Bektaş-ı Veli, kelimelerin genel olarak batıni anlamları üzerinde durur ve müritleri için tavsiyeler çıkarır. Fatiha Suresinin tefsirinde, kişinin ahlaki ilkeleri benimsemesi için ibadetlerin gerekli olduğunu vurgular ve namazın önemini TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 Hamit AKTÜRK – Talip TUĞRUL 214 şöyle anlatır: Peygamberimiz (s.a.s.) miraca çıkarken bir ses duyar ve bunun ne oldu- ğunu sorar. Kendisine bunun cehennemde bir kuyu olduğunu söylerler ve konuşma şöyle devam eder; “Ya Rasūlullah bu kuyu şol kişinin yeridir ki; Hak Teala’nın nimetini yer, dünya işleri ile meşgul olur ama beş vakit namazı kılmaz’, dedi. Hz. Resul; ‘kim namazı bile bile terk ederse kafir6 olur’ hadisini söyledi” (Özcan, 2008: 46). Hacı Bektaş, Besmele Şerhi adlı eserinde yola girenlere bazı tavsiyelerde bulunur. “Yüce Tanrı buyurur: Benim sevgili peygamberim, söyle inanlara gönül evlerini al- çakgönüllülük, âşıklı süpürgesi ile süpürsünler. Hırsı, nasılı, niçini, ikiyüzlülüğü, hainliği, çekememezliği ve dedikoduyu süpürüp atsınlar. Yaptıkları kötü işlere pişmanlık duysunlar ve pişmanlık suyu ile yıkansınlar. Gizli işlerden vaz geçsinler. Sevgi sofrasını döşesinler, aşk başlarına vursun”(Şardağ, 1985: 24). Alevi Bektaşi geleneğinde insanın manevi eğitiminin aşamaları olarak da adlandırılan dört kapı kırk makam olgusu, Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli tarafından sistemleştirilmiş ve yola giren talibin geçmesi gereken merhaleleri ve karşılaşacağı zorlukları önceden bilmesi amaçlanmıştır. Hünkâr’ın kendi ifadeleriyle, bu kırk makamın yirmisi insanın içsel yolculuğu ve eğitimi, diğer yirmisi ise dışsal yolculuğu yani toplumu ve çevresi ile alakalıdır (Hacı Bektaş, 2007: 81). Bektaşiliğin Buyruğu olarak da adlandırılan Erkânnâme’de (2007: 117) şeriat ve tarikat makamları şöyle değerlendirilir; “Bilinmelidir ki, şeriat Hz. Resulün sözüdür tarikat fiilidir. Dolayısıyla tarikata girmek bu anlamda Hz. Resul’un fiilidir”. Daha sonra ayrıntılarına gireceğimiz gibi Hacı Bektaş (2007: 94), özellikle Makalât adlı eserinde “tevhit” inancını vurguladıktan sonra onu korumanın yolları üzerinde durur. Bu amaçla iman-ibadet bütünlüğü, bu eserdeki, belirteceğimiz en önemli noktalardan biridir. Ona göre iman ve ibadet birbirlerinin tamamlayıcısıdır: “Şu kadar ki, ibadet imandır, iman ibadettir; birbirinden ayrı olmaz. Her ibadet imana ulaştırmaz ve belki de günahtır; ancak her günah küfre ulaştırma”7 . Hacı Bektaş, imanın korunması konusunda onun aynı zamanda akılla desteklenmesi gerektiğini de belirtmiştir. Ona göre (2007: 68); akılla desteklenemeyen iman tehlikededir ve “iman hazinesini şeytana karşı koruyacak olan en önemli muhafız, akıldır.” Yine Hacı Bektaş-ı Veli’ye göre (2007: 44), insanlar doğuştan farklı yaratılmışlardır. Bu farklılığın gereği olarak tavırları da farklılaşır. Bundan dolayı insanların bu farklılıklarını esas alarak farklı farklı tavsiyelerde bulunmuştur. Ona göre (2007: 44); Allah insanoğlunun atası olan Hz. Âdem’i (a.s.) dört farklı nesneden yaratmıştır. Ondan sonra gelen insanlar bu yaratıldıkları nesnelerin özelliğine göre bir karaktere sahip olurlar. Bu nesneler, toprak, ateş, su ve rüzgârdır. TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 ALEVÎ BEKTAŞÎ KAYNAKLARINDA İNSAN YETİŞTİRME MODELİ 215 Hacı Bektaş’a göre insanlar bu nesnenin özellikleriyle uyumlu bir karaktere sahip olurlar. Bu dört grup insan8 şöyle sıralanabilir: Birinci grup insan topluluğu “rüzgârdan” yaratılmıştır ki Hacı Bektaş-ı Veli (2007: 44) bunları şeriat topluluğu olarak adlandırır. Ona göre (2007: 44); rüzgâr hem güçlüdür hem de temizdir. Temizi kirliden ayırır ve böylece dünyayı temizler. Bu nedenle asılları rüzgâr olanlar, temizi kirliden ayırmaya gayret eder ve bunun için şeriat kurallarına titizlikle riayet ederler. Hacı Bektaş-ı Veli bu grubun davranışını şu ayetle (Bakara Suresi, 2/143) bağlantılandırır; “Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır”. Hünkâr, bu insan grubunun yakalanabileceği manevî hastalıkları da belirtir. Ona göre bu grup; kıskançlık, nefret, cimrilik ve düşmanlık hastalığına yakalanmaya daha meyillidir. Vilayetnâme adlı eserinde (2006: 107-108), erdemli Hristiyan bir keşişi, cimrilik ve ihanet eden Müslüman bir dervişle karşılaştırır. Hikâyeye göre Hacı Bektaş’ın kıtlık sırasında Hristiyan keşişe gönderdiği buğdayları dervişlerden biri, yolda iyi alıcı bulunca satar ve yerine saman doldurur. Hristiyan keşişe bu durum malum olur ve Müslüman olmama gerekçesi olarak bunu öne sürer, keşiş sonra Müslüman olur. Ancak hikâyeden çıkarılacak ders, Müslümanlığın ibadetlerle sınırlı kalmayıp günlük hayata ve ahlaka da yansıması gerektiğidir. Ayrıca Vilayetnâme’de (2006: 115) Hacı Bektaş’a on sekiz yıl boyunca hizmet eden ama bir türlü içindeki kibir ve gururdan kurtulamayan Molla Sadettin örneği vardır ki bu durumda Hacı Bektaş irfandan yoksun ilmin, kişiye ancak yıkıcı bir kibir kazandıracağını vurgulamaktadır. Hacı Bektaş bu kişiye şöyle seslenir; “Seni yetmiş kez rahmet suyuyla yıkadım, dişinin kovuğundan mürekkep karasını çıkaramadım. İn git asla adam olamazsın sen…”. Bu insan tipinin hastalıklarına çare olarak aşağıdaki tavsiyelerde bulunur: “Öyle ise Ey Azizim! Yüce Allah’ın buyurduklarını bilgisizlik edip bırakmamalı ve bunlardan çok sakınmak gerekir. O’nun sakının dediğinden sakınmak gerekir. Öyleyse Ademoğulları kendilerini büyük bilsinler: böyle kişilerin amellerinin ne olduğunu “marifet konusu gelip canı dirilttiği yerde inşallah hatırlayıverirler. Abidlerin ibadetlerine gelince, namazdır, oruçtur, zekâttır, savaş için askere çağ- rıldığında kaçmamaktır. Kendi arzularının peşinden gitmeyip, dünyayı terk edip, ahireti sevmektir. Bu grubun hallerinden biri de birbirlerini incitmemektir” (Hacı Bektaş, 2007: 44-47). İkinci grup insanlar zahitlerdir. Hacı Bektaş’a göre (2007: 47), bu insan topluluğu ateşten yaratılmıştır. Bunlar tarikat topluluğudur ve bundan dolayı bu insanlar ateş gibi yanarlar. Hünkâr onların dünyada kendilerini yakınca, ahirette ateşten kur- TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 Hamit AKTÜRK – Talip TUĞRUL 216 tulacaklarına inandıklarını belirtir. Zira bir nesne iki defa yanamaz. Bu insan toplulu- ğu için Hünkâr şu ayeti (Bakara Suresi, 2/24) hatırlatır: “Yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem kafirler için hazırlanmıştır”. Hünkâr (2007: 64), bu grubun yakalanabilecekleri manevi hastalıkları ise şöyle belirtir: bunlar kendi bilgilerini yeterli görürler ve yeni bilgilere kapalıdırlar. Nereden gelip nereye gittiklerini bilmezler, düşünmezler, sorgulamazlar. Hünkâra göre bu durumdaki insanlara hidayet kapısı açılmaz, zira zahit; ibadeti, aslını bilmeden yapar. Hünkâr (2007: 48), ikinci grup olarak adlandırdığı zahitleri şöyle tanımlar; “Şimdi ey azizim! Dünyalık biriktirenler türlü türlü azaptan nasıl kurtulurlar? Nitekim Hz. Muhammed (a.s.) buyurur: ‘Dünya derin bir deniz gibidir. İnsanların çoğu bu denizde boğulurlar’9 . Bundan dolayı zahitlerin ibadeti gece gündüz Tanrıyı zikretmektir ve ‘Bismillah’ demeyi hatırda tutmaktır. Aynı zamanda korku ve ümit arasında bulunmaktır”. Üçüncü insan topluluğu ise; âriflerdir. Bunların asılları sudan yaratılmıştır. Hünkâr a göre (2007: 48), bu grup insanlar “marifet” ehlidirler. Bunların özelliği ise, hem temiz olmak hem de temizleyici olmalarıdır. Ona göre, arifler katında sözün üç ön yüzü ve bir de arka yüzü vardır. Bundan dolayı ârif olmayanlar sadece sözün arka yüzünü söylerler ve mahcup olurlar. Sadece ârifler sözün ön yüzünü söylerler ve bu nedenle utanılacak şeylerden uzaktırlar. Ayrıca su hem temizdir hem de temizleyicidir ve başka hiçbir nesne ona bezemez. Suya kirli herhangi bir şey karışsa bu hemen fark edilir. Ârifler kötülükleri içlerinde koymazlar, aynen suyun yaptığı gibi dışarı bırakırlar. Böylece kendilerini arındırıp temizlerler. Ârifler kendilerini temizledikleri gibi başkalarını da temizlerler. Hacı Bektaş’a göre (2007: 51), bu insan topluluğu, hem içleri hem de dışları temiz olan insanlardır. Hünkâr bu noktada tavsiyelerde bulunur (2007: 51-52); “O halde ey azizim! Çok sakınmak lazımdır ki, insanın pis olmasının sebebi içinde şeytan fiili bulundurmasıdır. Eğer inanmazsan bir kaba içki koy, ağzını sıkıca kapat ve denizin içine bırak. O kabın dış kısmını günde on kez yıkasan kabın içindeki yine içkidir, pistir. Yine bir kuyuya bir damla içki damlasa o kuyunun suyunu bir defa çıkarıp başka yere dökseler, o suyun döküldüğü yerde ot bitse ve o otu koyun yese takva sahibinin sözüne göre o kuyunun eti haramdır. Bunun haram olmasının sebebi nedir? İçinde şeytan fiili olmasındandır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: ‘Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bundan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz’(Maide, 5/90)… Öyleyse vay sana ki; içinde kin, haset, cimrilik, tamahkârlık, öfke, gıybet, kahkaha, maskaralık ve bunca şeytan fiili olduğu halde sula yıkanıp nasıl temizlenip arı olacaksın. Şöyle bil ki: Asla arınamazsın”. TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 ALEVÎ BEKTAŞÎ KAYNAKLARINDA İNSAN YETİŞTİRME MODELİ 217 Hacı Bektaş’a göre yukarıda sayılan sekiz özellikten birisini üzerinde barındıran bir kişinin ibadetleri kabul olmaz. Hatta bu sekiz özelliğin hepsini kendinde barındıran kişi ise adeta şeytanın kendisidir (Hacı Bektaş, 2007: 52). Hünkâr (2007: 52), ikinci grup ile üçüncü grubun, yani tarikat ehli ile âriflerin, arasındaki farkın, tefekkür etmek olduğunu belirtir. Daha önce tarikat ehlinin zikrettiğini ama tefekkür etmediğini hatırlatmış, bunlardan tefekkür edenlerin “ârif” olacağını belirtmiştir Hünkâr’a göre kişi yaptığı ibadetin aslını bilerek yapmalıdır. Zahit ile ârifi ayı- ran özellik bu noktadır. Zahit ne yaptığını bilmeden ibadet eder, ârif ise kendini ve yaptığını bilerek ibadetini yerine getirir, aklını kullanır, tefekkür eder. Hünkâr “aklı” korumak için gereken üç şeyi sıralar. Ona göre (2007: 67), aklın birinci koruması sabırdır. İkincisi, utanmaktır ve üçüncüsü ise, kanaattir. Dördüncü grup ise, muhiplerdir. Yukarıda sayılan üç grubun da dünyalık beklentisi içinde olduğunu, muhiplerin ise mana ehli olduklarını belirtir (Hacı Bektaş, 2007: 67). Hacı Bektaş-ı Veli’ye göre bu insanların aslı topraktandır. Toprak rızaya teslim olmuştur. Bunun için muhipler de Hakk’a boyun eğmiş, ondan gelene razı olmuşlardır. Hünkâr bu insan grubunu, hadis diye naklettiği şu söz ile ilişkilendirmiştir: “her nesne aslına döner” 10. İnsanların farklı nesnelerden yaratıldığını iddia eden Hacı Bektaş, yaratılış- tan getirilen karakterin değişmesinin çok zor olduğu sonucuna ulaşır. Konu ile ilgili şu ayeti nakleder (Taha Suresi, 20/55); “şundan yaratıldık, geri ona döner, sonra yine ondan çıkarız”. Şöyle devam eder (2007: 55); “Öyleyse şimdi toprak toprağa, su suya, ateş ateşe, rüzgâr rüzgâra gitti…”. Konu ile ilgili olarak Vilayetnâme’de pek çok örnek anlatılır. Eserde Hacı Bektaş-ı Veli’nin pek çok kerametine tanıklık ettiği halde yine de onun hakkında kötülük düşünen “Saru” örneği bunlardan birdir 11. Hünkâr (2007: 55), muhiplere “Allah’ı nasıl buldunuz?” diye sorulacak olursa şöyle söyleyeceklerini belirtir: “Allah’ı kendimizde bildik, kendi özümüzü de Allah’tan bildik” derler ki bu söze delil olarak şu hadisi getirir: “Nefsini bilen rabbini bilir” (Acluni, 2001: 262). Hacı Bektaş-ı Veli (2007: 59-60) kötülüğe giden yolları belirtir. Ona göre kötülüğün kaynağı şeytandır, iyiliğin kaynağı rahmandır. Nefs ise şeytanın vekilidir. Kötülüğü bir ordu olarak tanımlar ve bu ordunun sultanı ona göre şeytandır, nefs vekildir, kibir ise bu ordunun komutanıdır. Hünkâra göre, kötülük ordusunda altı muhafız vardır. Bunlar; cimrilik, haset, aç gözlülük, öfke, kahkaha ve maskaralıktır. Kişinin kalbinde bu kötülük ordusunu yenecek yedi özellik vardır. Kişi, hasedi ve cimriliği, dünyayı terk etmekle; diğerlerini ise sabır etmekle yenebilir. TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 Hamit AKTÜRK – Talip TUĞRUL 218 Erkânnâme’de (2007: 129) kötülüklerden kaçınmanın yolları ise şöyle anlatılır; “Lisan ateşi güzel şeyler konuşmakla, şehvet ateşi evlenmekle, hırs ateşi ölümü düşünmekle, cehalet ateşi ilimle, gaflet ateşi Hak korkusundan ağlamakla, nazar ateşi, fikirle ve konuşmakla. Kibir ateşi nefisle mücadele etmekle, zatürre ateşi açlıkla ve rıza ile yok olur”. Hünkâr’a göre (2007: 60-63) hem iyilik hem de kötülük bir bütünün par- çalarıdır. Belirtilecek olan on iki kötü özellikten arınıp yerine en iki iyi özelliği ikame etmeyen kişi Yüce Allah’a yaklaşamaz. Zira bu on iki özellik hem marifetin hem de imanın düşmanıdır.Bu özellikleri sayarken Alevi Bektaşi geleneğinde önemli bir sembol olan on iki imgesini kullanması dikkat çekici bir simgelem örneğidir. Hacı Bektaş-ı Veli “eline beline diline sahip olmak” şeklinde formüle edilen ahlaki ilkeleri benimseyip içselleştirmek isteyen bir kişini yapması ve kaçınması gerekenleri sıralar; “Zira iyilik isteyen kişinin yüzünü Tanrı’ya çevirmesi gerekir. Yüzünü Tanrıya çeviren kişi, edeb diler ve edep dileyen korkuyu sever. Korku dileyen hata yapmaktan kaçınır. Hata yapmaktan kaçınan sabrı sever. Sabır dileyen utanmayı sever. Utanmayı dileyen cömertliği sever. Cömertliği dileyen miskinliği sever, miskinliği dileyen ilmi sever. İlmi dileyen marifeti sever. Marifeti dileyen canı sever. Canı dileyen aklı sever. Aklı diyen yüce Allah’ı sever. Aynı şekilde kötülükler de birbirini gerektiren bir bütünün parçalarıdır. Şöyle ki maskaralığı dileyen gülmeyi sever. Gülmeyi dileyen çekiştirmeyi sever. Çekiştirmeyi dileyen öfkeyi sever. Öfkeyi dileyen aç gözlülüğü sever. Açgözlülüğü dileyen kıskançlığı sever. Kıskançlığı dileyen haset etmeyi sever. Haset etmeyi dileyen büyüklenmeyi sever. Büyüklenmeyi dileyen vücudunu sever. Vücudunu dileyen nefsinin istek ve arzularını sever. Nefsini dileyen şeytanı sever ve şeytanı dileyen ise Yüce Allah’ı sevmez” (Hacı Bektaş, 2007: 60-63). Hacı Bektaş-ı Veli (2007: 67), görünüşü insan olan herkesin insan kabul edilemeyeceğini, bazı kimselerin hayvandan daha aşağı olduğunu belirtir. Bu kişiler haset edip, kendilerini bilmeyenlerdir. Hünkâr (2007: 63-64); insanın dayanması ve güvenmesi gereken tek kayna- ğın Tanrı olduğunu, bundan başka dayanılacak ve güvenilecek şeylerin insanı kurtarmaya yetmeyeceğini belirtir ve üç kişinin örneğini verir. Buna göre birinci şahıs şeytandır. Benlik davası gütmüş ve helak olmuştur. İkincisi şahıs Karun’dur. Servetine güvenmiş ve helak olmuştur. Üçüncüsü ise Hz. Muhammed Mustafa’dır. Tanrı dostluğuna dayanmış ve Allah’ın dostluğu mertebesine ulaşmıştır. İmam Cafer Buyruğunda (2013: 67), yukarıda Hacı Bektaş’tan naklettiğimiz ahlaki unsurlar sıralanır ve Alevi Bektaşi yoluna giren kişinin edinmesi ve uzaklaş- ması gereken hususlar belirtilir. Ancak, özellikle “kul hakkı” üzerinde daha ayrıntı- ÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 ALEVÎ BEKTAŞÎ KAYNAKLARINDA İNSAN YETİŞTİRME MODELİ 219 lı olarak durulur. Bu konuda şöyle denir; “İmdi, (talip kendi) vücuduna nasıl acırsa, (başkalarına da/öyle) acımalı(dır). Kısaca, kimseye azap, sıkıntı etmemelidir, kimseye güçlük çıkartmamalıdır. Ve gönül kırmamalıdır. Nedeni, gönül Beytullah’tır. (Gönül kı- rarsan) Tanrı’nın evini yıkmış olursun!” İmam Cafer Buyruğunda (2013: 68) ahlak dört gruba ayrılır; “Ahlâk derecesi dört türlüdür. Birinci, iyiliğe (karşı) iyilik etmek, eşek ahlâkıdır, İkinci, iyiliğe karşı) kötülük (etmek), yılan ahlakıdır, Üçüncü, kötülüğe (karşı) kötülük etmek, köpek ahlâkıdır. Dördüncü, kötülüğe (karşı) iyilik etmek, emine ahlâkıdır. Bu ahlâk ile ahlâklanan kişi kâmil insan olur. Bunu tutan sultan, tutmayan şeytan olur”. Hacı Bektaş-ı Veli’nin üstün özelliklerinin ve kerametlerinin anlatıldığı Vilayetnâme, klasik bir eser olarak ideal Alevi Bektaşi bireyin tipolojisini sunar. İlgili bölümde Hacı Bektaş-ı Veli ideal bir tip olarak şöyle anlatılır; “Hünkâr Hacı Bektaş ömründe bir kerecik olsun nefsinin isteğine uymadı. Kimsenin ayıbını yüzüne vurmadı. Abdestsiz ayağını bir an bile yere basmadı. Bir an bile ibadetten ayrılmadı” (Hacı Bektaş, 2006: 16). Hacı Bektaş “Fevaid” adlı eserinde “Eğer daima cennette olmayı istersen dost ol ve kimseye karşı kin tutma. Merhem ve mum gibi ol. Diken olma” diye öğüt verir (Hacı Bektaş, Tarihsiz: 15-16). Hacı Bektaş’ın öğretisi şöyle özetlenebilir; “nefsini bilmek, benlikten geçmek, alçakgönüllü olmak ve kanaatkâr olmak, kıskançlık, kibir, hased, kin, dedikodu gibi huylardan uzak olmak, doğruluk, iyilik, yardımcı, sıkıntıya tahammül ve sabır göstermek” (Özcan, 2007: 18). Makâlat’ta iman-ibadet bütünlüğü vurgulandığı gibi Erkânnâme’de de ahlaki ilkelerin içselleştirilmesinde ibadetlerin önemi vurgulanır ve taliplerin birbirlerini kontrol ve gözetmeleri hususu şöyle belirtilir; “Emanetten murat; beş vakit namaz, taliplerin birbirini sevip ziyaret etmesi, müminlerden lokmasını sakınmaması ve münafığa lokma yedirmemesidir” (Erkanname, 2007: 45-46). 2-Yatay Eğitim Boyutu Yukarıda insan yetiştirme modelinin yatay boyutu olarak açıkladığımız Alevi Bektaşi toplumu üyelerinin, birbirlerini koruyup gözetmesi, yabancıya karşı mesafeli olması durumu, bu kültürde “tevella teberra” geleneğinin oluşmasını doğurmuştur. Kapalı bir toplum olarak varlığını sürdüren Alevi toplulukları için bu durum, sosyolojik bir zorunluluktur. Bu vakıayı “biz bilinci içinde eğitim” ile de ifade edebiliriz. Zira TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 Hamit AKTÜRK – Talip TUĞRUL 220 ayrıntısı İmam Cafer-i Sadık Buyruğunda geçen “Kırklar Meclisi”, biz bilinci içinde eğitimin en güzel örneklerinden biridir. Öncelikle “kırklar”, “biz” diye tanımlandıktan sonra, öğreti takdim edilir (Buyruk, 2013: 19). Yine Buyruk’ta (2013: 99) “biz bilinci, birlik-bütünlük, kardeş olmak” vurgusu şöyle öne çıkartılır; “Bir adam yola giderken onun yanında bir kaç yoldaş olsa harami gelip onları soyamaz. Yalnız olursa, her ne kadar kahraman olursa olsun harami (bir) yolunu bulup malına canına kasteder, talan eder. Bu ona benzer, Pir, rehber, aşina, musahip bunlar Hakk’a giden yoldaş(lar)dır. İblis uğrudur, onun şerrinden birbirlerini korurlar”. Erkânnâme (2007: 69) adlı eserde de Alevi Bektaşi’nin yabancıya nasıl davranması gerektiği belirtilir; “İmam Cafer Sadık, Bir talip bir beynamaz veya bir nankörle dostluk kursa ya da kendi mahremini bilmese o talipten Allah ve Resulü şikâyetçidir”. Yolun kıymeti ve değeri Alevi Bektaşi kaynaklarında çeşitli şekillerde ifade edilip mensupların “yol” içerisinde kalması hedeflenir. Erkânnâme’deki (2007: 73- 74) şu ifadeler buna en güzel örnektir: “Hz. Resul (a.s): Dostlarını dost edinirim, sözlerinden uzak dururum demiştir. Dolayısıyla evliyanın dostuna dost, düşmanına düş- man olmak gerekir. Evliyanın, rehberin emrettiğini yapmak, yasakladığından kaçınmak gerekir. Eğer talip böyle yapmazsa ikrarını bozmuş olur. İkrarını bozanın da dini imanı kalmaz.” Yine Erkânnâme’de (2007: 73-74) yolda tutma gayreti şöyle devam eder; “Musahibi yoldan uzaklaşan kişi kendine uygun musahip olmalıdır. Çünkü bizim işimiz davamız yol ehliyledir”. Aynı eserin farklı bir bölümünde bu husus şöyle vurgulanır (2007: 34): “Tövbesinden dönen veya evliyanın sırrını halka açıklayan kişi yol düşmanı- dır. Böyle kişilerden uzak durmak gerekir. Çünkü evliya düşmanıdırlar”. Bunların hepsi “Alevi canı/bireyi”, “yol” içinde tutup “biz bilinci” ile eğitme ve yapının varlığını devam ettirme gayretidir. Yolun diğer mensuplarına karşı da cömertlik yine bu çerçevede tavsiye edilir (Erkanname, 2007: 42): “Bir talip bir talibin evine gittiğinde lokmasını saklamasın. Eğer saklarsa Yeziddir.” Ağyara karşı ise teberra üzerinden, bu mesele vurgulanır (Erkanname, 2007: 42):“Şeyh Sadreddin: Talip, evliya düşmanına lokma yedirse ne olur? Şeyh Safi: Benim etimi yedirmiş gibi olur. Talip olanlar böyle bilsinler”. Tevalla ilkesi çerçevesinde iç ilişkileri kuvvetlendirme gayreti Erkânnâme’de (2007: 42) şu şekilde ifade edilir: “Şeyh Sadreddin: Talip şahını görmek isterse ne yapsın? Şeyh Safi: Birbirlerini ziyaret ederlerse şahlarını ziyaret etmiş gibi olurlar. Yine Şeyh Safi buyruğunu aynı veçhe tekrarlanır (Erkanname, 2007: 46): “Şeyh Safi: Yola talip olanlar birbirlerini ziyaret etsinler, birbirlerine baksınlar. Çünkü taliplerin üçü bir araya gelse biri evliyadır”. TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 ALEVÎ BEKTAŞÎ KAYNAKLARINDA İNSAN YETİŞTİRME MODELİ 221 3- Dikey Eğitim Boyutu Alevi Bektaşi topluluklarında model sunarak eğitim dediğimiz bu boyutta toplumun lideri olan pirlerin eğitimleri hedeflenmiş ve bu pirlerin toplumun diğer kesimlerince örnek alınmaları istenmiştir. Bu amaçla onların “Evlad-ı Resul” olmaları sık sık vurgulanmıştır. Bu durumun en güzel örneklerinden birini Alevi klasiklerinin en önemlilerinden biri olan Buyruk’ta (1999: 28) görmekteyiz: “Evveli MuhammedAli’dir. Ahiri Muhammed-Ali’dir. Savmı, salât, hac, zekât, kelime-i şahadet, fitregâhı kâinat, cümlesi Muhammed-Ali olduğu için Evlâd-ı Resûl’den gayrisine pîrlik etmek caiz değildir”. Bu yolla, liderlerin toplumu bütünleştirme gücünün pekiştirilmek istendiği ve bunun üzerinden pire bir karizma kazandırma gayreti içine girildiği açıktır. Ayrı- ca bir mürşide bağlanmanın zarureti konusunda dini deliller getirme gayreti ile Hz. Resul (s.a.s.)’ın ağzından hadisler nakledilir (Buyruk, 2013: 24);“….Hakikat, dil ile ikrar, kalp ile tasdik etmektir, inanıp iman getirmektir. Önce özünü, sonra toplumu sev. Dilini cesedini sev. Kendini severek, gönüllü olarak bir pir e teslim et. Onun buyurduklarına uy”. Buyrukta (2013: 34-35), toplumun önderleri ve örnek konumda olan pirlerin özellikleri şöyle sıralanır; “Pir olan kimsenin son derece kâmil olması gerekir. (Pirlerin) dört kapı, kırk makam, üç sünnet, yedi farzı bilmeleri, taliplere yolun erkânını öğretmeleri gerekir. Bunlar nereden geldi ve neden oluştu, aslı nedir, kuralları nelerdir, hayâsı nedir, erkânı nedir, tövbesi nedir, farzı nedir, sünneti nedir, nafilesi nedir, işlemesi nedir, bunları bilmesi gerekir.” Yukarıda örneklerini sıraladığımız üzere Alevi klasiklerinde liderin soy silsilesinin önemine sık sık vurgu yapılmış ancak sadece soy bağının onu lider yapmaya yetmeyeceği de belirtilmiştir. İmam Cafer’e atfedilen Buyruk (2013: 37) adlı eserde, sadece soydan gelmenin yeterli olmayacağı, kişinin bireysel olarak kendisini kurtaracak amellerde bulunması, ahlaki tutumları benimsemesi gerektiği anlatılır ve ilginç bir örnek verilir: “Şimdi zamanımızın (kimi) pirleri: ‘Ben falan post sahibinin oğluyum’ diyerek övünürler. Oysa bir kimse öldüğünde, öbür dünyada ‘kimin oğlusun’ demezler. İmam Zeynelabidin: Kabre vardığımda dedemi sormazlar. ‘Kimin oğlusun?’ diye sorulsaydı, ‘İmam Hüseyin’in oğluyum’ demek bana yeterdi. Ancak (divânda) atamı dedemi sormazlar. Yalnız, yapılan işleri sorarlar.” Erkânnâme’de (2007: 45-46) yolun liderinin karizması şöyle belirtilir; “Şeyh Safi: Talibin üçü bir yere gelse üç musibeti vardır; gıybet etmek, yalan söylemek ve evliya saygı ve korkusunu gönülden çıkarmak. Bunları işleyen talipler, ne kadar tövbe ederlerse etsinler kabul olmaz ve dünyadan âhirete imansız giderler”. TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 Hamit AKTÜRK – Talip TUĞRUL 222 Yine pirin/liderin önemi Cafer-i Sadık Buyruğunda (1999: 32) şöyle geçmektedir: “Bir talibin piri ırak olup, eli ermese o vekâleten gayrıdan el tuta, görüle. Her kaç seneden sonra piri gelirse yine pirine ikrar etmek erkândır. Zira eğer atasının pirini inkâr ederse münkir olur. Mizanı bozmuş olur….” Ayrıca Alevi Bektaşi geleneğinin doğal önderleri olan pirlere bağlılık Erkânnâme’de (2007: 154 ve 206) şöyle anlatılır; “Hz. Resul (s.a.s.): Dostlarını dost edinirim, sözlerinden uzak dururum demiştir. Dolayısıyla evliyanın dostuna dost, düş- manına düşman olmak gerekir. Evliyanın, rehberin emrettiğini yapmak, yasakladığından kaçınmak gerekir. Eğer talip böyle yapmazsa ikrarını bozmuş olur. İkrarını bozanın da dini imanı kalmaz”. Yine sakınılması gereken şu durum, liderin Alevi Bektaşi toplumunda ne derece önemli bir konumda olduğunu anlamak için önemlidir; “…..talibe mürebbisi zahmetli bir iş buyursa, talip buna itaat etmezse düşkündür” (Erkanname, 2007: 197). Durum Buyruk’ta şöyle anlatılır (2013: 32): “İmam Cafer-i Sadık Hazretleri bir sö- zünde şöyle buyurur “Gerek pir gerek talip olsun, her yol ehlinin belli görevi ve yükümlü- lüğü vardır. Bir pir talibe doğru yolu göstermezse o nasıl pir olur? Bir talip kendine gösterilen doğru yolu bilmezse, o nasıl talip olur? Çünkü insanın kâmil ve cahil yapısı vardır. Pir ve talibin yapısı kâmil olmalı ki ikrarları kabul ola. Emeği, kurbanı, adağı ve yakarışı kabul olsun! Emeği boşuna dökülüp saçılmasın.” Nitekim bu konuda hadis vardır: “Yaptıkları her işi alır ve onu toz duman ederiz” buyrulmuştur. Ve pir kâmil olmalı ki, talibi pişirebilsin, talibi yola getirebilsin. (Böylece talip) Tanrıyı bilir, piri bilir duruma gelsin”. Alevi Bektaşi geleneğinde sadece ahlaki konuların önemsenmesi ve musahiplerin birbirlerine destek olmaları istenmez. Bunun yanında mali konularda da hem pire hem de diğer taliplere destek verilmesi istenir. Durum Erkânnâme’de (2007: 201) şöyle belirtilir; “…malı olan talip malını mürebbisine ve musahibine vermezse Allah kıyamet gününde onun yüzünü kara eder ve niyazı kabul edilmez”. Yukarıda ifade edilen hususlar; Alevi Bektaşi kaynaklarının genel muhtevası- nın ve ana temasının, insanın, manevî-ahlakî eğitimi olduğunu göstermektedir. Alevi Bektaşi metinlerinde bu hususun ön plana çıkması, Aleviliğin gelişim dönemini, Türkmen babaların liderliğindeki Vefaîlik, Yesevîlik, Haydarîlik ve Kalenderilik gibi tarikatların havzasında gerçekleştirmiş tasavvufî bir yapı olmasıyla (Ocak, 2000: 45 ve Fığlalı, 1996: 97) ve Alevilik ve Bektaşiliğin, teolojik-mezhebi özelliklerinden ziyade mistik-ahlaki nazariyeleri barındıran tasavvufi bir anlayış ve yol olmasıyla (Kutlu, 2003: 37) açıklanabilir. Ayrıca Aleviliğin ütopyası olarak kabul edebileceğimiz “rıza şehri” (Buyruk, 2013: 164) bu konuda incelemeye değer örneklerle doludur. ÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 ALEVÎ BEKTAŞÎ KAYNAKLARINDA İNSAN YETİŞTİRME MODELİ 223 Sonuç Geniş İslam geleneği içerisinde, kendine has adap ve erkânı ile bir yol oluşturan ve bu yola bağlanan insanları Allah’a ulaştırmayı hedefleyen Alevi Bekta- şi öğretisi, kültürümüzde önemli bir yere sahiptir. “Eline, beline, diline sahip olmak” şeklinde formüle edilen Alevi Bektaşi ahlakı, “gelin canlar bir olalım, iri olalım, diri olalım” şeklinde formüle edilen toplumsal birlik çağrısı, bu öğretinin dikkat çeken noktalarından bazılarıdır. Alevi Bektaşi öğretisi, yola giren canlar için temelde; “iç- sel, yatay ve dikey” diye kategorize ettiğimiz üç boyutlu bir eğitim sistemini formüle etmiştir. “Eline, beline ve diline sahip olmak” şeklinde özetlenebilecek içsel boyutla, dinin Müslüman bireye kazandırmak istediği temel değerlerin, Alevi birey tarafından içselleştirilip ahlak haline getirilmesi hedeflenmiştir. Yatay boyut diye adlandırdığımız aşamada, söz konusu ahlaki ilkelerle bezenmiş Alevi bireyin, diğer Alevileri kardeş ve musahip görüp gözetmesi ve bu yolla toplumsal bir otokontrol kurulması hedeflenmiştir. Dikey boyut olarak adlandırdığımız aşamada ise yola giren Alevi Bektaşi bireye rol model olarak “pir” sunulmuş ve onun piri örnek alması istenmiştir. Bu amaçla, pirin taşıması gereken özellikler ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Zikredilen bu üç boyutlu yaygın eğitimin içerisinde hayatını sürdüren Alevi Bektaşi bireyin; ahlaklı, kendine ve toplumuna faydalı olması hedeflenmiştir. Ayrıca Alevi Bektaşi kaynaklarının genel muhtevasının ve ana temasının insanın manevî-ahlakî eğitimi olduğu, bu metinlerde teolojik tartışmalara nadiren girildiği görülmektedir. Bu durum Aleviliğin dinî statüsünün, tarikat hüviyetinde olduğunu ifade etmektedir. Sonnotlar 1 Kızılbaş alevi geleneğinde Ehli Beyt’i sevenleri sevmeye tevella, sevmeyenlerden nefret edip karşı çıkmaya ve onlardan uzaklaşmaya da teberra denir (Fığlalı, 1996: 235). Fığlalı (1996: 236), bu geleneğin, Peygamberimizin Ehli Beyti sevmeyi teşvik eden hadislerine ve bazı Kuran ayetlerine dayandığını söyler. Söz konusu ayetler şunlardır: (Şura Suresi 42/23). 2 Sufi gelenekte “adap ve erkan” için bkz. Uludağ, S. (2002). Tasavvuf Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Kabalcı Yayınları. 3 İslam geleneğinde ahlak ile ilgili hadisleri derleyen pek çok çalışma bulunmaktadır. Bunların en meşhurlarından biri olan “Riyazussalihin” için Bkz. İmam Nevevi (2010). Riyazu’s Salihin Tercümesi. (Çev. Mustafa Kasadar- Şerafettin Şenaslan). İstanbul: Ravza Yayınları. 4 Bu hadis, Ebubekir Abdurrezzak (1982). El Musannef. İstanbul: Çağrı Yayınları. s. 382’de nakledilmektedir. Ayrıca bkz. İbn Hıbban (1993). es-Sahih. I, 276; Ebû Ya’lâ (1984). Müsned, (thk. Hüseyin Selim Esed). IX, 34, Hadis no: 5149. Dımeşk; Tahâvî (1994). Şerhu Müşkili’l-Âsâr. (thk. Şuayb Arnavut). VIII, 87. Beyrut. 5 İşari tefsir ekolü hakkında ayrıntılı bilgi için Bkz. Ateş, S. (1974). İşari Tefsir Ekolü. Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 Hamit AKTÜRK – Talip TUĞRUL 224 6 Bu hadisi şerifle ilgili olarak bkz. İbn Hıbban (1993). es-Sahih, (thk. Şuayb Arnavut). IV. 323. (Hadis no:1463). Beyrut., Ahmed b. Hanbel (2001). Müsned, (thk. Şuayb Arnavut, Adil Mürşid ve diğerleri). XXXVIII 159. Beyrut. 7 Bektaş-ı Veli’nin iman ile amel arasında doğru bir orantı olduğunu kabul eden yorumu, İslam Düşünce Tarihinde çok tartışılan iman amel ilişkisi açısından incelemeye değer bir konudur. 8 Ayrıca Erkânnâme’ye bkz. s. 118-121 ve s. 170-171. 9 Hacı Bektaş Veliye ait Makalât adlı kitabı hazırlayanlar yukarıdaki hadis metnini hadis kaynaklarında bulamadıklarını belirtmişlerdir. Makalât kitabında geçen hadislerin değerlendirmesi için bkz. Çiftçi, Ş. (2005). Günümüz Alevi Bektaşi Kültüründe Hadis. SDÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi. Isparta. Ayrıca Çiftçi Ş. (2009). “Alevilerin Hadis Algısı”. DEM Dergisi. Yıl: 2. Sayı: 6. İstanbul. s. 16-21. 10 Hacı Bektaş Veliye ait Makalât adlı kitabı hazırlayanlar yukarıdaki hadis metnini hadis kaynaklarında bulamadıklarını belirtmişlerdir. 11 Eserde, Saru, Hacı Bektaş’ı evinde misafir eden İdris ve Kadıncık Ana’nın aksine kötülüğün, art niyetin ve zahire göre hüküm vermenin sembolüdür. Hatta Saru, öylesine art niyetlidir ki; zahiren kerametleri görse bile onu göz ardı eder. Hacı Bektaş’ı kardeşi olan İdris’in evinden ve Sulucakarahüyük’ten kovmak için çaba gösterir. Sonunda Hacı Bektaş’a inanır ama iş işten geçmiştir ve Hacı Bektaş’ın bedduası ile çok şiddetli bir hastalığa yakalanır (Vilayetnâme, 2006, s. 63-64). Kaynakça ABDURREZZAK, E. (1982). el-Musannef. İstanbul: Çağrı Yayınları. ACLUNİ (2001). Keşf’ul-Hafa. Dimeşk. AHMED, b. H. (2001). el-Müsned. (thk. Şuayb Arnavut, Adil Mürşid ve diğerleri). Beyrut. ATEŞ, S. (1974). İşari Tefsir Ekolü. Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. Buyruk İmam Cafer Buyruğu (2013). (Haz. Fuat Bozkurt). 4. Basım. İstanbul: Kapı Yayınları. Buyruk İmam Cafer Buyruğu (1999). (Haz. Adil Ali Atalay), 9. Basım, İstanbul: Can Yayınları. ÇİFTÇİ, Ş. (2005). Günümüz Alevi Bektaşi Kültüründe Hadis. SDÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi. Isparta. ÇİFTÇİ, Ş. (2009). “Alevilerin Hadis Algısı”, DEM Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 6, İstanbul. EBÛ YA’L (1984). el-Müsned, (thk. Hüseyin Selim Esed), Dimeşk. EĞRİ, O. (2003). Yaygın Din Eğitimi Açısından Bektaşilik. İstanbul. ERKÂNNÂME (2007). (Haz. Doğan Kaplan). 1. Baskı. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. FIĞLALI, E. R. (1996). Türkiye’de Alevilik Bektâşîlik. (4.Baskı). Ankara: Selçuk Yayınları. HACI BEKTAŞ-I VELİ (2006). Vilayetnâme Menakıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli. 3. Baskı. (Haz. Esat Korkmaz). İstanbul: Can Yayınları. HACI BEKTAŞ-I VELİ(2007a). Besmele Tefsiri, Alevi Bektaşi Klasikleri I. (Haz. Hamiye Duran). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. ÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 ALEVÎ BEKTAŞÎ KAYNAKLARINDA İNSAN YETİŞTİRME MODELİ 225 HACI BEKTAŞ-I VELİ (2007). Makalât. (Haz. Ali Yılmaz- Mehmet Akkuş- Ali Öztürk). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. HACI BEKTAŞ-I VELİ (Tarihsiz). Fevaid. (Haz. Mehmet Yaman), Ankara. İBN HİBBAN (1993). es-Sahih, (thk. Şuayb Arnavut), Beyrut. İMAM Nevevi (2010). Riyazu’s Salihin Tercümesi. (Çev. Mustafa Kasadar- Şerafettin Şenaslan). İstanbul: Ravza Yayınları. Kuran-ı Kerim Meali, (Haz. Mesut Okumuş), Birle- şik Dağıtım Kitabevi, Ankara 1994. KUTLU, S. (2003). “Aleviliğin Dinî Statüsü: Din, Mezhep, Tarikat, Heterodoksi, Ortodoksi veya Metadoksi”İslâmiyât Dergisi, Aleviliğin Teolojisi Sayısı, Ankara. OCAK, A. Y. (2000). Babaîler İsyanı Aleviliğin Tarihsel Altyapısı Yahut Anadolu’da İslam-Türk Heterodoksisinin Teşekkülü. 3. Baskı. İstanbul: Dergâh Yayınları. ÖZCAN, H. (2007). Alevi Bektaşi İnancına Bakışlar Canların Nefesinden. İstanbul: Fatih Üniversitesi Yayınları. ÖZCAN, H. (2008). “Hacı Bektaş-ı Veli’nin Fatiha Tefsiri, Milli Folklor”. Y: 20. Sayı: 80. Ankara. ŞARDAĞ, R. (1985). Her Yönü ile Hacı Bektaş-ı Veli ve En Yeni Eseri Besmele Şerhi. İzmir. TAHÂVÎ (1994). Şerhu Müşkili’l-Âsâr, (thk. Şuayb Arnavut), Beyrut. ULUDAĞ, S. (2002). Tasavvuf Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Kabalcı Yayınları.

AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ

AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR

 ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN 

ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ


Bu makalenin konusu, 19. Yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan Ahıskalı Bektaşî Şeyhi Hırmen-dâr Ğâmizî Ali Baba’nın eserlerinden biri olan Ğâmizi’l-Acâib’dir. Ğâmizî Ali Baba’nın bu eserinin dışında, Cerîde-i Ğavâmiz, Tercümân-nâme ve Münşeât isimli eserleri de mevcuttur. Ğâmizi’l-Acâib için modern bir isim düşünürsek, Girift Hakikatler diyebiliriz. Ğâmizî Ali Baba eserinde, anlaşılması zor hakikatleri sembolik bir âlemde açıklamaya gayret etmiştir. Makalenin amacı, bu sembolik âlemde önümüze çıkan anlam duraklarını kavrayabilmek ve bu kavrayış sayesinde eserin tamamını ve onun diğer eserlerini yine bu ölçekte anlamaya çalışmaktır. Ğâmizi’l-Acâib mensur bir şathiye olarak değerlendirilebilir. Eser, on iki fasıldan oluşmaktadır. Fasıllar arasında kesin ve sürekli bir bağ yoktur. Genel itibarla bakıldığında, hakikati anlama noktasında, ehlullâhın övüldüğü ve ham sofunun yerildiği görülür. Bunun yanı sıra ruh ve nefs mücadelesi, üçler, yediler, on iki masum konu edilmiştir. Anahtar Kelimeler: Ğâmizî Ali Baba, Ğâmizi’l-‘Acâib, Bektâşîlik, Şathiye, Hakikat THE SHEIKH OF AHISCANIAN BEKTASHIAN HIRMENDAR GAMIZI ALI BABA’S BOOK GAMIZI’L-ACAIB Abstract The subject of this article is Gâmizi’l Acaib, the most important book written by the Sheikh of Ahıscanian Bektashian Hırmen–dâr Gâmizi Ali Baba who lived in the second half of XVIII century. Beside this book, Gâmizi Ali Baba has other three important works named Ceride-i Gavamiz, Tercüman-name, and Münsheat. Mysterious Truths can be given as a modern name to Gâmizi’l-Acaib. Gâmizi Ali Baba tried to explain those truths that seem so difficult to be figured out, with a surrealistic perspective in his work. The purpose of this article is, being able to comprehend the meaning of Gâmizi Ali Baba’s perspectives or his symbolic fields. By doing this, different viewpoints of his all works can be understood. Gâmizi’l-Acâib can be evaluated as a prosaic shathiya. It includes twelve chapters. There are no definite and permanent relationships among the chapters. When the book is examined generally, at the point of understanding the truth, being praised the saints or ehlullah, and being satirized crude pious can be seen. Additionally, the struggles between soul and selfishness/nafs; the thirds, sevens and twelve sinless constitutes the other topics of the book. Keywords: Gâmizî Ali Baba, Gamizi’l-Acaib, Bektashism, Shathiya, Hakikat * Yrd. Doç. Dr., Sakarya Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi, Türk-İslâm Edebiyatı, Sakarya/Türkiye, kmermer@
sakarya.edu.trDOI:10.12973/hbvd.70.119. TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 180 1. Giriş Hakikatin anlaşılma çabası, hakikatin kendisi kadar önemli bir meseledir. Yolyolcu ilişkisinde aktif olan yolcu olsa da, yolun da kendine has kıvrılışları ve görünüş- leri vardır. Yolculuk çift yönlü bir hareketliliğe sahiptir. Yolcu yolda, yol da yolcuda bazı değişikliklere neden olur. Bu seyahatte, varılan nokta son durak değil; yalnızca bir durak olarak kabul edilmelidir. İnsanın var oluşuyla başlayan, hakikati arama yolculuğu her coğrafyada farklı isimler ve renklerle önümüze çıksa da, aslolan insanın böyle değişmez bir meselesi olduğu gerçeğidir. Tasavvuf, kelime kökeni ister sophia ister sof ve isterse suffe olsun; arayıcının, arayanın ve doğal olarak arayışın adıdır (Gölpınarlı, 2004: 41-43). Hicretin ilk yüzyılından itibaren bir zühd ve takva anlayışı içinde ortaya çıkmağa başlayan tasavvuf hareketi, miladi 9. yüzyıldan sonra geniş ve renkli bir dü- şünce sistemi olmuştur. 11. yüzyılda tarikatların kurulmasıyla tasavvuf bütün İslam âlemine yayılmıştır (Ocak, 1984: 1). Elbette Ğâmizî Ali Baba’nın baba ocağı Ahıska da bu âlemin içindedir. Osmanlı döneminde Anadolu’da kurulan ve Balkanlar’da da etkili olan Bayrâmiyye (Bayrâmî Melâmîleri), Celvetiyye, Bektâşiyye gibi tarikatlar ve kolları hem devlet-i aliyye içerisindeki önemli yerleri hem de kültürel manada Osmanlı geleneği öncesine uzanan altyapısıyla zengin bir tasavvufî söyleme sahiptir (Uludağ, 2005: 21; Köprülü, 2003: 46-54). Tasavvuf, bâtının, için, özün bilgisidir. Ahlâkı tasfiye, dışı aydınlatmak, zâhiri ve yaşantıyı temizlemek için yola girmektir. Bu zevk ile tecrübeyle bilinecek anlaşılacak bir ilimdir. Daha doğrusu bir meslektik, yoldur; kendi metodolojisine sahiptir (İz, 2001: 27; Güzel, 2004: 139-140; Kılıç, 2012: 14-15). A. J. Arberry’in hulasa ettiği cetvel merkezinde düşünecek olursak, birinci basamak dünyevi yaşamı terk etmek ve kendini Tanrı’ya adamaktır. Bu bağlamda önce ibadet ve taat konusunda disiplinli olmak gerekir. Ardından yeme içmeden başlayıp hayatın her safhasına dâhil olan bir kişisel yaşantı ahlâkı geliştirmek icap eder. Peşi sıra büyük/kebâir günahların terk edilmesi ve bunun ruhanî boyutta karakterle özdeşleştirilmesi basamağı gelir. Piramidin en üstünde ise tevbe-şükür-havf ve recâ- tevhid-tevekkül-aşk-ihlâs-tefekkür-fenâ fillâh dizgesinde ilerlemekle ulaşılan kulluk/ abd yolu vardır (1990: 74-83). Abdiyet makamında her şeyden ilgisini kesmek ve azat oluşun kodları vardır ki bu İmam-ı Sâdık tarafından en üstün nimet olarak gö- rülmüştür. Çünkü “tüm nimetler özellikle maddî nimetler genellikle gönlü zayi eder. Eğer Allah, bir kuluna bağışta bulunursa, bu hediyenin yeri gönlün dışında olmalı ve ona gönle giriş yasaklanmış olmalıdır. Çünkü gönül Hakk’ın haremidir ve haremde mahremden başkasına giriş yasaktır” (Hakîkî, 2012: 57). Ocak, Bektaşîliğin tasavvuf geleneği içerisindeki tarihsel hikâyesini kısaca şöyle özetler: “XIV-XV. Yüzyıl boyunca, esas itibariyle Yesevî, Hayderî ve Vefâî tari- TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 181 katları bünyesinde yer alan Kalenderî zümrelerinden bu sonuncusuna mensup bulunan Baba İlyas’ın halifelerinden olup, büyük bir ihtimalle aynı zamanda Hayderî de olan Hacı Bektaş-ı Velî (öl. 1271) ananeleri etrafında toplanarak nihayet yeni bir tarikat şekline dönüşen Babaî akımı, kendine isim babası olarak Hacı Bektaş’ı seçti ve böylece XVI. yüzyılda Bektaşîlik adını aldı” (2012: 27). “Tasavvuf ve tarikatların Müslüman Türk kültürüne canlılık ve renk kattığı ve zengin bir muhteva kazandırdı- ğı bilinen bir gerçek olmakla beraber bu konuda ilk sırayı Mevlevîlik ve Bektaşîliğin aldığını kabul etmek lazımdır” (1992: 378). Bektaşilik yolunda hakikati görme çabası ve usulü, tarihsel macerasından daha mühim bir meseledir. Bu yolda yaratılışın hikmeti, elbette mutlak varlık olan Allah’la ilişkilendirilmiştir. Henüz “ol/kün” emri verilmeden bir öz olarak hakikat-i Muhammedî zikredilir. Edip Harabî’nin dörtlüğü, meramımızı izah eder niteliktedir: “ (Kün) hitâbı izhâr olmadan Biz ol kâinatın ibtidâsıyız Kimseler vâsıl-ı Dîdâr olmadan Ol (Kâbe kavseyn)’in (ev ednâ)’sıyız” Harabî bu dörtlükte, Yasin ve Necm suresindeki ayetlerden iktibaslar yapmakta ve Miraç hadisesine telmihte bulunmaktadır. Allah, henüz varlığı inkişaf ettirmeden, ol demeden önce nûr-ı Muhammedî bir öz olarak zaten vardır ve sevgilisinin yanındadır. Henüz hiçbir varlık vücut bulmadan, kavuşmak istenilen gerçek sevgilinin yani Allah’ın varlığı kavranmadan önceki zaman kastedilmiştir. Aynı Hz. Peygamber’in Allah’a olan mesafesi iki yay arası oluncaya kadar ve hatta daha da yakın noktaya gelindiği hâl ile hem-hâl olunduğu ifade edilmiştir. Bu yolda Allah, Hz. Muhammed ve Hz. Ali sacayağıdır, belkemiğidir, bütün algıları birleştiren ana caddedir. Ehl-i Beyt ve on iki imam sevgisi mezkûr caddenin en mühim ve ilk durağıdır. Kırklar meclisi, dört kapı kırk makam yolun esrarlı ve hakikatli fenerleridir (Fığlalı, 1996: 217-276). Ahıskalı Ğâmizî Ali Baba bahsi geçen yolun bütün hassasiyetlerini yansıtan bir karakter olarak önümüze çıkmıştır. Ğâmizî Ali Baba’nın mensur bir şathiye olarak kaleme aldığı eseri Ğâmizi’l-‘Acâib, arayışın doğasına uygun olarak, farklı açıları kullanarak kendi perspektifinden süzülen evreni bize yansıtıyor (Kurnaz ve Tatçı, 2001: 19). Bu evrende bahsini ettiğimiz ana caddenin, mühim durakların, esrarın ve hakikatin izlerini takip etmek mümkündür. 2. Hırmen-dâr Ğâmizî Ali Baba’nın Hayatı ve Eserleri Hakkında Ğâmizî Ali Baba’nın yazı dili ve tekniği göz önünde bulundurularak, çağımıza yakın dönemde yaşadığı bir kanaat olarak ifade edilmiştir (Tatçı, 2007: 149). Esasen bu kanaati kesinleştirmek mümkündür. Ğâmizi’l-‘Acâib’in beşinci faslında, birinci TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 182 anahtar denilen on sekiz harf verilmiştir. Bu harflerin ebced hesabında karşılığı 1271 rakamına denk gelmektedir ki hicri takvime göre verilen bu tarihi miladi takvime çevirdiğimizde 1854/55 senesini elde ederiz. Bu da Ğâmizî Ali Baba’nın yaşadığı zamanı gösteren önemli bir delildir. Mektuplarının sonundaki “Tarîk-ı Bektâşiyye’den Gâmizî Hırmen-dâr Ğâmizî Ali Baba” yahut “Ahıshavî Hırmen-dâr Ğâmizî Ali Baba” kayıtlarından hareketle, tarikatı ve inanç tarzı hakkında da kesin bir bilgiye sahibiz. Bektaşi tarikatına müntesip, Ahıska Türklerinden bir mutasavvıfla, baba sıfatını kullanmasından ve Müderris Kemal Bey’e yazdığı mektuplarındaki usulünden de anlaşıldığı veçhile, bir şeyhle karşı karşıyayız. Baba zaten şeyh, mürşit anlamında kullanılmaktadır ve birçok şeyh bu şekilde –Baba Tahir Uryanî, Baba Arslan v.d.- anılmaktadır. İki tür babalık vardır ki bunlardan ilki soy-nesep babalığı yani cismani babalıktır; diğeri ise ruhanî/manevî babalıktır. Tasavvufta şeyh müridin hakiki babası sayılır. Ğâmizî Ali Baba da Tercüman-nâme’de defalarca, mürşidi Müderris Kemal Bey’e “oğlum” diye hitap etmektedir (Uludağ, 2012: 62). Bektaşîliğin iki büyük kolundan biri kabul edilen Babagân kolunda mürşitlik aşamasına gelmiş, tekkede, dergâhın iç işlerini yöneten dervişlere baba sıfatı verilmektedir. Ayrıca bu mühim şahsiyetler, postnişin icâzetnâmelerini aldıktan sonra, bazen uzak bölgelere halife olarak gönderilmişlerdir (Korkmaz, 2005: 119-120). Ğâmizî Ali Baba’nın yaşadığı yer olan Ahıska, Türkiye sınırına 15 km. uzaklıktadır. Ahıska ilk İslâm fetihleri sırasında ele geçirilmiş fakat ardından defalarca el de- ğiştirmiş bir yerdir. Selçuklular döneminde Alparslan tarafından ele geçirilen Ahıska, ardından Moğol idaresi altına girmiştir. 1578’e gelindiğinde Lala Mustafa Paşa’nın Çıldır Savaşı’yla Osmanlı devleti idaresine geçmiştir. 93 Rus Harbi (1877-1878) sonunda imzalanan Edirne Antlaşması’yla Rusya’ya terk edilmiştir. Bu hadise Ahıska Türklerini üzüntüye boğmuş ve pek çok ağıtın yakılmasına neden olmuştur. “Önemli stratejik bir mevkide bulunan Ahıska’da Evliya Çelebî’ye göre 17. yüzyılda taş bir kale, kale içinde bin yüz kadar toprak ev, pek çok cami, hamam, medrese ve han bulunmaktaydı” (Bostan, 1988:526-527). Eserlerinde bu topraklardaki kavganın izlerine, acıların etkilerine rastlanmaz; çünkü esas gündem tarihsel ve tabiat olaylarının ötesinde duran, daha kadim bir meseleyle, ruhla ve onun düşmanı nefisle ilgilidir. Ğâmizî Ali Baba, tuğrasında hırmen-dâr sıfatını kullanmıştır. Mahrum, nasipsiz anlamındaki bu terkip, bir tevazu ifadesi olarak anlaşılmalıdır. Ğâmizi’l- ‘Acâib eserinden hareketle hayatı hakkında şunları söylemek mümkündür: Bulûğ çağından itibaren yüce bir yol olan tasavvufun hizmetkârı olduğunu ifaden eden Ahıskalı Ğâmizî Ali Baba; gurbet ellerde otuz üç sene boyunca ilim-hikmet yolunda seyahat ettiğini ve yirmi beş senede sekiz tarikatın şöhretli ve övgüye mazhar olmuş şeyhlerine ikrâr verip, günahlarından tövbe ederek uzun bir zaman riyazet ve daimi zikirle hem meşgul hem de bunları yapmaya mecbur olmuştur. Fakat son kertede, bu daimî zikir ve riyazetin ardından, ilâhî tecellileri yalnızca kendi zannıyla ve sübjek- TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 183 tif yargısıyla yorumladığını, onun şu sözlerinden çıkarmak mümkündür: “…Ħayli müddet riyāżet ile devām-ı źikr ile meşġūl ve mecbūr oldı isem de artık kendi ġalebe-i evhāmımdan başķa bir eŝer-i tecelliyāt-ı İlāhiyyeye muvāfıķ düşemedim” (Ğâmizî Ali Baba, 147). Ğâmizî Ali Baba ilim ve irfan seyahatini otuz üç senelik bir zamana ve sekiz tarikatın has bilgisine odaklamakla birlikte, özel olarak iki hocasında bahseder: Şeyh Ahmed-i Kudsî ve Sennârî nâmındaki diğer bir zât. Sennârî nâmındaki hocasını şu sözleriyle tarif ve taltif eder: “… Ĥadd-i źātlarında şeyħu’l-ĥarem olan insān-ı kāmile mülāķāt olınaraķ ĥadden tecāvüz ĥavāriķ-ı ‘āde ve ma‘rifetu’llāha dāir pek çoķ eŝer-i kerāmetlerini müşāhededen mā-‘adā bir müddet ĥalvet-nişĮn olup efkār-ı ġarĮbe ile eźkār-ı ‘acĮbelerinden mā-‘adā kemāl-i źevķ u küĥl-i safā-yı envār ile gözlerimin bāŧınan ĥicāb u ġubārın sildi süpürdi” (Ğâmizî Ali Baba, 147). Ğâmizî Ali Baba’nın hayatı ve bahsi geçen iki hocası hakkında daha fazla bilgi edinebilmek için, bütün ihtimalleri göz önünde bulundurarak, 18. ve 19. yüzyılın bütün tezkirelerini, Sicill-i Osmânî, Şakâik-i Nu‘mâniye ve Zeyilleri, Sefîne-i Evliyâ, Osmanlı Müellifleri, Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü gibi biyografik kaynakları taramamıza rağmen bunlarla alakalı herhangi bir kayda rastlamadık.1 Ğâmizî Ali Baba’nın bilinen eserleri üç tanedir. Bu eserler, üzerinde çalışmış olduğumuz Ğâmizi’l-‘Acâib, ardından başlayan Cerîde-i Ğavâmiz, 2 son olarak ise mü- ridi ve öğrencisi Müderris Kemal Bey’e cevap yahut vaaz u nasihat noktasında yazı- lan edebî-tasavvufî mektuplardan oluşan Tercümân-nâmelerdir. Biz bu listeye, kaynakça noktasında Ğâmizi’l-‘Acâib’in kenar notları olmayan/haşiyesiz bir nüshasını; eser noktasında ise, Münşeât başlığı altında toplanan ve yine oğlum dediği, öğrencisi Müderris Kemal Bey’e yazdığı mektupları ekleyeceğiz. Makalemizde, en kapsamlı ve haşiyesiyle de önem kazanan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ndeki mezkûr nüsha üzerinden gideceğiz. Nihayetinde, Ğâmizî Ali Baba’ya ait eserlerin nüshalarını şu şekilde sıralayabiliriz: a) Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yazmalar Bölümü, Yazma No: 1138, vr. 147-201 ve aynı yazmanın hâşiyesinde yazılmış Tercümân-nâme s. 161-208.3 b) Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi, Uşşâkî Tekkesi Bölümü, Sınıflama: 297.7, demirbaş: 00270-003, s. 97-151. c) Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi, Uşşâkî Tekkesi Bölümü, Sınıflama: T816.21, 00305-003, demirbaş: 00270-003, s. 20-77. d) Kutbü’l-‘Arifîn Şeyh Gâmizî, (Müstensihi: İsmail Rûşenî), Millî Ktp. Yz. A. 7590/2, s. 1-181. TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 184 3. Ğâmizi’l-‘Acâib’in Fasılları/Bölümleri Ğâmizi’l-‘Acâib on iki fasıldan/bölümden oluşmaktadır. Buradaki on iki sayısı Alevî-Bektaşî yolunun temel dayanaklarından olan on iki imama bağlı bir seçim olarak düşünebiliriz. Ğâmizî Ali Baba eserinde sırasıyla şu konuları işlemiştir. Birinci fasılda, şeyhinin yardımıyla bir istihareye yatan Ğâmizî Ali Baba, hayretlere gark olacağı şeyler görür. Sûfînin eğitimi açısından çok mühim olan bu tecrübe aynı fasılda detaylandırılır. İkinci fasılda, Alevî-Bektaşî geleneğinde mühim bir yeri olan Kırklar meclisinden bahsedilir. Üçüncü fasılda, nefs ve ruh karşılaştırması, bunların kendine has özellikleri, salt bir maddî varlığın nasıl da ağır bir yük olduğundan dem vurulur. Dördüncü fasılda, riyakârca davranan ve ne taatinin ne de ibadetinin aslı olmayan sahte sûfîden bahsedilir. Beşinci fasılda, nefsin eğitimi ve nüsha-i mevcûdât/mikro kozmos olan insanın özellikleri anlatılır. Altıncı fasıl, yedi basamaklı ve ayrıca renklerle de ilişkilendirilen bir kevn/ oluş haritası hakkındadır. Basamaklar nefis mertebelerinden bahseder. Dıştan içe, yüzeyden merkeze doğru bir seyrin hakikati gösterilmek istenir. Yedinci fasılda, oğlu gibi gördüğü Müderris Kemal Efendi’ye verilen bazı nasihatler söz konusudur. Sekizinci fasıl bir manzûme parçayla başlar ve ardından vahdet meselesi gündeme gelir. Dokuzuncu fasılda, akıl, ruh, nefs ve bunların nasıl ıslâh olunacağından bahsedilir. Onuncu fasılda, nefsin mahiyeti, tabakaları ve seyr-i sülûk meselesi konu edilir. Ayrı- ca ilmin yahut bilmenin mertebeleri de gündemdedir. On birinci fasılda, kıyametin iç ve dış yüzü, keramet sahibi veli kulların ahvâli; on ikinci fasılda ise, halvet içre bir ibadet geçirerek devşirilen güzelliklerden dem vurulur. 3.1. Fasl-ı Evvel/Birinci Bölüm İlk fasılda şeyhinin destur vermesiyle ve ondaki hâlleri şeyhi anlayabilsin diye istihareye yatan Ğâmizî Ali Baba, gördükleri karşısında hayretlere gark olmuş; âdeta kendisini o yeni âlemde kaybetmiştir. Alnını şeyhinin göğsüne koyan Ğâmizî Ali Baba, göğsüne çekilen bir azîm tuğra ile kendisinden geçmiştir. Bu detayın ardından rüyasını anlatan Ğâmizî Ali Baba, artık yalnızca sembollerle, sayılarla hakikati ifadelendirir: “Miŝāl-i rü’yāda ellerime bir büyük ħalķa geçirüb üzerinde ŧoķuz altun zencĮr ve đoķuzar ķulaç olaraķ ŧakub büyük ħalķa merkez oldı. Āndan bir ‘ažĮm śaĥrāda bulunub dört yataķ ve beş yorġan ve altı çār-şeb ve yedi yaśtıķ ve üç boy kilimde yatub mükerrem muŧalsam şeb-i žılāmda on iki sā‘at gözümi yumdım” (G. A., 148). Buradaki âlem elbette sembolik bir âlemdir. Dokuz sayısı burada “Tanrı’nın, dokuz sudur (oluşum, varoluş ya da varlığa geliş) kademesindeki dokuz varoluş biçimini simgeleyen kutsal sayı” olarak düşünülebilir (Korkmaz, 2005: 195) Diğer edebî yahut tasavvufî metinlerde nüh felek tamlamasıyla birçok defalar önümüze çıkan bu TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 185 terkip galaktik sistemde dünyanın ve bu dünyada insanın durduğu yeri göstermek bakımından önemli bir kalıptır. Ayrıca eski Türk inanışını derinden etkileyen Şamanist ögeler dikkate alınırsa, dokuz sayısı kadim bir hafızanın ürünü olarak nitelendirilebilir: “Dokuz ağaç, dokuz dallı ağaç, dokuz boy, dokuz Oğuz, dokuz felek, dokuz dev gibi” (Demirel, 1995: 106). Dört yataktan kasıt Ahmed-i Yesevî ve onun feyiz sofralarından beslenen Hacı Bektâş-ı Velî’de çokça görülen dört unsur meselesiyle yakından ilgilidir. Bu unsurlar ayrıca kadîm Yunan felsefesi açısından da önem arz eder. Anâsır-ı erbaa olarak bilinen bu algıda, hava, su, ateş ve toprak elementleri ve bu elementlerin terkibinden meydana gelen makro kozmos olarak evren, nihayet onun özeti olan insan/nüsha-i mevcûdât kast olunur. Örneğin Hacı Bektaş-ı Velî Arapça kaleme aldığı eserinde, dört kapı ve bu kapıların arasını dolduran, insanı bir sonraki merhaleye ulaştıran kırk basamaktan söz eder. Âbidler şeriat ehlidir ve asılları havadan/yeldendir. Zahitler tarikat ehli olup asılları ateştendir. Marifet ehli olan ariflerin aslı sudan ve muhabbet ehli olanların aslı ise topraktandır (Hacı Bektâş-ı Velî, 2007: 44-59). Beş yorgan diyerek kast olunan ise, kuvvetli ihtimalle hazarât-ı hamsedir. Varlığın beş temel kategorisi bu isimle anılır. Allah’tan zuhur eden varlıkların geçirdiği aşamalardır. Göksel olandan, yere doğru bir iniş vardır ki insanın indiği âleme misâl; ve bütün varlıkların künhünü gösteren âlem ise insanın kendi âlemidir (Cebecioğlu, 2004: 260-261; Uludağ, 2012: 163). Buradaki beş aşama şöyle sıralanabilir: “Mutlak gayb hazreti, a‘yân-ı sâbite âlemi, mutlak şehâdet hazreti, mülk âlemi, izafî gayb hazreti… Beş hazrete tenezzülât-ı hams denir” (Uludağ, 2012: 163). Ğâmizî Ali Baba’nın altı çarşaf dediği muhtemeldir ki, Allah ve Hz. Peygamber’in ailesi yani Ehl-i Beyt’tir. Allah, Hz. Muhammed (sav), Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin şeklinde bu altıyı sayabiliriz. Ayrıca yalnızca erkekler tarafından dönülen bir semah türü vardır ki buna da altıya girmek semahı denmektedir. Yedi yastıktan kast olunan şeyler çeşitlendirilebilir. Buradan hareketle, yedi âlem, yediler/yedi abdal, yedi gök, yedi ata, Hz. Muhammed’in, Hz. Ali’de gördü- ğüne inanılan yedi üstün sıfat –ki bunlar kemâlet, cemâlet, fazîlet, adâlet, merhamet, marifet ve hakikattir- Fatma Ana kuşağının yedi rengi, yedi erkân, yedi farz, yedi tamu, yedi çizgi ve yedi delik bu şeyler içinde ilk akla gelenlerdir (Korkmaz, 2005: 170). Buradaki yastığın seçilmesi insanın başını dayadığı ve ona bir manada güven ve huzur sunan bir eşyadır. Ayrıca Ğâmizî Ali Baba’nın zihinsel dünyasını ve ahlâkî düsturlarını kuşatan bir âlemin sembollerindendir. Bize göre burada öne çıkan ihtimal, Gayb erenleri hiyerarşisinde Üçler’den sonra gelen ve kendilerinde keramet nevinden olağanüstü hâller olan âriflerdir. Ğâmizi’l-‘Acâib’in altıncı faslında yedi renk üzerinden yedi âlem okuması yapan Ğâmizî Ali Baba yine aynı merkeze doğru zihin oklarını göndermiştir. Bu TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 186 katmanlar, âlem-i şehâdet, âlem-i misâl, âlem-i ervâh, âlem-i ceberût, âlem-i lâhût, âlem-i nâsût, âlem-i hakîkattir (Uludağ, 2012: 53). Böylece görüngü dünyasından yukarıya doğru yani hakikat merkezine bir yükseliş hedeflenir. Bu çerçevede yedi tavır yani etvâr-ı sebanın katmanları da zikredilmelidir. Tab‘, nefs, kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ skalası, aynı zamanda nefsin yedi derecesine göre değişen hâletleri temsil eder (Cebecioğlu, 2004: 198). Yedi nefs meselesi yani nefsin mertebeleri, yatağını yorganını, yastığını yanında taşıyan bir anlamda ilmî ve ahlâkî bir seyahat/hicret hâlinde olan yolcunun/salikin kendi içindeki konaklarını gösterir. Yükseliş ve düşüş (urûc ve nüzul) hem zâhirde hem de bâtında önümüze çıkan tasavvufî bir gerçekliktir. Zaten Ğâmizî Ali Baba da eserinin sayfa kenarlarında yani hâşiyesinde övülen yedi nefsten bazılarının kendilerine has özelliklerini zikretmiştir: “Nefs-i Emmāre: Buħl ve ħırś ve cehl ve kibr ve ĥased ve ħıyānet ve yalan vaśf-ı menħûslardan ‘ibāretdir. Nefs-i Levvāme: Heves ve mekerr ve ‘ucub ve ‘ışret ve temennâ ve ruĥśat ve ibāĥat bu vaśf-ı mekrūhlardandır (Gâmizi’l-‘Acâib Hâşiyesinde, 149). Nefs-i Mülheme: Seħāvet ve ķanā‘at ve ‘ilm ve tevāżu‘ ve tevbe ve śabr ve ‘amel bu śıfat-ı memdūĥadan ‘ibāretdir. Nefs-i Muŧmainne: Cūd, tevekkül, tereddüd, ĥilm, ‘ibādet, şükr, rıżā bu śıfat-ı meşkūreden ‘ibāretdir. Nefs-i Rāżiyye: Kerāmet, zühd, iħlāś, taķvâ, riyāżet, vera‘, ħulķ-ı ĥasen. Nefs-i Marżiyye: Luŧf, ķurb, ħilāfet, śafā, źevķ, şerāfet, tecellî” (G. A. H., 149). Sembolleri okuma çabamızda bu sefer de üç boy kilimde yatmak ibaresine rast geliyoruz. Bundan kasıt insanın kendi makamına seyrini ifade eden mevâlid-i selâse/ maden-bitki-hayvan olabilirse de, kuvvetle muhtemeldir ki bir Bektâşî şeyhiyle karşı karşıya olduğumuzdan kast olunanın Gayb erenleri/Üçler olma ihtimalini ve herkes- çe malum Hakk-Muhammed-Ali üçlüsünü de göz önünde bulundurmalıyız. “Üçler, Hakk’tan istimdâd eder, halka imdât eder, insanlara şiddet ve kahırla değil; mülayemet ve merhametle muamele eder. Üçlerden biri aralıksız ve kesintisiz Hakk’tan aldığı feyzi halka akıtır. Üçler bir kutup, iki imamdan oluşur. Kutbun, Allah katındaki ismi Abdullâh’tır, kutbu’l-aktâb ve gavs-i azam olarak da bilinir…. Hatm-i evliya da üçtür: Hz. İsa, Muhammed Mehdi, İbn Arabî” (Uludağ, 2012: 367). Ayrıca Alevî- Bektâşî terbiyesinin temelini oluşturan eline-diline-beline sahip ol ilkesini de aklı- mızda tutmak durumundayız. Sembollerin ve sayıların dünyası daha birçok düşünce etkinliğine açık olduğundan, tasavvuf ehli bu geniş araziyi kullanagelmiştir. Bu tarz anlatımı, alışıldık bir evren yerine; birçok renk ve hassasiyet taşıyan sembolik çengellerle soyutun dünyasına tırmanmak, bir bakıma ormandaki daha az kullanılmış yolu TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 187 kullanmak gayreti olarak da düşünebiliriz. Bahsi geçen üç boy kilimde yatan Ğâmizî Ali Baba, kutlu ve esrarengiz gecede on iki saat boyunca gözlerini yumar. On iki saat denilerek kastedilen şey muhtemeldir ki, Hz. Ali’yle, onun soyundan gelen on iki imama denk düşmektedir. Aynı zamanda Hz. Ali soyundan gelenlere bağlanan ve cemde yürütülen on iki hizmet, on iki buyruk, “bir bütün olarak yola bağlanma olarak algılanan secdede yerine getirilmesi gereken on iki hizmet”, Alevî- Bektâşî yolundaki on iki alâmet de akla gelebilecek kavram ve olgulardır (Korkmaz, 2005: 524). Lafız merkezli düşündüğümüzde acayip bir âlemle karşı karşıyayızdır. Kast olunan elbette anlamdır ve anlam, Ğâmizî Ali Baba’nın da altını çizdiği gibi “gizlü şeye dirler” (G. A., 148). Ğâmizî Ali Baba gözünü yumduğu anda kendisini bir büyük dağın yanında görür ve orada bir müddet dinlenir. Ansızın orada bir çobana rast gelir ki o çoban kendisini o dağın başına çıkarır. Daha sonra çoban, Ğâmizî Ali Baba’ya orada gösterdiği bir kuyuya girmesini teklif eder. Ğâmizî Ali Baba ürker ve çobanın elinden tutar. Çünkü o kuyunun içinde karanlıktan, dehşetli şeyler ve vahşi hayvanlardan başka bir şey yoktur. Çoban, bu korkunç manzarayı seyreden Ğâmizî Ali Baba’yı arkasından itekler. Kendisi de bir nara atarak kuyuya kendisini atar. İşte tam bu anda o derin kuyunun karanlığı aydınlanır. Çoban kuyunun içindeki dokuz ayak merdiveni ve yedi gözlü ayakkabılığı gösterince Ğâmizî Ali Baba’nın içi rahatlar, selâmette olduğunu kavrar ve el-hamdüli’llâh deyip çobanın boynuna sarılır. Çoban da onu sever ve Hakk’ın tecelli ettiği aydınlık yüzüyle Ğâmizî Ali Baba’nın içini ferahlatır. Nihayet çoban şöyle der: Sana vaadettiğim emanet şimdi yerine geldi. Bu cümleyi duyunca Ğâmizî Ali Baba’nın gözleri açılır, kendine gelir. Şeyhi bu hikâyedeki hâletleri hoş görerek “Âferîn” der (G. A., 148-149). Sûfi eğitiminde rüya önemli bir bilgi kanalı olarak kabul edilmiştir. Değişen hâllere binaen görülen rüyalar ve o rüyaların yorumu, seyr-i sülûk için mühim bir yol göstericidir. Rehber/Mürşid bu minvalde müridânının ellerinden tutarak henüz yürümekte zorlanacağı vadilere götürür, orada beraberce zihinsel ve duygusal bir deneyimlemeye girilir. Hafızanın ve şuurun kör noktaları kurcalanır. Âlemler arası bir geçiş duygusu içerisinde ser-hoş olunur. Ğâmizî Ali Baba’nın tecrübesi de hem garip hem de olağandışıdır. Ayrıca hem kutsallığı ilham eden dağ hem de derinliği ve karanlığı sembolize eden kuyu beraber zikredilerek hakikatin zıtların ahengiyle harmanlandığı da ifade edilmiştir diye düşünüyoruz. 3.2. Fasl-ı Sânî İkinci fasıl genel anlamıyla tasavvufun, hususî mahiyette ise Alevî-Bektaşî geleneği ve inancının temel kabullerinden biri olan Kırklar meselesine ayrılmıştır. Dünya düzenini çekip çevirmede başat bir rolü olan Kırklar, manevî dinamik olduk- TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 188 ları nispette, maddî bir varlığa da sahiptirler. Kırklar, bir kavram yahut metaforik bir algının/mecazî bir düşünüşün izdüşümü olarak değil; bizzat bir gerçeklik ve inanç/ kabul meselesi olarak anlaşılmalıdır. Ayrıca kadîm toplulukların inanışlarında oldu- ğu üzere, eski Türk inanışlarında da kırk sayısı önem arz eder: “Alpların her zaman yanlarında kırk yiğitleri vardır. Kırk bin kişilik ordu, kırk köşeli ev, kırk boynuzlu boğa, kırk elçi, kırk gece ve gündüz destanlarda çok geçen motiflerdir. Oğuz Kağan kırk günlükken yürür. Dede Korkut destanında Boğaç Han’ın yarası kırk günde iyileşir” (Demirel, 1995: 105). Nefs ve ruh karşılaştırmasıyla meseleye girizgâh yapan Ğâmizî Ali Baba, ezelden aşinalığımız olan nefsi, çeşit çeşit renklerinde/hâllerinde uçan bir kargaya; ruhu ise gülistanda yetişmiş, oraların güzelliğiyle ahenklenmiş bir şahine benzetir ve bu iki varlığı birbirine eş kılar, birbiriyle evlendirir. Bu birleşmenin neticesinde, dönüşümsel/metamorfik bir açılımla kaknus yani Ankâ kuşu meydana gelir ki bu efsanevî kuş bin yıl ömür sürer. Bu kuş ismi olup cismi olmayan bir kuştur ve istiğnanın sembolüdür. İki âlemde de makamına erişmek mümkün olmayan bir efsane varlıktır.4 Ardından nefs odununu ruh ateşinde yakar ve bu yangının küllerinden efsanevî Hümâ kuşu doğar. Kudret sütüyle saadet kafesinde beslenen kuş, dokuz kanatlı ve yedi başlı bir ejderha hâline gelir. Yedi kat altın zincir ile yedi başı bağlanan ejderha büyüdükçe büyür, ağzından ateşler saçar, yedi bin batman yağ olur. Nefsin bu kudurmuş portesinin ardından, onun nasıl ehlîleştirildiği meselesi gündeme gelir. Saadet çevgeniyle ejderhanın başlarını ezen Ğâmizî Ali Baba, yağını alıp derisinden kendisine sürme yapar. Bu sürmeyi gözüne çekince daha evvel karanlık olan bazı hakikatler görünür hâle gelir.5 Böylece, örneğin nübüvvet nuru ve velâyetin hakikati kavranır hâle gelir. Meselenin devamında Ğâmizî Ali Baba, Kırklar meselesini mübalağalı ve sembolik bir dille ifade eder: “… Ve özim saĥrāsında yedi ķubbelü, on iki köşelü, ŧoķuz ŧavanlu, üç direklü bir sarāy içinde kendim bulub, her bir ķubbenin altında birer deryā mevc urur gördüm. Ve her bir deryāya üç yüz altmışaltı ırmaķ aķar. Bir ħavż-ı girdāb olup aña vāśıl olup maĥvolurlar. Ve bu ĥavużdan gülzār-ı rūĥu śulayub elvān-ı şükūfe ve gün-ā-gün eŝmâr-ı laŧĮfeyi senesinde ķırķ def‘a meyve kemāl bulur idi. Ve bunların baġbānı Ķırķlar idi ”(G. A., 149). 3.3. Fasl-ı Sâlis Ğâmizî Ali Baba, nefs-ruh meselesini bu fasılda da işlemeye devam eder. Ruhunun kovanına nefis arılarını salan Ğâmizî Ali Baba, bu arıların o kovanlığa bol bol bal yaptığını belirtir. Ardından arıların bir humma neticesinde telef olduklarını, balın ise zayi olduğunu dile getirir. Hummalı arılar yüzünden çürüyen ve kokuşan balın içinden, adeta çürüyen bir tohumun patlaması gibi bir sarı yılan hâsıl olur. Bu yılanın kırk endâze boyu, kıldan ince bir eni vardır. Kırk günde bir nefeslenen bu sarı yılandan her bir nefeslenmede bir akrep zuhur eder. Bir an gelir bu garip ve değişmeceli TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 189 yılan toprağa kafasını sokar ve kuyruğunu havaya dikip öylece kalır. Ardından bir abanoz ağacına dönüşür. Bu ağaçtan yirmi dört budak çıkar ve her budağın başında bin bir türlü acayip meyve zuhur eder. Ağaç çürür, çıra olur ve şems-i kudretle yanmaya başlar. Her saatte/ânda bin derece parlak ve safalı bir siluete dönüşür. Böylece insan nazarından gizlenerek bir sarayın kubbeli kâgir binasının altında karar kılar. Bu yapının altı ne kuru ne de yaş; ne soğuk ne de sıcaktır. Üstelik buraya giren birisinin buradan çıkmak ihtimali yoktur. Burası kudretin nurunun girdaplar yaptığı, bir manada bütün oluşların ve yaratışların eritme potası gibidir. Ağaç hem Asya mitolojileri ve inançları içinde –ağaçtanrıça, ağaçana, ağaçata v.b.- hem de Alevi-Bektaşî yolunda ehemmiyeti olan bir semboldür. Örneğin ağacı, ana yahut baba olarak tanımlama, ilk insanın yani onun soy atasının ağaçtan doğması ve insanlığın ağaçtan türeme miti ilk etapta akla gelenlerdir. Bu listeye ek olarak, Dedem Korkut hikâyelerinde geçen Basat’ın babasının Kaba Ağaç olması, şamanların/ kamların davullarında güneş, ay, yıldız gibi resimlerin yanı sıra kayın ağacı resminin olması, Türk efsaneleri bağlamında yeryüzündeki dokuz insan cinsini dokuz dallı bir ağacın gölgelemesi sayılabilir (Dedem Korkudun Kitabı, 2000: CCXCIVCCXCVIII; Demirel, 1995: 93-97). Dolayısıyla Ğâmizî Ali Baba bu mühim sembolü içinde yetiştiği topluluğun kadîm hafızasıyla buraya yerleştirmiş gibidir. “Burayı görenler Ādem-i ma‘nā, insān-ı kāmil ve Ķur’ān ve İsm-i A‘žam ve Kitāb-ı mübĮn ve mü’min ve ‘Anķā ve Ĥızr-ı ma‘nevĮ ve nūr ve ħalĮfetu’llāh ve mürşid ve kibrĮt-i aĥmer ve rāhib ve mir’āt ismiyle müsemmā ve mütecellā olur. Daha da neler olur? Ve dört kitāba žarf olur. Ve bu yollar gāyet inceden ince bir yoldur. Ķadem ve ‘aķl buraya śıġmaz. Ve ķulaġuzı kūh-i Ķāf’dadır; bulınmaz ve bulımaz. Sekiz źavallı Ādem oġlanı dört ayaķlı ‘anāśır merkebi olmuşsun. Beş çuval burçaķ yüklenüb öġütüb gezersin”(G. A., 150) diyerek serzenişte bulunan Ğâmizî Ali Baba, mezkûr hakikatleri keşfedemeyen insanın ancak maddî varlığını bir yük olarak taşıdığını ifade eder. Ğâmizî Ali Baba, hakikatlere, sembollere, deruni anlama uzak olan insana, faslın sonunda şöyle seslenir: Yazıklar şânına olsun! 3.4. Fasl-ı Râbi‘ Bu fasılda eleştirel ve tan edici bir açıyla riyakâr sûfînin hatalarını ve gerçek dışı tavrını ifade eden bir Ğâmizî Ali Baba’yla karşılaşırız. Her şeyden evvel ehlullâh taifesinin özü sözü birdir, hakikatsiz kelâm ondan vürûd etmez. Kaldı ki onun her bir kelâmında bin bir türlü mana vardır. Bu taife için Mesnevî’de şöyle bir tanım getirilir: “Ey sıfatları ilâhî bilginin güneşi olan ârif! Göklerdeki güneşin bir sıfatı var; ısıtır, aydınlatır ama sen öyle değilsin. Sen bazen güneş, bazen deniz, bazen Kaf dağı, bazen de Zümrüd-i Ankâ olursun. Ey vehimlerden uzak, ey ileriden ileri olan insân-ı kâmil! Sen kendi zâtında ne ‘o’sun, ne de ‘bu’sun; yani söylediklerimden hiçbiri değil, onlardan da çok yüksek bir varlıksın” (Mevlana Celâleddîn-i Rûmî, 2005: 261). TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 190 Hâlbuki ârifim diyen bir kısım sahtekâr vardır ki, sözüyle özü bir değildir. Başında külah, belinde kemer, üstünde hırka, belinde teber ile kendini ehlullâha benzetse bile bu onun gerçek yüzü değildir. Dışı başka içi başkadır. Kaldı ki erenler denilen zümrede tarikat, ekol, cemiyet davası yoktur; bu şeylerle kimlik kazanmazlar. Çünkü âşıkın nişanı yoktur. Fakat bu bî-nişân olmak nedir, içi dışı bir olmayan ne bilsin? Onların ne olduğuna burhan kendi zatlarıdır. Hâlbuki basireti olmayan kişi nişansız olmayı kavrayacak tıynette değildir. Ğâmizî Ali Baba bu basiretsizliğe yani zaafa sahip kimseye, kendisine doğru bir rehber bulması yönünde salık verir. Ardından akıl verdiği kişilerin kendi aynalarındaki kir yüzünden kendi hakikatlerini kavrayamadıklarını; ol sebepten bu arayışın boşuna olduğunu da ekler: “Ancaķ sen kendi hevā vü hevesinde ġark olmuşśıñ. Hiç kimseye bahāne bühtān itme. Kendi ķaderine ve meyline ve sa‘yine ve ġayretsizliġine havāle ķıl”(G. A., 151). Bu noktadan itibaren Ğâmizî Ali Baba, daha keskin bir hatla, kendilerini sülâle-i tâhire diye tanımlayıp gururlanan cemaatin kendini haklı görüşünü şu ifadeleriyle eleştirir: “Bu ise aŝıl sülâle aŝlâb-ı peder ve erĥâm-ı mâder değildir. Böyle bir emr-i i‘tibārĮdir. Bunlara güvenilmez, zira bunlarla kurtulınmaz. Asıl sülāle nūr-ı MuhammedĮ’dir. ‘AzĮz bu maķāmlar ādemi ķurtarır, eyvallah” (G. A., 151). Nûr-ı Muhammedî, cevher-i hadrâ, ve nûru’l-envâr ile kastolunan yaratılışın sebebi ve kemâlât yolunun sonunda bulunabilecek tek hakikat olarak yorumlanabilir. Kâşânî, nûru’l-envâr terkibini şöyle izah eder: “Hz. Muhammed. Çünkü onun nuru –ki bu nûr ilk tecellidir- bütün nûrların aslıdır” (Abdurrezzâk Kâşânî, 2004: 151). Hakîkat-ı Muhammediyye bu ilk nur demektir. Tasavvufî çerçeveden bakılarak, Allah insanları bu özden halk etmiştir denilebilir. Ğâmizî Ali Baba, Muhammedî derken, hem Hz. Peygamber’in ailesinin Hz. Fatıma ve doğal olarak Hz. Ali üzerinden on dört masumu; diğer taraftan özü sözü bir olan, samimi Allah kullarını kastetmektedir. 3.5. Fasl-ı Hâmis Beşinci fasılda nefsin eğitimi hususunda bir giriş yapıldıktan sonra, hem mecazî bir dille insan denen âlemin zenginliğinin hikâyesi hem de tam izah edilmeyen bazı hakikatler için cifr ve ebcede dair bir anahtar verilmektedir. Fakat esas meselenin cifr ya da ebcedle anlaşılacak bir şey olmadığı; yapılan eylemin bir hoş- luk, güzel bir sada bırakmak için yazıldığı ifade edilmiştir: “Bir ŧutam sineġi nefsim ķovanlıġına ķapadım. Yedi yılda yetmiş biñ sıġır ŧulumı yaġ çıķardı. Ve her ŧulumı yedi devlete göndersem yetmiş biñ yıl idāre olırlar idi. ‘Ammā şimdi zamānı deġildir. Ĥisābı mümkin birinci miftāĥıdır. buraları on sekiz ĥarfe śarf-ı efkār ķılındı. Ancaķ ķangı seneye teśādüf iderse nihāyetine mevķūfdır. Onlar armaġanı olarak ķaydolundı. Vāķı‘a cüz’ ü küll ceng ü cidāle delĮl bulunur ise de māni‘ deġil. NetĮce ĥoş ola. Her ne ķadar maġz-ı cifriyye ise de ħaber başķacadır. Cifre müte‘alliķ deġildir. Bundan bir iki senelerde pek ĥoşluķ bulınır, pekiyi vaķitleri göricek ādem bulunur yā Hū” (G. A., 151-152). TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 191 Birinci anahtar dediği on sekiz harfin ebced karşılığı 1271 rakamına denk gelmektedir. Bu hicrî tarihi miladi takvime çevirdiğimizde 1854/55 senesini elde ederiz. Bu da Ğâmizî Ali Baba’nın yaşadığı zamana dair önemli bir delil olarak kabul edilebilir. Bir sonraki aşamada şunu sormak icap ediyor. Bu verilen tarihin Ğâmizî Ali Baba’nın hayatındaki rolü ve önemi nedir? Bunu tam olarak izah edemiyoruz. Zaten kendisi esas meselenin cifr ve ebcedle ilgili olmadığını söylediği için, mana merkezli yürümeye devam edeceğiz. 3.6. Fasl-ı Sâdis Altıncı fasılda, kevn/oluş âleminin hâllerini, birinci ve ikinci haberini yedi basamakta ifade eden Ğâmizî Ali Baba bir skala oluşturur. Esasen yedi derece üzerinden bu tarz bir okuma yapmak eski bir geleneğin ürünüdür. Oluş-renk münasebeti için Mevlânâ, Mesnevî’sinde şöyle der: “Yalancı sabahı sahici sabahtan, yani dünya nimetlerini, âhiret nimetlerinden ayırt et. Şarabın rengini kadehin renginden, mânâ kokusunu ve rengini suret kâsesinden bilme. Böylece sabırla ve sebatla, yani ayak direyişi ve dayanışı ile cisimlerin yedi rengini gören baş gözünden başka, bir gönül gözü elde edesin. İbadet ederek, iyilikler yaparak, halka hizmet ederek elde edeceğin bu gönül gözü ile bu gördüğün çeşitli renklerden başka renkler görürsün. Adi taşlar yerine inciler, mücevherler seyredersin” (Mevlana Celâleddîn-i Rûmî, 2005: 314). Buradaki renk meselesi mütercim tarafından şöyle izah edilmiştir: “Beyitte geçen yedi rengi baş gözü ile görüyoruz. Gönül gözü, o yedi rengin ötesindeki renkleri gö- rür. Ârifler, o yedi rengin ötesindeki yedi rengi şöyle değerlendirmişlerdir. 1. Beyaz: İslâm 2. Sarı: İman 3. Koyu mavi: İhsan 4. Yeşil: Huzur ve itmi’nân 5. Açık mavi: İbkan 6. Kırmızı: İrfân 7. Siyah: Hayranlık” (M. C. Rûmî, 2005: 314). Zaten semboller, mana âleminin girift ve kıvrımlı yapısını az da olsa göstermek ve adeta esrarı açığa çıkarabilmek içindir. Ğâmizî Ali Baba da bu âlemin ikliminde dolaşmayı seven bir müelliftir. Yazmada dereceler kırmızı mürekkeple yazılmış, bu derecelere karşılık gelen renkler alt tarafına kaydedilmiştir. Âlemdeki oluş ile renkler arasındaki ilişki dairesel ve dıştan içe doğru seviyesini yükselten katmanlarla ifade edilmiştir. Birinci derecede yani bir anlamda kabukta zıllî/gölgesel; Platon’un ay-altı/ay- üstü âlem anlayışına kadar götürebileceğimiz bir algı söz konusudur. Son aşamada yani merkezdeki dairede ise cevher-i hadrâ olarak da ifade edilen, kendisine ruh üflenen yaratılmış ilk özü yani Nûr-ı Muhammedî’yi fark ederiz. Aşamalardan geçmek, tahavvül etmek meselesi bizzat oluşun-olmanın yani ol emri boyunca devam eden yaratma eyleminin doğal bir izdüşümüdür. En dış daireden en iç daireye faziletin rütbesi artar. 1. Derece-i Evvel: Zıllî/Gölgesel; 2. Derece-i Sânî: Gök; 3. Derece-i Sâlis: Beyaz; 4. Derece-i Râbi‘: Safravî/Kirli sarı; 5. Derece-i Hâmis: Ahmer/Kızıl; 6. Derece-i Sâdis: Al/Kırmızı; 7. Derece-i Sâbi‘: Yeşil. Ğâmizî Ali Baba bu cetveli öğrenmenin esas mesele olmadığını, sûfî olmanın bir ezber yahut mistik bilgi birikti- TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 192 riciliğinden çok; bir gönül işi olduğunu şu sözleriyle ifade eder: “… Bu yazılan renkleri oķuyub öġrendiñ ve lākin bal ve şeker dimekle dimāġına bir leźźet yapıştı mı? ĤālĮ deġil ĥayālĮ bir ‘ilm aldıñ. Bunuñla bir fāide gelmez, beyhūde zihnini yorarsıñ. Bu suâllerde seniñ hıśśañ yoķ imiş yā Hū” (G. A., 152). 3.7. Fasl-ı Sâbi‘ Yedinci fasıl, hitapta kullanılan tarza ve şahsına yazılmış onlarca mektuba binaen, Ğâmizî Ali Baba’nın en sadık müridi Müderris Kemal Efendi’ye bir nasihat, zihindeki problemlere bir cevap mahiyetinde kaleme alınmıştır. Ğâmizî Ali Baba, benim oğlum diyerek söze başladığı mektubunda babadan evlada kalan mirasın dünyevî olduğunu; fakat bunun kişiye gerçek manada bir fayda vermeyeceğini salık verir. Ğâmizî Ali Baba, öyleyse miras nedir, gizli sorusuna salih ameldir diyerek cevap verir. İnsan, şeriat-i Muhammediyye’yi baş tacı edinmeli ve helâl kazancına kanaat etmelidir. İnsan şeyhinin yahut bir dervişin kelâmını ağzına alacaksa abdestli olmalı- dır. Tabi ki her derviş görünen öyle olmayabilir. Dışı başka içi başka olabilir. Ğâmizî Ali Baba’nın kastettiği esas dervişler, ehlullâh-ı ‘ızâm hazarâtıdır ki onlara kurbî derler. “Kurb, tarikat yolunda, yolda Tanrı yolcusunun, gönlünü Tanrı dışındaki her şeyden arındırarak tanrısal nitelikler kazanması ve bu yolda Tanrı’ya yaklaşması” yahut “Allah’ın emirlerine uygun davranmak, bütün vakitlerde Allah’a ibadet etmek” olarak tanımlanabilir (Abdürrezzak Kâşânî, 2004: 452; Korkmaz, 2005: 425). Ğâmizî Ali Baba’ya göre kurbiyyet makamında olanlar, Allah’ın dostu ve O’nda kendilerini yok etmiş şahsiyetlerdir. Onların tavırları ve kıyafetleri beklendiği gibi değildir; değişiktir. Onları sana anlatmak pek mümkün değildir diyen müellif, manevî oğluna onları bilebildiysen işi bitirdin say, der. Çünkü biyolojik anlamda annen ve baban, kıyamet günü seni tanımazlar. Ğâmizî Ali Baba, işte tam bu sebepten diyerek çıkış yolunu şöyle gösterir: “Vaĥdet tācını giy ve tecrĮd kemerini ķuşan. Vaĥdet zülfi teli ile terāzĮ-yı ‘adālet ĥükmünde ĥākim ol. Ve kār-ħˇāne-i ‘ālem-i ‘ulvĮde bāzār ķurub semāvĮ śurāĥĮlerinden bāde-nūş ol. Ve ferāset cevgāniyle nefsine süvār olup yedi biñ ādem-i maĥalden ŧopuñ alabildiñse işiñ bitdi” (G. A., 152-153). Ğâmizî Ali Baba, bu noktadan sonra oğlum diyerek hitap ettiği Kemal Efendi’yi etrafındaki insanlardan zarar görmemesi hususunda uyarılarda bulunur. Sana yazık olur oğlum, dikkat et ve kemâlât yolunda kazandıklarını gizli tut, der. Ardından kemâl denilen şeyin, marifetullâh olduğunu hatırlatır. Bir dahaki görüşmelerinde bu konuları talim edeceklerini haber verir ve müridiyle vedalaşır. 3.8. Fasl-ı Sâmin Bu fasıl manzum bir parçayla başlamaktadır. Ğâmizî Ali Baba ilk iki dörtlükte, anâsır-ı erbaa üzerinden insan karakterinin özüne ve hakikati görebilmenin/sezebilmenin zorluğuna dair göndermeler yapar. Bu iki dörtlüğün ardından sekiz adet TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 193 beyit verilir. Bu beyitlerde ise, Alevî-Bektaşî yolunun canlarına, daha evvel detaylandırılmış olan ruh-nefs ilişkisi çerçevesinde nasihatler verilir. Ruh ve nefs ilişkisi çerçevesinde bu yolda çiğ iken nasıl pişileceğine dair işaretler gösterilir: “… Ve lākin rūhun ŧıfl-ı ħāķānĮsi nefsin duħter-i pākĮzesine nikāĥ-ı ma‘neví ile tervĮç-i ŧariķat ve nefħat demiyle ĥāmile-i feyz u ma‘rifet oldıķda bir Cemāl-i şems-i ĥaķĮķat miŝāl bir şeyħ-i ekmel doġar. Ve buna müsemmâ şeyħ-i ħāķān ve āmir-i selātĮn-i zamān ve fātiĥ-i iķlĮm-i ŧāķ-ı eyvān ve nūr-ı ‘aynu’l-‘ayn ve sırr-ı ķalb-i ķulūbü’l-beyān ve nūr-ı şems-i ħāverān olırlar” (G. A. H., 153). Bu ilişki biçiminde birbirini yok eden çelişkiler değil; birbirini tamamlayan ve kemâlât yolunda destekleyen zıtlıklar vardır. Yine şiirde velayet için, insanın bir hüner olması gerektiği, kerameti ise kendinden menkul değil; eserlerinden bilinmelidir mesajı verilir: “Türbemiz ħarābdan Ŧopraķdan kandíli ŦūŧĮsi bülbüli ġurābdan Şu‘le virir semm-i kātili İçinde śuyı serābdan Zaķķūm aġacı fitili Ķafesi yemişi nebātdan Şevķine bakmaġa insān gerek *** Nefsim maŧba‘ında pişiririm aşımı Ķomuşım dost yolına başımı Rūĥum ķanadı altındadır yapuları Yedi iklime açılur ŧapuları Hüner gerek velāyete Eŝer gerek kerāmete Sulŧān gerek taĥta Ŧāli‘i Ĥakk-ı baħta” (G. A., 153). Ğâmizî Ali Baba bu manzumelerin ardından, meramını yine sembolik tarzda anlatır. Bir satranç tahtası üzerinde, nefis piyonunu haşr u fenâ etmek için bir oyun yapar. Vezir, at ve fil taşlarını yani onların potansiyel değerlerini farklı yollarda bekleterek, nefis piyadesini zapt u rapt altına alır. Böylece gönül şahı, vahdet Kaf ’ının ota- ğına kurulur. Kaf dağında Ankâ-yı lâ-mekân olan Allah vardır. Bu ibareleri kendisine yazdıran da O’ndan başkası değildir. Vahdet güneşiyle yakın teması neticesinde, oradan yansıyan ışığın/nurun gözlerini aldığını söyleyen Ğâmizî Ali Baba, önce dem- TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 194 sâz olduğu bir hazreti/makamı, ardından kendiyle kalışını ve son olarak pîr-i fâniyle olan ruhanî eğitimini aktarır. Son karşılaştığı pîr-i fâninin kendine has hâllerinden dem vurur. O pir ki vahşi hayvanlarla, yırtıcı kuşlarla konuşabilmektedir. Deyim yerindeyse kuşdilini okumuş şahsiyetlerdendir: “Temkin ehli sûfîler, cem‘de yaşadıkları hâlleri sembollerle ifade ederler. Şehâdet âlemine ait unsurları gerçeküstü bir tabloya dönüştüren bu sözler, misâl âleminde kanat vuran rûhânîlere yazılmış birer şifreli mektup gibidir. Maddesine bağımlı olmayan ve lahutî âlemin âdeta ruhânî kuşları konumunda olan bu insanlar, yine kendi âlemlerinde kanat vuran kişilerin anlayaca- ğı bir tür dil geliştirmişlerdir ki, mantıku’t-tayr (kuş dili) diye adlandırılan dil budur. Şathiyyeler, bu sembolik anlatım özelliğinden dolayı, ‘işâret dili’, ‘agrebu’l-garâib’; ‘mânâ dili’ veya ‘kuşdili’ olarak nitelenirler” (Kurnaz ve Tatçı, 2001: 24). Bu dili bilen âdemin hâl-i pür melâlini, Ğâmizî Ali Baba şöyle ifade eder: “Ĥażret-i ĥażrıñ ĥāl-i ‘aŧşānına mülāķĮ olub çoķ vaķit dem-sāz oldum. Öyle bir maĥall-i žulmet ve vaĥşĮ ĥayvānāt ile memlū-yı sahrā ve daġ olub ġāyetle cā-yı ‘ažĮm olaraķ kendime bir enĮs ve ādem bulamadım. Oradan daħĮ ‘avdet ve seyr-i seyāĥat birle yoluma Eren Dağı gelüb cevānib-i erba‘ası baĥr-ı muĥĮŧ olmaķla orada bir pĮr-i fānĮye bir müddet mihmān oldum. Ve kendisi dilsiz olub vuĥūş-ı ŧuyūr-ı ĥayvānāt ile dāimā muśāĥabet ider idi. Biz daħĮ işāretle muĥabbet-i kāmile eyledik. Orada daħí pek çoķ ferāset ve ķābiliyyetime sebeb oldı” (G. A., 154). Dağ kültü, Alevî-Bektâşî yolunda önemli bir semboldür: “Mesela Menâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli’de devamlı olarak bir Arafat Dağı’ndan bahsedilir. (…) Vilâyetnâme-i Hacım Sultan’da, Hacım’ın daima yüksek tepeler üzerinde ibadet ve riyazatta bulunduğu belirtilir. Seyyid Rüstem Gazi’nin ise, Silistre yakınlarında bir dağın tepesinde ibadet etme itiyadında olduğunu Vilâyetnâme-i Seyyid Ali Sultan’dan öğreniyoruz. Veli Baba Menâkıbnâmesi’nde, vefat eden velilerin tepeler üzerine –zirve-i cebel- defnolunduklarını görüyoruz. Mesela on sekiz büyük kadın evliyadan ve Veli Baba’nın yakını olan Gelincik Ana, böyle bir tepe zirvesine gömülmüş ve o tepeye Gelincik adı verilmiştir” (Ocak, 2012: 114-115). Eren Dağı’ndaki pîr-i fâninin himmetiyle, feraset ve kabiliyet noktasında tatmine ulaşan Ğâmizî Ali Baba, sembolik bir dille âdeta kendi dönüşümünü ifade eden bir şiirle fasla devam eder. Şathiye mantığı içerisinde nazmedilen şiir, zıtlıklarla düellonun, karanlıktan aydınlık çıkarmanın, ağudan bal devşirmenin hikâyesini bir şatahatla anlatır6 ve ardından meseleyi noktalar: “Ne hācet ost bizim dost bizim sürelim zevk idelim yā Hū”(154). 3.9. Fasl-ı Tâsi‘ Dokuzuncu fasıl diğer fasılların dem vurduğu ve hassasiyet gösterdiği akıl, ruh, nefs ve bunların ıslâhı beyanındadır. Nefs ejderhasının haset odunuyla aşk TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 195 ocağında yakılması gerektiğini salık veren Ğâmizî Ali Baba, elde kalan özün evham eleğinden geçirilerek, ardından istiğfar ve peygamber yolunun ruhuyla tatlandırılıp, kudret eli ve şehadet parmağıyla yoğrularak bir forma ulaşacağını ifade eder. İşte bu form, bu öz Tûr sırrının tecellisiyle mahvolacaktır. Çünkü Allah’a ulaşan O’nda fenâ bulacaktır. Yine bir O kalacaktır. İşte bu sırrı anlamak bu yolu bilmek, deyim yerindeyse fazilet ülkesinin anahtarıdır: “…Ve sürme-i ħāķānĮ ve Dārū-yı SüleymānĮ olur. Ve iktiĥāl iden ādem-i ħāś olur ve sırr-ı sulŧānĮ ve ‘ādil-i Dārā-yı cihān olur ‘azĮzim ve bir de şu ‘ālem-i miŝālde herkes eġer bāy eġer gedā der ki ben müstaġnĮ-i ķalb oldum deyu söylerler. ‘Ammā bütün bütün yalan söylerler. ZĮrā müstaġnĮ-i ķalb dĮnār ile deġildir. Bu dĮnārıñ beķāsı yoķdır. Ancaķ dār-ı velāyet temġāsıyla meskūk-i dĮnār olabildiñ ise bāķĮ sermāye bulduñ. Ve aśıl maślaĥat da budur” (G. A., 155). Has bir âdem olmanın yolunu, hakiki bir istiğnâda gören Ğâmizî Ali Baba, bu istiğnânın da ancak Allah’ın erlerinin harcı olduğunun altını çizer. Has âdem olmak dileyenler için bir dizi öğütü ve formülü haşiyeden almak mümkündür. Önce bu has bahçeye insanı sokacak ehlullâhın özelliklerini; Aristo tarafından İskender için yapılmış, rivayete göre bütün âlemi gösteren hatta yalancıların yüzünü göstermeyen bir ayna ve bu aynanın binlerce kat üstünü nuranî bir levha üzerinden anlatır (Pala, 2003: 58). “… Bu ħˇānenin śāhibleri ehlu’llāhdır. Ve bu mülk anlara Ĥaķķ’dan hidāyetle virilmişdir ve bu ķalb diye vaśfeylediğim mā-i İlāhĮ ve dem-i rūĥānĮ öyle bir özli bir şeydir ki içerūsine el yapışub bir hilāl ucıyla ŧoķunub çekecek olsañ bir ādem boyı iki ķadem enlū lĮk levĥa şeklinde olub uzar ve bu levĥanıñ pertev-i şu‘ā‘ı yanında güneş bĮ-hūş u bĮ-fer kalur ve Arisŧoŧalis’in āyine-i cihānnümāsı bunuñ içerūsinde bir źerre daħĮ olımaz. Bu levħayı bilmiş ve görmiş olsa hiçbir bilinecek ve bilinmemiş bir şey ķalmaz idi ” (G. A., 154). Ehlullâhın bu hususiyetleri zikredildikten sonra, hakikat yolcusuna özel anlamıyla Alevî-Bektaşî yolunda yürüyen canlara şiir hâlinde bir seyir rotası verilir: “İde seyri İde ħayrı Gide ġayrı Göre deyri Öpe desti Göre pĮri Ola dostı Ala dürri Sırra sırrı Yaķa bir nār Bula şehri Yana zünnār Bula dĮnār Gele ĥünkār…” (G. A. H., 155). TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 196 3.10. Fasl-ı ‘Âşir Ğâmizî Ali Baba onuncu fasılda, nefsin makamları, makamların mahiyeti, nihayet bu makamlar doğrultusunda değişen hâletler, duygusal ve zihinsel değişimlerden bahseder. Elbette ki seyr-i sülûk merkezinde bir anlam örgüsü vardır. Basamak basamak makamların merdivenlerini çıkan mürid, öncelikle salt bilgi hâlinin kuru yapısından arınmalıdır. Daha sonra tecrübî olarak/ayne’l-yakînle yükselişini sürdürmeli ve hakka’l-yakîn olarak Allah’ın varlığını içinde hissetmelidir. Mürid olan, talib olan kişi, rehberinin izlerini takip etmeyi bilmelidir. Telkinleri ve işaret edişleri gözden kaçırmamalı ve bu zorlu eğitim neticesinde hakikatin bilgisine ulaşmalıdır. Daha evvel bahsi geçen yedi makamın dar sokaklarından geçilmeden hakikate ermek pek mümkün değildir. Ayrıca bu iş sırf aklın hizmetine sokulacak bir iş de- ğildir; bu iş ruhun, gönlün iştiyaklı çalışmasıyla halledilebilecek bir iştir. Ğâmizî Ali Baba ilk üç basamağı yani nefsin emmâre, levvâme ve mülhime makamlarından geçi- şini şöyle ifade eder: “Emmāre-i žulmet rūĥuñ eyvānıdır. Ve altı ‘aded per ü bālĮdir ve maķām-ı rāĥatĮdir. Levvāme-i nežāfet nesĮm-i nefħa-i irşād ile ġubār-ı ħāk-i siyeh-i ķalb maĥv ile beķā bulması mülhime-i selāmet nūr-ı müsemmāya tedrĮcĮ ‘ayne’lyaķĮn ve ĥaķķa’l-yaķĮne irmek…” (G. A., 155). Seyr-i sülûka giren taliplerin ilk durağı ve sığınağı, karanlık bir tabiatı olan emredici nefistir. Bu nefsi ayaklandırmak, bir nefha ile yukarılara tırmandırmak kolay olmasa da, diğer makamlardaki gayret ve hizmet ona birer kanat olacak ve onu eyvanından yükseklere taşıyacaktır. Bu nefisle beraber levvâme ve mülhime nefsin temizlenmesi, gönül aynasındaki tozların silinip süpürülmesiyle hakikate erileceği müjdelenir. Bu noktadan itibaren, engin gönüllülerin, yücelere gönül verenlerin, gözü ötelerde olanların makamları, bazı yan açıklamalarla birlikte zikredilmiştir: “Muŧmainne-i ferāset ve ādemiyyet her ‘ilmin aślın ve fer‘in ŝemeresin bilmek ve sır eylemek. Rāżiyye-i şerāfet, maķām-ı ĥaźāķat olub her bir fenn-i esrārın źevķine irmek. Marżiyye-i ķurb-ı kerāmet ilhām-ı ilāhiyye ile kār-ı ġayba rıżā olarak ķudret ü kerāmet eder. Śāfiyye-i velāyet her işin Ĥaķķ emriyle işleyen źāt-ı mükerremdir. Aśl-ı ŧarĮķ-ı müstaķĮme ef‘âl-i maħśūś olan bu yedi maķāmın ħızmetiyle irişilür” (G. A., 155). İnsan kendi varlığını mutlak varlıkta yok ettiğinde, kalbinin safasını, gönlünün huzurunu bulacaktır. 3.11. Faslu’l-Hâdî ve ‘Aşer On birinci fasılda kıyametin dış ve iç yüzü beraber zikredilir. Kıyamet alametlerinin zahirî ve batınî yönleri birbirine mezcedilerek, keramet sahibi veli kulların ne kıymette ve ne istidâtta oldukları belirtilir. Buradan hareketle müride, sırât-ı müstakîm/doğru yol gösterilir. Tufana yakalanmamak, herc ü merc olmamak için ne yapılması gerektiğinin altı çizilir. Ehlullâh taifesi, işte bu tufanın alâmetlerini gören, TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 197 fark eden ve her devrin kendi içindeki çöküşünü/yozlaşmasını okuyabilen insanlardır. Onların rehberliği felakete dûçâr olmamak için elzemdir. Hele ki tufan, fırtına bir kopmayagörsün, insan ne edeceğini, nereye gideceğini, kimden yardım dileyeceğini bilemez olur, şaşar da kalır. Ğâmizî Ali Baba ehlullâhın duruşunu ve tufan vaktinde insanların hâllerini şöyle tasvir eder: “Ehlu’llāhın her biri zamān-ı sa‘ādetlerinde sırr-ı ķıyāmet ve MehdĮ ve Dābbetü’l-Arż kendilerine vāķi‘ olmışdır. Bir kerresinde daħĮ o ķıyāmet gözi ve ķulaġı olsaydı görürdüñ ‘ammā olmadıġına şükreyle ki onlar Dābbetü’l-Arż’a binüb nefsi ķamçısıyla sürüb pek inceden ince görünmez yollardan fenā dizginiyle beķāya irmişlerdir. Ānıñçûn şarķ ile ġarbdan birer ‘ažm ŧūfān sırr-ı Nūĥ žuhūr idüb ānda kendüleri haŧŧ-ı istivāda bulınaraķ iki elli ķabżasıyla ķarşılayub ber-ŧarāf iderler. Ve az zamānda ‘ufūnetden çoķ küçük dişli canavarlar ve boyunsuz śıġırlar ve ķulaķları küçük eşekler helāk olurlar. Bu furtına ve ‘ufūnetden kendin ķurtaran cāna ‘ışķ olsun” (G. A., 155-156). Kıyametin ürküten ve sarsılmaz hakikati karşısında7 dirayet gösterenler8 elbette ki inananlar ve salih amel işleyenler olacaktır. Ehlullâh nefsini eğitip onu dizginleyen olduğu için, herkesin korktuğu canavar onun yalnızca bineğini hızlandırdı- ğı kamçısıdır. İtaat eden bilek yahut kalp değil; kamçıdır. Bu taife Allah’ın yarattığı bütün coğrafyalarda, doğuda ve batıda mevcuttur ve etrafını nurlandırmaya devam etmektedir. Hayatın hileleri ve oyun kısmında kalanlar ise, adeta bir maymun yahut bir eşek gibi kendi yok oluşu için bilinçsizce çabalamaktadır. Zaten Allah’ın Selâm ismi tecelli edince bu fırtınadan korkacak ne vardır? Kemâl sahibi olan Allah’ı hakkıyla bilmek yani marifetullâha malik olmak, insanı bütün belalardan emin kılar. Bu emniyet içindeki kişi ehl-i kemâldir. Zaten böyle zatların korkacağı bir şey yoktur. Ayet de buna işaret etmektedir: “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de” (Kur’ân-ı Kerîm, 10/62). Bir insanda yetenek, fikir, hayâ ve nur kemaldendir; ne var ki bazı insanlar noksan akıllı olduklarından kemâlât yolunu göremezler. Mezkûr yolu idrak edecek akılları, yanlışlarından utanacak yüzleri yoktur. Nefs aygırına binmişlerdir binmesine de, sırattan atlamaları olası değildir. Onların uğraşı kızgın saç levhasına tükürük ile senet yazmak hükmündedir. Özellikle kıyamet, ahiret ve hesap sacayağında bir dâî olarak önümüze çıkan Ğâmizî Ali Baba, elbette gerçeğin farkındadır: “…ĤaķĮķat köprisi ki ķıldan ince ķılıcdan keskindir. Nice geçebilürler kendi öz ‘aķıllarınca bir külâh ile bir kemer ve ĥırķa ve tesbĮĥ ve teberlerine güvenerek ağız paŧırtılarıyla necāt bulurum deyū güvendikleri ķara daġlara ķar yaġdıġını bilmezler ve kendülerinden mā-‘adā ādemi irşād idüb dünyā ve āħiret ķurtarıcaķ vadilerinde iķrār ve temessük ederler. Maĥżā ki bu ‘ameller ile ‘inda’llāh maķbūl olmıyacağı her ne ķadar Ĥaķķ’a ma‘lūm ise de ĠāmizĮ dā‘Įniz bunu farķ ider” (G. A., 156). TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 198 Eğer alçak, berbat bir insan, tarik-ı Muhammediye iktizasınca yol tutacak olsa, akl-ı küll delaletiyle kurtuluşa erer. Hele bir de bu yolu tutan, yolda nasıl gidileceği konusunda malumat ve usûl sahibiyse Allah indinde makbul ve mükerrem olur. Ahmak kişiler bu hakikati yahut bu esrarı göremez. Çünkü onlar bizim veled-i eneden doğunca ağzımıza aldığımız ve sinelerden boşalarak tekrar bize dönen gücü ve coş- kuyu kavrayamazlar. Ğâmizî Ali Baba bu sırrı kavrayamayana hayıflanır. Zaten ona göre eşyanın bütününde bir esrâr-ı İlâhiyye vardır. Beş on günlük dünya hayatında bu sırları görememek hakikaten üzücü bir hadisedir. Bunları uzun uzadıya anlatmanın bu noktada bir anlamı kalmamıştır diyerek faslı sona erdirir. 3.12. Fasl-ı İsnâ ‘Aşer On ikinci ve son fasıl bütün bir hakikat arayışını hulâsa eden bir rüya ve o rü- yadan uyanış merkezinde işlenmiştir:“Deryâ-yı ġam ĥâlinde iken nâ-gâh uyħu ġalebe edip ĥâl-i vaĥdetde bulam bir daġa rast gelüb ânda bir maġara gördim. İki ŧaş direk üzre durur. İçine girdim. Her nevâlesi ānda ĥāżır gördüm ki öğünmüş unı ve açılmış yufķası ve odunı mevcûd görünce didim ki: ‘Bundan yaħşĮ maĥal daha nerede olur?’ Bu eśnâda iken pek ziyâde canavar ve yırtıcı hayvānāt eŧrâf-ı maġarayı alub beklerler. Ānda beni gördüklerinde bize ‘acāib şikār gelmiş deyû ĥažž u ĥamle itmek isterler. ‘Ammā maġaraya ādemden başķa ĥayvânât cebrĮ eŝeri bulunmadıàından girmeye ķudret yoķdır” (G. A., 157). Ğâmizî Ali Baba sembolik bir dille, bu halvet mekânında çok vakitler geçirdi- ğini, sâlih ibadetler yaptığını, kalabalıktan kaçtığını, ardından ibadet ateşiyle mezarlığın gül bahçesine döndüğünü ifade eder. Bu dönüşüm kara taşın, ak toprağa dönmesi gibidir. Oradaki vahşi hayvanlar bu dönüşüm neticesinde ber-taraf olmuşlardır. Ğâmizî Ali Baba yolunun açıldığını fark edince oradan çıkarak büyük bir sahraya iner. Heybetli bir zenci çobana rast gelir ve Ğâmizî Ali Baba’yı durdurur. Bu heybetli zenci hemen iki rekât namaz kılar. Ardından olağanüstü bir hâl meydana gelir. O heybetli kişi elindeki asasını arslan edip üstüne biner, Ğâmizî Ali Baba’yı alıp pek uzak yerleri temaşa ettirir. Bu asadan bir deve peyda olur. Bu devenin dokuz ayağı, kırk dişi ve yedi başı vardır. Devenin dört memesinden birlikte, dört saplı altın kabın içine süt sağılır. Ğâmizî Ali Baba bu sütten içince tadının zehir gibi olduğunu fark ettiği anda aklı başından gider. Kendine gelince anlar ki içtiği bu ağulu süt onu gençleştirmiştir. Bir yudum daha alır ve bu sefer süt ona tatlı ve yağlı gelir. Ne var ki yine aklı zail olur. Kendine geldiğinde görür ki heyet-i asliyesine kavuşmuş, öz benliğine ulaşmıştır. Elhamdülillâh deyip karar kılar. O, âdeta birinci fasıldaki hâlete geri döner. Ardından doğudan bir bulut gözükür. Çoban, Ğâmizî Ali Baba’ya içine düştüğü mağaranın bir kilise olduğunu ve kilisenin arkasındaki muazzam deyre/manastıra gitmesini emir buyurur. Ğâmizî Ali Baba oraya gider ve bir nara atar. Naranın sesine, manastırın TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 199 içinden azametli, belinde kuşağıyla bir ruhban gelir. Ruhbanla selamlaşıp, büyük bir ağacın gölgesinde otururlar, dört çeşit yemeği kemâl-i âfiyetle yerler. O yemeklerden sonsuz faydalar edinirler. Hâl böyleyken aniden bir yağmur başlar: “… Ve bize destur ver diye al şu anaħtārı deyriň içine gir ve ne kadar oŧa ve maġara var ise onları ziyāret eyle deyu emreyledi. Ben daħĮ bir anaħtār ile her bir maĥalliñ ŧapularını açdım ve vasfı mümkin olmıyan źĮ-ķıymet seyr u temāşā itdim. Ve bu anaĥtārı aġzımda ŧutarken yutdum. Ve çoķ ķıĥ eyledim ki çıķarayım. ‘Ammâ ĥālā çıķarılmaz buña daħĮ çoķ tefekkür ve ta‘accübdeyim. Bu ĥālde iken gülerek ruhbân yanıma geldi. Destinde bir büyük ŧoķmaķ ve otuz iki ‘alāmet ile ŧoķuz ķazıķ ve on iki etek ve on sekiz ip ve altı direk ve dört bacalı bir çadır içinde cümle ni‘meti ĥāżır bulub ānda ķaldım. Ve uyanıp kendime bir ‘ažĮm lerźe gelüb ba‘de feriĥ u ābād oldum. el-ĥamdüli’llâh. Temmeti’lfuśūl” (G. A., 158-159). 4. Sonuç Ğâmizî Ali Baba, 19. yüzyılın ikinci yarısında Ahıska bölgesinde yaşamış bir Bektaşî şeyhidir. Kendisi mahrum, nasipsiz anlamlarına gelen hırmen-dâr sıfatını kullanmıştır. Ğâmizî Ali Baba, gurbet ellerde otuz üç sene boyunca ilim-hikmet yolunda seyahat ettiğini ve yirmi beş sene içinde sekiz tarikatın şöhretli ve övgüye mazhar olmuş şeyhlerine ikrâr verdiğini ifade etmiştir. Ğâmizî Ali Baba, hocaları bağlamında Şeyh Ahmed-i Kudsî ve Sennârî nâmındaki iki isimden bahseder. Özellikle Sennârî nâmındaki hocasının gözlerindeki perdeyi kaldırdığını, nazarının önündeki tozu silip süpürdüğünü ve hocasının birçok garip-acayip hâllerine tanık olduğunu ifade etmiştir. Eser, risale başlığı altında sunulmakla birlikte, tür bakımından mensur şathiye olarak değerlendirilebilir. Ğâmizî Ali Baba’nın dili kullanma biçimi, alegorik üslûbu, girift tasvirleri ve sembolik âlem figürleri bu yargıyı destekler niteliktedir. Eser, on iki bölümden oluşmaktadır. On iki imam yolunu takip eden Şeyh Ğâmizî Ali Baba, bu yolun canlarına tasavvufî meseleler çerçevesinde vaaz ve nasihat vermiştir. Eser, zahir ve batın arasındaki hattı belirginleştirmek adına; sahte-hakikî, nefs-ruh, ehlullâhkaba sofu, dünya-ahiret, dağ-kuyu, rüya-gerçek, fani-baki karşıtlıklarından yararlanmıştır. Eserin mesajını aktarma biçimine nüfuz eden eski Türk inanışları ve Alevî- Bektaşî yolunun başat se mbolleri defalarca kullanılmıştır. Bölümler doğal olarak belli merkezler etrafında şekillenmiştir. Kırklar, nefs-ruh karşılaştırması, maddî varlığın insana külfeti, riyakâr sûfînin durumu, nefsin ıslâh edilme yöntemi, hakikate doğru giden seyrin durakları ilk altı bölümün merkezleridir. Diğer bölümlerde ise oğlu gibi gördüğü talebesine verdiği nasihatler, şathiye mantığı içerisinde yazılmış manzum parçalar, bilginin-nefsin tabakaları, kıyametin gerçek yüzü, gerçek erenlerin hâlleri ve nihayet yalnızlaşarak geçirilen ibadet ve taatın insana katacağı güzelliklerden dem vurulur. Ğâmizî Ali Baba, seyr-i sülûk sürecinde ve ontolojik tecrübesi neti- TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 200 cesinde biriktirdiği tecrübeyi, kendini eğitmek isteyen talebesine ve onun nezdinde Alevî-Bektaşî yolunun canlarına ve bu sırra kulak kabartan herkese, bazen vaaz u nasihatle bazen de şathiye mantığı içerisinde yazdığı şiirlerle ifade etmiştir. Sonnotlar 1 Bkz. Mecdî Mehmed Efendi, İstanbul: 1989; Osmân-zâde Hüseyin Vassaf, İstanbul: 2006; Bursalı Mehmed Tâhir Efendi, İstanbul: 1972; İpekten v.d., Ankara:1988; İpekten v.d., Ankara: 2002 2 Bu makalemizin devamı niteliğinde olan Ğâmizî Ali Baba’ya ait Cerîde-i Ğavâmiz eseri de tarafımızdan hazırlanmış olup henüz yayımlanmamıştır. 3 Biz bu ikinci yazma eserin bir anlamda mecmuatü’r-resâilin varlığına 2004 senesinde bitirdiğimiz yüksek lisans tezinde değinmiştik ki mezkûr tezimiz 2010 senesinde kitaplaştırıldı. Bu yazmada birçok eserin varlığının yanı sıra sayfa kenarlarındaki zenginlik de dikkatimizi çekmişti. Biz kendi yüksek lisans tezimize konu edindiğimiz şahsın divânını bahsi geçen sayfa kenarlarında bulmuştuk. Bizim daha önce bulduğumuz divân rik‘a bir yazıydı buradaki ise nesih yazı ile yazılmıştı. Nüshalar arasında bazı farklar da mevcuttu. O vakit eser kayıt dışıydı. Aynı eserin daha sonra Mustafa Tatçı tarafından kayıt dışı eser olarak gösterildiğini ancak Ğâmizî Ali Baba’nın eseri üzerindeki çalışmamız sürecinde gördük (Mermer, 2011). 4 “İsmi olup da cismi olmayan bir büyük kuştur. Simurg, Zümrüdüankâ da derler. Yüzü insan yüzüne benzermiş. Boynu çok uzunmuş, vücudunda otuz kuşun renk ve alameti varmış. … Edebiyatımızda istiğnâ temsilidir.” (Onay, 2000: 90); “… Kuşların padişahı odur. O bize yakındır da biz ondan uzakız. (…) İki âlemde de onun makamına erişmek kimsenin haddi değildir. Feridüddin-i Attar, 2001: 56)”. 5 Ejderhayla mücadelenin eski Türk inanışları ve tasavvufla ilgisi için bkz. (Ocak, 2012: 226-235). 6 “Şeyĥiñ oŧurdım ķucaġına Deprem geldi ŧaşaġına Ŧaşları ŧopladım ķoydım ŧavaya Dibini çevirüb sürdüm havāya Deliġine śokdım ķalını Kimsesi yoķ göstere ħālini Śuśam śıķdım çıķarayım yaġını Ķaynadub görünce caġını Bal yapmış sinek ķovanda Zaķķum aġacı bitmiş havanda TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 201 Āteş-i ‘ışķla ķarışdı Meyvesi kemāle erişdi Zaķķumdan çıkardım şekeri Śaġlam ider ħasta ciġeri Bir ‘acāyib heyūlā buldım Kendi kendime ĥasb-i ĥāl ķıldım (G. A., 154)”. 7 Kur’ân-ı Kerîm’de geçen bazı kıyamet tasvirleri için bkz. “Sûr’a bir tek üfleme üflendiği, Arz ve dağlar yerlerinden kaldırılıp şiddetle birbirine çarpılarak darmadağın olduğu zaman, İşte o gün olacak olur. O gün gök yarılmış, sarkmıştır” (Kur’ân-ı Kerîm, Hâkka Suresi:69/13-16); “O gün gök erimiş bir maden gibi olur. Dağlar da atılmış renkli yün gibi olur (Me‘âric Suresi: 70/8-9) ; “Sûr’a üfürüldüğü gün Allah’ın diledikleri müstesna göklerde ve yerde bulunanlar hep dehşete kapılır. Hepsi boyunları bükük olarak O’na gelirler.” (Neml Suresi: 27/87)”; “Doğrusu bu azap onlara ansızın gelecek de kendilerini şaşırtacaktır. Artık ne geri çevrilmesine güçleri yetecek, ne de kendilerine mühlet verilecektir (Enbiya suresi: 21/40)”. 8 Kur’ân-ı Kerîm’de Kıyamet günü yüzü ağaranlar hakkında bkz. “O gün inanan erkekleri ve inanan kadınları görürsün ki nurları, önlerinde ve sağlarında koşuyor. (Kendilerine): “Bugün müjdeniz altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedi kalacağınız cennetlerdir.” (denilir) İşte büyük kurtuluş budur! O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar o iman edenlere şöyle diyeceklerdir: “Bize bakın da sizin nurunuzdan alalım?” Onlara: “Arkanıza dönün de nur arayın!” denilir. Aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun içinde rahmet, dışında da azap vardır. (Hadîd Suresi: 57/12-13)”; “Yüzler var ki, o gün parıl parıl… Güler, sevinir (‘Abese Suresi: 80/38-39)”. Kaynakça ABDÜRREZZÂK KÂŞÂNÎ. (2004). Letâifu’l-A‘lâm fî İşârâtı Ehli’l- İlhâm. çev. Ekrem Demirli. İstanbul: İz Yayınları. ARBERRY, A. J. (1990). Sufism an Account of the Mystics of Islam. London: Mandalar Unwin Paperbacks. BOSTAN, İ. (1988). “Ahıska” mad. İslam Ansiklopedisi. C. I/526-527. İstanbul: T.D.V. Yayınları. BURSALI MEHMED TÂHİR EFENDİ. (1972). Osmanlı Müellifleri 1299-1915, haz. A. Fikri Yavuz ve İsmail Özen. İstanbul: Meral Yayınları. CEBECİOĞLU, E. (2004). Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü. İstanbul: Anka Yayınları. DEDEM KORKUDUN KİTABI. (2000). haz. Orhan Şaik Gökyay. İstanbul: M.E.B. Yayınları. DEMİREL, H. (1995). Türk Destanlarında Güzellik, Destan, Masal ve Din Unsurları. İstanbul: Ötüken Yayınları. ÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 202 FERÎDÜDDÎN-İ ATTÂR. (2001). Mantık al-Tayr. çev. Abdülbaki Gölpınarlı. Ankara: M.E.B. İslam Klasikleri. FIĞLALI, E. R. (1996). Türkiye’de Alevîlik Bektâşîlik. Ankara: Selçuk Yayınları. ĞÂMİZÎ ALİ BABA. (?). Gâmizi’l- ‘Acâib-Cerîde-i Gavâmiz ve Tercümân-nâme. Müstensih: ?. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yazmalar Bölümü. No: 1138. ĞÂMİZÎ ALİ BABA. (1326/1908). Gâmizi’l- ‘Acâib, Cerîde-i Gavâmiz ve Tercümân-nâme. Müstensih: ?. Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi: Uşşâkî Tekkesi Bölümü. Demirbaş: 00270-003. ĞÂMİZÎ ALİ BABA. (?). Münşeât, Müstensih: ?. Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi: Uşşâkî Tekkesi Bölümü. Demirbaş: 00270-003. GÖLPINARLI, A. (2004). Tasavvuf. İstanbul: Turan Kitabevi. HACI BEKTÂŞ-I VELÎ. (2007). Makâlât Alevî-Bektâşî Klasikleri. haz. A. Yılmaz v.d. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. HAKÎKÎ, K. (2012). Âşıkların İbadeti. çev. Nizar Kara. İstanbul: İnsan Yayınları. HARABİ, A. E. (2003). Ahmed Edîb Harabî Divânı. haz. Dursun Gümüşoğlu. İstanbul: Can Yayınları. İPEKTEN, Haluk v.d. (1988). Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. İPEKTEN, Haluk v.d. (2002). Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü. Ankara: Grafiker Yayınları. KILIÇ, E. (2012). Tasavvufa Giriş. 2. Baskı. İstanbul: Sufî Kitap. KORKMAZ, E. (2005). Alevilik ve Bektaşilik Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Anahtar Kitaplar. KURNAZ, Cemal ve TATÇI, M. (2001). Türk Edebiyatı’nda Şathiyye. Ankara: Akçağ Yayınları. KÖPRÜLÜ, M. Fuad. (2003). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. Ankara: Akçağ Yayınları. MEHMED MECDÎ EFENDİ. (1989). Şakaik-ı Nu‘mâniye ve Zeyilleri Hadâiku’ş-Şakaik I-V. Haz. Abdülkadir Özcan. İstanbul: Çağrı Yayınları. MERMER, Kenan. (2011). Karabâş-ı Velî Oğlu Şeyh Mustafa Ma‘nevî’nin Hayatı ve Divânı. Bursa: Emin Yayınları. MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ. (2005). Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercüme si. haz. Şefik Can. İstanbul: Ötüken Yayınları. OCAK, A. Y. (1984). Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkıbeleri. Ankara: Turkuaz Sahaf. OCAK, A.Y. (1992). “Bektaşîlik
”. C.5/373-379. İstanbul: T.D.V. Yayınları. OCAK, A. Y. (2012). Alevî-Bektaşî İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri. İstanbul: İletişim yayınları. ONAY, A. T. (2001). Eski Türk Edebiyatı’nda Mazmûnlar ve İzahı. Ankara: Akçağ Yayınları. OSMÂN-ZÂDE HÜSEYİN VASSÂF. (2006). Sefîne-i Evliyâ I-V. haz. Mehmet Akkuş ve AlYılmaz. İstanbul: Akçağ Yayınlar
ı