16 Mart 2012 Cuma

Alevilik İnsanı Anlamlı Yaşama Götüren Yoldur

Alevilik İnsanı Anlamlı Yaşama Götüren Yoldur.

Alevilik İnsanı Anlamlı Yaşama Götüren Yoldur

Şu yer yüzünde yasayan zenci-beyaz-sarı, kadın-erkek, genç-yaşlı, Afrikalı-Avrupalı-Asyalı-Amerikalı, Budist-Katolik-Yahudi-Sünni-Şii... bütün renklerden, kıtalardan, sosyal sınıflardan, inançlardan, uluslardan, etnik kimliklerden insanların tek bir amacı vardır: anlamlı bir hayatın, mutlu yaşamın sahibi olmak.

Doğmak, dünyaya gelmek insanın iradesi dışında gerçeklesen bir fenomendir. İnsan irade dışı dünyaya geliyor, ancak bu dünyayı terk etmek için insan irade ile donatılmıştır. İnsanoğlu/kızı istediği vakit davet edilmeden geldiği dünyadan kendi iradesi ile çekip gidebilir. Kişi bu dünyadan çekip gitmek istediği vakit, hiç kimsenin onu burada zorla tutmaya gücü yetmez.

Böyle bir iradeye, seçim gücüne sahip insan genelde dünyada kalmayı ve çoğalmayı tercih ediyor (Elbette terk-i diyar edenler vardır. Ancak her şeyde olduğu burada da istisnalar kaideyi bozmaz).

İnsanoğlu iradesi dışında geldiği dünyada kendi öz iradesi, seçimi sonucu, bin bir zorluğa rağmen kalıyor/yaşıyor. Neden bin bir soruna rağmen, acılara rağmen insanoğlu büyük bir hırsla, tutkuyla, son nefesini verene kadar yaşama asılıyor/sarılıyor?

Çünkü bütün zorluklara rağmen, acılara, yenilgilere, yetmezliklere, eksiliklere rağmen yaşamak güzeldir. Güzel olduğu için insanoğlu bütün zorluklara rağmen yaşamayı seçiyor. Direniyor, mücadele ediyor, yeniliyor, acı çekiyor... ancak ne olursa olsun yaşama olan tutkusundan vazgeçmiyor. Her doğan güne umutla yaklaşıyor. Bütün çelişkilere karşın yaşamanın umut demek olduğunu, anlam olduğunu, mutluluk olduğunu biliyor.

Bütün insanların -belkide tek ortak- amacı mutlu olmak, anlamlı bir yaşamın sahibi olmaktır. Bütün diğer şeyler bu ana amaca hizmet, destek niteliğindedir.

İnsan nasıl mutlu bir yaşamın, anlamına uygun bir hayatın sahibi olur?

İnsan güçlü olduğu oranda mutluluğa ve anlama ulaşır.

Nasıl ki mutluluğun ve anlamına uygun bir yaşamın standartlaşmış bir tarifi yoksa, aynı şekilde güçlü olmanında standartlaşmış bir tanımı yoktur.

Mutlu insan kimdir? Mutlu insan, anlamlı bir hayat süren insan güçlü insandır.

Güçlü insan kimdir? Veya hangi kritere göre kişi güçlüdür, güçsüzdür? İnsan nasıl güçlü bir kişilik olabilir? Güçlü olmak için neler yapmak gerekiyor? Maddi olarak belli bir düzeyi yakalamış olan her kişi güçlü insan mıdır?

Mutluluk ve anlam dolu bir hayatın sahibi olabilmek için güçlü olmak gerekiyor. Çünkü ancak güçlü olan bir kişilik yaşamdaki sorulara cevap, sorunlara çözüm getirebilir. Eğer kişi güçsüzse sorunlar altında ezilip yok olur. Bu tür ezik bir kişilik mutluluk ve anlam dolu bir yaşamdan çok çok uzak bir yaşamın sahibi bir kişiliktir.

Güçlü olmak çok çok büyük maddiyata sahip olmak değildir. Şüphesiz maddiyat ve beraberinde getirdiği bazı avantajlar önemlidir. Ancak tek başına para, mal, mülk sahibi olmak güçlü bir kişilik, dolayısıyla mutlu bir kişilik olduğu anlamına gelmiyor.

Güçlü olmak bütünlüklü olarak güçlü olmaktır. En önemlisi hayatın anlamlı olduğunun ve zamanın çok değerli olduğunun idrakinde olarak bilinçli bir tercih yapmaktır. Bu tercih, “benim yaşamamda bir anlam var, hayat güzeldir, ben bu anlama ve güzelliğe uygun olarak yaşayacağım” tercihidir. Böylesi bir seçimi yapan kişilik şüphe yok ki anlamına uygun bir hayatın ilk adımını atmıştır.

Bu seçimi yapan kişi her şeyden önce kendisiyle, çevresiyle, doğayla, (evrenle) barışık bir şekilde yaşamayı esas almalıdır. Kavga yerine kardeşliği, bencillik yerine paylaşımı, düşmanlık yerine dostluğu, ayrımcılık yerine birlikteliği, savaş yerine barışı... esas almalıdır.

Bize göre Alevilik inancı insanı anlamlı ve mutlu bir hayata götüren yoldur. Alevilik inancı yukarıdaki satırlarda da belirtildiği gibi kişiye kendisiyle barışık olmayı ve olumsuz olan, ayrılık, kavga çıkartan bütün tutum ve davranışlardan uzak durmayı ilke olarak sunan bir inançtır.

Alevilik inancı kişiye salt çevresiyle olan ilişkilerinde kılavuzluk etmez, bununla beraber kişinin içsel derinliğine doğru yolculuğunda da kılavuzluk eder. Dolayısıyla Alevilik inancı insanı bir bütün halde güçlendiren ve insanı anlamlı bir hayata, mutlu bir hayata götüren yoldur.

Alevilik inancı insanı güçlendirir. İnsanın nasıl bütünlüklü olarak güçlü olacağının yolunu gösterir. Tarihte olduğu gibi günümüzde de (ve gelecekte de) sayısız insani nihai hedef olan anlam ve mutluluğa götürmüş bir yoldur Alevi yolu.

Gerçek manada Aleviliği benimsemiş, bu yolun doğrularını ve değerlerini içselleştirmiş, bu doğrular ve değerlerle bütünleşmiş olan herkes güçlü, dolayısıyla mutluluk dolu bir hayatın sahibi olur.

OSMANLI AŞİRET KAYITLARI...bu bilgiler karşılaştırma bilgi olarak kullanılması gerekir.

OSMANLIOSOSMANLI AŞİRET KAYITLARI...bu bilgiler karşılaştırma bilgi olarak kullanılması gerekir.MANLI AŞİRET KAYITLARI...bu bilgiler karşılaştırma bilgi olarak kullanılması gerekir. AŞİRET KAYITLARI


KILIÇLI / KILINÇLI AŞİRETİ:  ‘Türkmen Ekrad Taifesinden’
HERKİ / HENKİ / ERİKİLİLER AŞİRETİ:  ‘Türkmen Ekrad Taifesinden’
KARACA KÜRD AŞİRETİ:  ‘Konar-Göçer Türkmen Taifesinden’
DÖGER / DÖGERLÜ AŞİRETİ:  ‘Türkmen Ekrad Taifesinden’
CANBEKLÜ / CANBEGAN / CİLİAN-BEĞLİ / CANBEĞLİ AŞİRETİ:
          ‘Konar-Göçer Türkmen Ekradı Taifesinden’
KARA-ULUS AŞİRETİ:  ‘Konar-Göçer Ekrad Taifesinden’
KARAKEÇİLİ AŞİRETİ:  ‘Türkmen Yörükanı Taifesinden’
KOÇGERİ / KOÇGİRİ AŞİRETİ:  ‘Ekrad Taifesinden’
Bu aşiretlerle ilgili dikkate değer bir kaç nokta daha mevcuttur:
1.  Herki ismi aynı zamanda Kürt dillerinden bir tanesinin adıdır.  Kürtçe dediğimiz dil aslında daha çok bir siyasi tanımdır, ve genellikle Kurmanci dili için kullanılır.  Kurmanci genellikle Türkiye’deki Kürtlerin konuştuğu dildir.  Sorani ise, Kuzey Irak’ta konuşulan Kürt dillerinden dir.  Herki de Hakkari bölgesinde konuşulan Kürt dillerinden bir tanesidir.  Kurmanci, Sorani, Herki ve diğer Kürt diller sıklıkla basitçe ‘Kürtçe’ denilir.  Hatta bazılar bunları ‘Kürtçe’nin lehçeleri’ olarak görür.  Ancak, Kürtçe (yani Kurmanci) bilen bir Diyarbakırlı bana ‘Hakkari’de konuşulan Kürtçe’yi ben anlayamiyorum, o farklıdır‘ dediğine göre, bu dilleri lehçe olarak görmek ne kadar doğrudur bilemiyorum.  Sonuç olarak, bu açıdan Herki aşiretinin ‘Türkmen Ekrad’ olarak sınıflandırılması ilginçtir.

2.  Karaca Kürt Aşireti ise Türkmen aşiretidir ama, adında ‘Kürt’ kelimesi geçiyor.  Böyle bir adlandırmayı açıklayacak tezlerden biri Kürtler Türk kökenli olmalarıdır, yani Kürtlerin bir Türk boyu olduklarıdır.  Bir başka ve muhtemelen daha doğru bir görüş de Osmanlı döneminde Kürt kelimesinin konar-göçer kavimleri ırka bakmaksızın tarif etmek için kullanıldığıdır.

3.  Canbeğli aşireti aslen olarak Dicle dolaylarından gelen bir aşirettir, fakat Konya’nın Cihanbeyli ilcesine göç ederek, adlarını ilçe’ye vermişlerdir.  Cihanbeyli ilçesinde yoğun sayıda Kürt yaşadığı bilinmektedir.  Osmanlı arşivlerinin kökenlerini ‘Türkmen Ekrad’ göstermesi dikkat çekicidir.

4.  Kara-Ulus Aşireti de Kerkük ve Kuzey Irak dolaylarında yerleşmiş, adını Kara-Ulus boyundan almış Türkmen kabiledir (6).  Fakat bu kez sadece ‘ekrad’ olarak tanımlanmıştır.  Aynı zamanda, Kuzey Irak’ta Kara-Ulus adında bir Kürt aşireti de varmış (5).  Bu durum da Türk-Kürt akrabalığının bir göstergesidir.

5.  Karakeçili aşireti Türkiye’de Çorum ve Manisa dolaylarında bulunan bir Türkmen aşiretidir.  Adlarını Karakeçili kilimlere vermişlerdir.  Aynı zamanda Karakeçili aşiretinin bir kısmı Urfa-Siverek dolaylarında yerleşmişlerdir, ve Kürtçe konuşurlar.  Benzer bir durum Avşar aşiretinde var:  Kars’taki Avşarlar Kürtçe konuşurken, Kayseri’deki Avşarlar Türkçe konuşurlar.  Yani, buradan çıkaracağımız sonuç, Türkiye’de her Türkçe konuşanın soy olarak Türk olmadığı gibi, her Kürtçe konuşanda soy olarak Kürt değildir.

6.  Koçgiri aşireti ise sadece ekrad olarak tanımlanmıştır;  kökenleri ise, bir tartışma konusudur.  Koçgiri aşireti Alevi bir aşirettir.  Sivas-Erzincan-Tunceli bölgesinde yayılmışlardır.  Yazar M. Şerif Fırat, Koçgiri aşiretinin Kanuni Süleyman zamanında İran’dan Sivas-Zara bölgesine gelen Alevi Türkmenleri olduklarını yazar.  Fakat, dil olarak Dimili (Zazaca) konuşurlar ve Cumhuriyet zamanında isyan dahi etmişlerdir.  Kürt yazarlar, Zazaları Kürt saydıklarından dolayı, Koçgirilere Kürt soylu gösterirler.  Fakat benim şimdiye kadar tanıştığım Sivaslı veya Tuncelili Aleviler, dil olarak Zazaca konuştuklarına rağmen, Türkmen oldukları konusunda israr ederler.  Kim doğrudur ben şahsen bilemiyorum – Kürtçe konuşan Alevilerin (veya başka bir deyimle Alevi Kürtlerin) etnik kökeni şiddetli bir tartışma konusudur, ve sık sık siyasete alet ediliyor.  Ben konuyu daha bilgili araştırmacılara bırakiyorum.
KAYNAK:http://users.ece.gatech.edu/~alicafer/aslihan_kurdistan.htm



bu bilgiler karşılaştırma bilgi olarak kullanılması gerekir. halo.OSMANLI KAYITLARINDA KİMİN NE OLDUĞUNDAN ÇOK KİMİN NASIL GÖRÜLDÜĞÜ BİLGİLERİ VERİLMEKTEDİR.

Ortadoğu Dinleri - Nusayriler

Ortadoğu Dinleri - Nusayriler

NusayrilerYemen'den kalkıp kaçgöç dalgaları halinde Anadolu'ya kadar geldiler. İnanışlarından dolayı karşılaştıkları baskı ve aşağılama her yerde izledi onları. Büyük kırımlara tabi tutuldular ama "Ehlibeyt yolundan dönmediler". İbadetlerini, törenlerini, geleneklerini gizlilik içinde yürüttüler. Sır tutmayı zorunlu ve kutsal saydılar. Zamanı geldiğinde topluluğun her üyesini sınavdan geçirdiler, mihenk taşına vurdular ve "cemaate ilişkin sırları saklayacağına, kurallara, ahlak ve öğretiye uyacağına" dair defalarca yemin ettirdiler. Yemine sadık kalmayanlar dışlandı, disiplin temel kural haline geldi. Cumhuriyetin "din ve inanç hürriyeti" ile rahatladılar ama eski alışkanlıklarını ve gizliliğe dayalı yaşama biçimlerini aynen sürdürdüler. Mersin, Tarsus, Adana, İskenderun, Antakya ve Samandağ'ın uzandığı Akdeniz kıyı şeridinde yüzyıllardır iyilik yolunun dervişleri geziniyor. Pek çoklarının "Fellahlar", bazılarının "Arap uşakları", tanıyıp bilen çok az kimsenin de "Nusayriler ya da Arap Alevileri" dediği cemaatin yaşadığı bu topraklarda sırlar hâlâ kadrini bilene veriliyor, emanet ehline teslim ediliyor..
Çukurova, bildiğimiz Çukurova değil; o doğal, o gizemli, o vahşi doğayı barındıran, nice eşkıyaya, kurda kuşa, börtü böceğe yataklık eden Çukurova yok artık. Köyler, beldeler, ilçeler, şehirler kenetlenmiş; koskoca bir `metropol' olup çıkmış. Gökdelenler matkap misali bakir semayı deliyor; beton yığını konut kooperatifleri, bir zamanlar sazlık ve bataklık ovanın tabiatına meydan okuyor. Aslında sadece Çukurova'ya değil, tüm bölgeye bir haller olmuş. `Yer demir gök bakır' olmaktan çıkmış; yer gök yağmur artık. Asi Nehri, asiliğini yapmış. Antakya-Samandağ arasını tufana, afete boğmuş. Semadan gazap yağınca, koca ağaçlar kökünden devrilmiş, meyve bahçelerinin dibi bir metre kalınlığında kumla kaplanmış, 2.5 metre yükselmiş sel. Denizden esen tuzlu rüzgârlar, bostan mahsulünü kurutmuş; Akdeniz ötesinden gelen kum fırtınası, güneşi balçıkla, gökyüzünü dört kat tozla sıvamış. Alevi Araplar da denilen Nusayrilerin yoğun yaşadığı yerlerden biri Hatay'a bağlı Samandağ ilçesinde bir cenaze töreni.. Nusayrilerin inanç ve gelenekleri, tüm törenlerde yansıyor. Cenaze töreni de bunlardan biri. Cenaze uğurlanırken erkekler önde, kadınlar arkada yürür. Uzaklık ne olursa olsun mezarlığa dek yaya gitmek esastır. Yol üstünde aralıklarla bekleyen birkaç kadın, konvoydakilere kolonya serper. Definden sonra cenaze yakınları sıraya dizilir, katılanlar ise önlerinden geçerek `başsağlığı' dileğinde bulunur. Taziye genellikle eller havaya kaldırılarak bildirilir. Her yağmur sonrası gökkuşağı oluşuyor. Birinin altından geçebilsek muradımıza erer miydik? Yüzyıllardır bu bölgeyi yurt edinmiş bir cemaatin sır kapılarını aralayabilir miydik? Tüm isteğimiz, Nusayrilik hakkında bilgi verecek, konuşacak, görmüş geçirmiş insan bulmak. İlk temas olumlu. Dr. Ömer Uluçay (Arap Aleviliği: Nusayrilik adlı kitabı var) sayesinde Adana'da yaşayan makine mühendisi ve işadamı Hasan Atıcı, serbest meslek sahibi Ali Naci Gökçe ve tüccar Tahsin Yıldırım'la görüşüyoruz. Aydınlatıcı bilgiler alıyoruz. Örf, âdet, düğün, dini merasim gibi toplumsal etkinlikleri yakalayabilmek umuduyla Tarsus'a hareket ediyoruz. Bir pastane işleten Abidin; tanıdıkları devreye sokuyor. Görüşmeye gelenlerden biri öğretim görevlisi, diğeri mermerci, üçüncüsü makine mühendisi. Şeyh Nazım adında bir din adamını salık veriyorlar. Şeyh, Mersin'deki bir cemaat toplantısında olduğundan, iki oğlu karşılıyor bizi. Büyüğü, hiç yakınlık göstermedi; ne bir insan, ne mezar, ne türbegâh ismi verdi. `Hakkımızda yazılanlar eksik ve yanlış; size bir şey açıklamayız. Mezar orada, kendiniz gidin görün. Bizi rahat bırakın!' dedi. Küçük kardeş daha nazik: `Babam sizinle görüşmez. Ne yazılırsa yazılsın, ne söylenirse söylensin; bizim inancımıza dair her şey yüzeysel kalır!' Ertesi gün, Nusayri genci Cenap Koca'nın yardımıyla kuyumculuk ve yeminli tercümanlık yapan, aynı zamanda Musalla Mahallesi din hocası Sait Yapıcı ile tanışıyoruz. Başlangıçta bize kuşkulu davranıyor. Sait Hoca, yaklaşık 300 yıllık bir geçmişi olan "El Ammar" ailesinden. Arap Aleviliğine ilişkin sorularımızı, `çok sert' buluyor: `Biz bir alt toplum, alt kültür değiliz. Bir kazanın kulpu yerine konmak, ayrımcılık yapmak yanlıştır. Bu toplumun bir parçasıyız' diyor tepkiyle. Anadolu Alevilerinde olduğu gibi Nusayrilerin inancında da Hz. Ali'nin çok özel bir yeri var. Kendilerini `Ali yandaşı' olarak tanımlarlar. Bu inanç hepsinde yok. Ali'ye ilişkin değerlendirmeler öyle önemli ki, onun semadaki konumu hakkındaki görüş ayrılıkları mezhep içinde alt kolların ortaya çıkmasına neden olmuş. Bölgedeki türbe ve ziyaretgâhların tamamında olduğu gibi, Tarsus'taki Yedi Uyurlar Ziyaretgâhı da Ali posteriyle dikkat çekiyor. Sait Hoca, bize türbegâhı gezdiriyor. Beyaza boyalı, kubbeli bu yapının önünde adak ve dini merasim yemekleri için yapılan masalar, ateş yakılacak ocaklar, kesim yeri olan bir bahçe bulunuyor. Şeyh Hatim el Tevbani isimli bir evliya ile Hoca'nın ata dedesi Şeyh Ali Ammar'ın mezarları burada. Duvarlarda, Hoca'nın şeyh sülalesinin şeceresi fotoğraflarla belgelenmiş. Yaklaşık 300 kişinin niyaz edebileceği, halı, motifli yastık ve minderlerle kaplı mekânda ayrıca şeyh sehpası, Kuran, Hz. Ali'nin çerçeveli posteri, Esma-ül Hesna (Allah'ın isimleri), dualarla süslenmiş bir Zülfikâr posteri, bizzat Sait Bey tarafından yapılmış bir ebced takvimi, buhurdanlık, bağış kutusu dikkat çekiyor. Sait Hoca açıklıyor: `Her kabir, her mezar türbegâh değildir. Bir zatın adına türbegâh yapılabilmesi için, Allah tarafından teşrif ve tekrim (şereflendirilmesi ve saygın kılınması) edilmesi gerek. Sözgelimi toprağına ayan beyan nur yağmalı. Şeyh Hatim, yağmur duasının kabul olmasıyla ünlendi. Dip dedem Şeyh Ali ise, bir türlü yanmayan ateşe karşılık olarak, ateşsiz yemek pişirme konusundaki kerametiyle tanındı. İnancımızdaki evliyalar, muhayyerin sınıfındandır; kimisi adlarına yapılan bu türbegâhlarda yatar, kimileri burada yoktur; zira onlar gelir, giderler.' Sait Hoca, türbegâhtaki dini merasim ve adakları yöneten kişi aynı zamanda. `Fıkhi (mezhep hukuku) ve batıni (içsel, öze ilişkin) konularda kimseye cevap vermeyiz' dedikten sonra defteri kapattık ve Antakya'ya doğru yola koyulduk. Nusayrilerin yaşadığı Mersin, Tarsus, Adana, İskenderun, Antakya ve Samandağ coğrafyası bumerangı andırır. Attığınızda, size geri dönebilen cinsten bir coğrafyadır burası. Günlük bir gazetenin promosyon olarak verdiği kitapta, Nusayrilik, `gerici tarikatlarla' eş tutulmuş, öteden beri kimi din ve mezhep bağnazlarının, Arap Aleviliğine yönelik karalamalarına yer verilmişti. Bu yüzden gittiğimizde tepkiler tazeydi, öfke dinmemişti. Yani yöreyi sadece sel basmış değildi; Arap Alevilerinin yürekleri de tufana yakalanmıştı. Kime gittiysek, hangisine dokunduysak, `bin ah' işittik. Dert ve şikâyet dinledik. Öfkelerine tanık olduk ve hikâyelerini toplamaya devam ettik. İnanç mensuplarını, ilim erbabı Nusayrileri dinledik. İşte söylenenler: `İslam toplumu, uygarlığı ve tarihinin ayrılmaz bir parçasıyız. Müslüman olmak için gerekli beş şartı yerine getiriyoruz. Dahası Ehlibeyt ve On İki İmam yolundayız. Kuran, Sünnet ve Hüccetü'l- Akl (yani aklın gereği) üzre amel eyleriz. Kuran'da mesnedi olan, Ehlibeyt'in onaylayıp imamların ilettiği hadisleri (peygamber sözleri) doğru belleriz. Peygamber vasiyetine uyarız.' Adanalı Ali Naci Gökçe açıklıyor: `On birinci İmam Hasan el Askeri'nin müridi Muhammed bin Nusayr'a izafeten Aleviliğin bir kolu olan Nusayri denir bize. Bunda maksat, Nusayri topluluğunun diğer bid'at çevreleriyle (din adına sonradan âdet çıkaranlarla) karışmasını önlemektir. Muhammed bin Nusayr peygamber değildi; yeni bir din ve mezhep kurmamıştı; kendince dine bir ekleme de yapmamıştı; Ehlibeyt'in kutsal akidesini (öğretisini) yayıp savunmakla yetinmişti. Bizde namaz niyaz, oruç, zekât var. Biz Alevi-Sünni diye ayrım yapmayız; sadece Ehlibeyt'i mağdur edip, bu kutsal aileye 1001 ay boyunca sövüp sayanlar için Emevi takipçileri sıfatını kullanırız.' İşadamı, makine mühendisi Hasan Atıcı konuyu tamamlıyor: `Bizde Allah tektir, birdir; Arapça belirtirsek, `Allahü ahad'dır. Yani O, sayıya gelmez; sıfatlardan münezzehtir. Kuran, Allah kitabıdır. Ona hiçbir batıl yaklaşamaz. Namaz niyazımız, Sünnilerinkinden ayrıdır. Niyazda mekân, hareket önemli değil; Allah'a yönelme ve ibadet esastır. Kıyamet gününe, ruh göçüne (tenasüh, reenkarnasyon, yeniden bedenlenme) inanırız. Bu fikri Hint felsefesinden değil, bizzat Kuran'dan alırız. Ruh göçü şöyle yansır: Haksızlık yaparsak, bunun hesabını vermek için kıyamete kadar beklemeyeceğiz. Yeniden bedenlenme sayesinde hesabı verilecektir.' İskenderunlu 81 yaşındaki din adamı Mahmut Reyhani, cumhuriyetle birlikte dinsel/mezhepsel baskıdan kurtulduklarını, şeyh unvanlı Alevi Nusayri din hocalarının eskiden beyaz sarık, ortasında kırmızı fes bulunan başlıkları ile cüppelerini attıklarını; yerine fötr taktıklarını, genelde takım elbise giydiklerini söylüyor. Çokça ziyaret ettiği Arap ülkelerinde, kıyafetine yönelik bu tip eleştirilere, Atatürk'ü ve laikliği savunarak karşılık veriyormuş. Antakya Harbiye'deki köklü bir aileyi temsil eden Şeyh Nasreddin Eskiocak da benzer tavır sergiliyor. Hasan Atıcı, Suriye'yi yöneten Nusayrilerle ilişkinin çerçevesini çiziyor: `Hafız Esad, mensubu olduğu Nusayriliği Şiiliğe dayandırıyordu. Türkiye'de iyi kötü özgürlük var; demokrasi çerçevesinde inanç ve ibadetlerimizi yerine getiriyoruz. Suriye'de bu rahatlığı göremeyiz. Atatürk'ün sağladığı laiklik içinde kendi rengimizi yansıtıyoruz. Buradaki Nusayrilerden, kimsenin Suriye'yi tercih ettiğini duymadım.' Şeyh Mahmut Reyhani, Birinci Dünya Savaşı sonrasında `Fransızların sundukları özerk Nusayri bölgesi, mezhep mahkemesi ve Arapça okullar türünden ayrıcalıklara itibar etmediklerini; Türkiyeli Müslümanları koruyup kolladıklarını' aktarıyor. Yaklaşık 1200 yıllık tarih boyunca altı büyük göç, sayısız felaket yaşayan; bu arada Halep'teki büyük yerleşimleri sırasında Hamdani devletini kuran, Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferi sırasında binlerce Nusayri'yi kırmasıyla Lazkiye Dağları'nın doruklarına çekilen Nusayriler, bir anlamda göçebelik, tehcir, tecrit ve yoksulluğa mahkum edildiler. Nusayri adını, 11. İmam Hasan el Askeri'nin müridi Muhammed bin Nusayr'dan aldıkları yolundaki rivayet akla yatkın. Başka bir rivayete göre ise, ikinci halife döneminde bölgeye gönderilen 450 kişilik takviye kuvvet burada düşmanı yendikten sonra bölgede ikamet etmiş. Hz. Ali yandaşı olan bu kuvvete `nasara/nüsra' (yandaş, zafer kazanan) adı verildiğinden, yörenin sarp dağlarına yerleşen herkes aynı isimle anılmış. Kaçgöç dalgaları Nusayrileri açlığa ve yoksulluğa mecbur etmenin yanı sıra, sürek/surak/suvarik (sürgün sözcüğünden bozma) sıfatıyla horlanmalarına neden oldu. Yoksul halk, açlıktan ölmemek için sarp dağların verimsiz topraklarını işleyerek, ağaçları kesip tarla haline getirerek ayakta durmaya çalıştı; Arapça `fellahü'l-ard' (toprağı işleyenler) ibaresinden, kendilerine `fellah' adı verildi bu yüzden. Uzun süre Hıristiyan ve Müslüman ağaların yanında marabalık yaptılar. Zamanla toprak sahibi olup rençberlik, bağcılık, bostancılığı bir meslek haline getirince, bu kez, Arapça `fellah' (rençber, köylü, çiftçi) deyimi iyice yerleşti. `Arap uşağı' yakıştırması, Atatürk zamanındaki kimi siyasetçiler tarafından, üstün bir unvanmış gibi sunulmuş olmasına rağmen, aslında Osmanlının son demlerinde, bu toplumu aşağılamanın ifadesi olarak kullanılmıştı. Osmanlı tahrir defterlerinde ise `Garipler Cemaati' olarak kayda geçmişlerdi. Samandağlı Abdullah Vural, tam 115 yaşında. `Eskiden el örmesi dizkapağına inen gömlek giyerdik' diyor. İç çamaşırı bulamadıklarını; dağda ağaç, çalı çırpı toplama sırasında bu gömlek yırtılmasın diye, çırılçıplak iş gördüklerini ve bedenlerindeki yara berelerle dolaştıklarını anlatarak o zamanki yoksulluğun boyutunu gösteriyor. Osmanlı zamanında Nusayrilerin mal mülk sahibi olması, Kuran satın alıp okuması bağnazlar tarafından adeta yasaklanmıştı. Çarşıya bile inemezlermiş. Aleviler Kuran elde edebilmek için Hıristiyan din adamlarını devreye sokarlarmış. Nusayri din adamlarının sarıkları önce arkadan ateşle tutuşturulur; sonra ateşi söndürme bahanesiyle ayaklar altına alınıp çiğnenirmiş. Nusayri selamını almamak için yüzlerini çevirenler; omuz atıp geçenler varmış. Arap Alevilerinde din işlerini yürüten şeyhlerin otoritesi tartışılmaz. Dini vecibeleri yerine getirip merasimleri yönetiyor, cemaat toplantılarında Kuran okuyup öğüt ve nasihat veriyorlar. Deva, şifa ve çözüm arayan ziyaretçileri için dua ediyorlar. Kapıları herkese açık. Samandağ'daki Şeyh Ali Yazıcı ile Harbiye'deki Nasreddin Eskiocak'ın ziyaretçileri hiç eksik olmuyor. Halkın durumunu göz önüne alan Şeyh Ali, bazı eski âdetler ile zekât (hımıs: beşte bir) adı altında din adamlarına sunulan bağışları kaldırmış. Yardımcı şeyhlere ise Nakib deniyor. Bunlar, şeyhlerin talebesi konumunda olup, iyice eğitim gördükten sonra şeyhliklerine karar veriliyor. İmamlar (hocalar), Sultan Abdülhamid'in Alevileri Sünnileştirme, köylerine cami yaptırma siyaseti çerçevesinde ihdas edilen bir sınıf. Bunlara fahri imam denilebilir. Samandağ'daki cenazede karşılaştığımız Tahsin Yılmaz, bunlardan biriydi. Bir ocak niteliğindeki şeyh ailesinde, makam babadan oğula geçiyor. Yalnızca Hz. Ali'nin soyundan geldiklerine inanılan ve şeyh ailesi olarak bilinen ailelerin çocukları şeyh olabiliyor. Ancak genel kurala rağmen şeyh oğlu isterse, din işleriyle uğraşmayabiliyor. Burada yetkinlik, dini eğitim, disiplin, ahlâk ve dürüstlük yani liyakat esas. Bu da pek çok aşamadan geçmeyi gerektiriyor. Şöyle ki; ergenlik çağına giren erkekler, dini eğitim için aday gösterilir. Adayın dürüstlüğüne, temiz insan oluşuna kefil gerekir. Kefillik, öncelikle aile çevresinde aranır. Yedi gün, bir ay gibi bir süreden sonra eğitimin abecesini öğrenen talebe (aday) yeniden cemaat huzuruna getirilir, konu komşudan kefil olmaları istenir. Birkaç ay sonra tekrar toplum huzuruna çıkarılıp sınanır, mihenk taşına vurulur ve ona kefil olmaları talep edilir. Her sınanma aşamasında kurban kesilip, toplu yemek verilir. (Bu gelenek eskiden sadece Nusayrilerin yaşadığı mahallelerde gerçekleştirilirdi. Gizliliğe dayalı bir inancın bu işleminin, şimdi farklı mezheplere mensup insanların yaşadığı ortamlarda uygulaması söz konusu değil.) Ailesi fakirse, çocuğu eğiten şeyh masrafları karşılar. Şeyhlik eğitiminin ne kadar süreceğine şeyh karar verir. İlk aşamanın adı `meşveret cemiyeti', ikincisinin `melik cemiyeti'dir. Yeni hayata davet merasimi merhalesi, masraflı bir törendir. Samandağ, Hz. Hızır Makamı içindeki yüksek beyaz kayanın çevresi mermerle kaplı. Ziyarete gelenler, makamın eşik kapısının iki yanını öperek içeri giriyor, beyaz kayanın kaidesine yüz sürüyorlar. Birkaç kez tavaf edip, dualar okuyarak dilek tutuyorlar. Arap Aleviliğinde cemaate kabul edilmek de, karmaşık bir yol izler. Davranış ve ritüeller simgeseldir. Nakib ve Necib unvanlı iki kişinin, sağı ve solunda 12'şerden toplam 24 kişi yer alır. İmam huzuruna çıkan, nefis terbiyesi için o anda belli pratikleri yerine getiren aday, tam ortada yer alır. Hırka giydirilmek ve sembolik içecek veya içki (kutsal içki genellikle taze sıkılmış üzüm suyudur) sunulmak suretiyle, kendisine, `şahitlerin önünde cemaate ilişkin sırları saklayacağına, kurallara, ahlâk ve öğretiye uyacağına' dair defalarca yemin ettirilir. Dışarıdan birinin Nusayriliği kabul edilmez. Nusayrilerde hac (zorunlu değil, ekonomik gücü olanlar gider), zekât, şehadet hak bilinir. Bunlar şekilde değil, özde insanı olgunlaştırmalı. Yalan, haram, haksızlık, zulüm, kötülük olmamalı. Nusayrilerin rağbet ettiği Batıni namaz şekle, yere, zamana bağlı değil. Her mekân ve zamanda, uygun hal üzereyken Allah'a yönelmek, O'nu yüceltmek temel kural sayılır. Nusayriler, `Ehlibeyt 1001 ay boyu camilerde lanetlendiği için, oralara gitmiyoruz. Cami ve mezheplere siyaset karıştı' diyorlar. Bayramlar, törenler de oldukça bol Nusayrilerde. İrili ufaklı 85 kadar bayram, özel dini münasebet, anma günü, hayrat, şölen yapılıyor. Kurban Bayramı, Nuh Gemisi, Salip (Haç), Saint Barbara, Hac, Unsura, Hz. İsa'nın miladı, Nevruz gibi bir kısım bayramlar; diğer inançlara karşı hoşgörüyü somutlaştırma ve aynı geleneklere sahip başka inançtan olanlarla yaşamı paylaşma babından kutlanıyor. Mesela Salip Bayramı, tarım/hasat şöleni gibidir. On iki bayram esastır; bunun sekizi kameri takvime göre, yani değişmeyen (ebced hesabınca sabit kalan) günlerde, dördü ise miladi takvime göredir. En önemlisi Gadir Bayramı'dır; zilhicce (hacca gitmenin içinde yapıldığı Arabi 12. ay) ayının 18. gününe denk düşer. Peygamber Muhammed'in Gadir Humm Vadisi'nde, Veda Haccı sırasında Hz. Ali'yi halife ve vasi tayin ettiği, Ehlibeyt'i yücelttiği gün kabul edilir. Kutlamadan sekiz gün sonra, ikisi arasında `Aşiyet-i Cuma' (Cuma akşamı) denilen bir münasebet daha kutlanır ki, 36 yılda bir Gadir Bayramı'yla aynı güne rastlar. Bayram'da çarşı pazarda, evde hayat durur; kadın-erkek hiçbir iş yapmazlar. Dikiş dikilmez, ev süpürülmez. Küsler barışır, akşamleyin Hızır İlyas Makamı'na akın edilir. Hızır İlyas inancı ise burada, Anadolu'nun hiçbir yerinde görülemeyecek ölçüde köklü ve yaygın. Her Nusayri yerleşim merkezindeki asıl ziyaretgâh, mutlaka Hızır Makamı'dır. Ölümsüzlüklerine ve aramızda yaşadıklarına inanılan iki nebinin (Hızır ve İlyas) buluşması hikâye edilip ikisinin sentezi, `Hıdırellez' merasimlerine dönüştürülmüş. 6 Mayıs-18 Aralık arasındaki 186 günlük döneme aynı isim takılmış. Küçüklüğünden beri Samandağ Hızır makamının hizmetini gören 1927 doğumlu Şeyh Sait Dönmez açıklıyor: `Burası makam değil, teşrife'dir. Hızır ölmemiş ki, kabrinde yatmış olsun. O, her gün bir yerde gezer; daha çok deniz kenarlarında bulunur. Kuran'daki Mecmau'l-Bahreyn ibaresinin sözlük anlamı iki denizin buluştuğu yer demektir. Gerçekte, derya gibi iki nebinin, Hz. Musa ile Hz. Hızır'ın buluşması kastedilir.' Antakya, Harbiye'deki Hızır Makamı da aynı inancın devamı. Ermiş/evliya türbeleri ise ikinci derecede önemli ziyaret yerleri sayılır. Samandağ Aknehir Tepesi'ndeki Şeyh Muhammed el Arabi Türbegâhı bunlardan biri. Bu zatın, manastırda yaşayan 40 kadar keşişi, keskin zekâsıyla Müslüman yaptığı söylenir. Harbiye'de türbesi bulunan Şeyh Yusuf el Hekim, bomboş kilere rağmen keramet gösterip 40 misafir kervancıyı doyurmuş; develerin taşıyabileceği kadar ihsan ve ikramda bulunmuş. Şeyh ailesinden İskenderunlu Davud Tümkaya, `ålimleri bilmiyoruz; türbe ve kubbeler çok gerekli değil. Aslolan ermiş ve âlimlerimizin eserlerini bilip, tanımaktır' diyor. Gelenekler hızla çözülse de, bugün daha çok düğünlerde yansımaya devam ediyor. Eski renkliliği bulmak kolay değil ama Nusayri toplumunun düğünleri gene de başlı başına bir hazine. Eskiden kız verilmesi uygun görülse dahi, dünürün üç veya yedi kez, kız babasının kapısını çalması gerekirdi. Kız istemek için vekil tayin edilir; söz kesilir, mekli (kızın kardeşine verilen harçlık), mehir (başlık yerine geçer, genellikle altın) verilirdi. Artık mekli yok ama mehir varlığını sürdürüyor. Bu para, tümüyle gelinin çeyizine sarf edilir. Önce küçük, sonra büyük nişan yapılır. Bir tepsi içinde kapı kapı dolaştırılıp sunulan havlu veya yemeni düğün davetiyesi yerine geçerdi. Şimdi şeker ve kolonya eşliğinde davetiye dağıtılıyor. Perşembe akşamı `kız kınası'; cuma gecesi `oğlan kınası' (artık aynı gün yapılıyor) ve cumartesi ise `damat tıraş günü' olmak üzere üç gün sürer düğünler. Damat kına yakılması için hemen elini açmaz; `düğün olmuyor' sözü üzerine, kendisine bir şey armağan (ev, tarla, bahçe, vs.) edildiğine dair açıklama yapılır. Böylece damat elini kınalar. Masraflı ve yemekli yapılan (yerel dilde kırgım) düğünde; meydancı, yemek sonuna doğru herkesi `şebeş'e (takı işlemi) davet eder. Damat tıraşında mahalle berberi, işi uzattıkça uzatır; bir esans döker, mevval, cezayiri türünden gazel çeker; bir kıl keser, şiir okur; yeniden esans alır damadın başına döker; bir jilet vuruşundan sonra fıkra anlatır. Her fasılda berbere bahşiş verilir. Düğün yemeğinin ardından `hamama götürme müzayedesi' başlar. Ortalık, bir hayır yarışına dönüşür; biri, 50 kişilik bir davetli grubunu `hamamda kebap yemeye' çağırır; diğeri, davetlilere tatlı yedirmeyi üstlenir. Pazar günü tören hazırlığı başlar. Konvoy halinde, gelin evinden alınır; buhur, dua ve zılgıtlar eşliğinde büyük bir tur atılarak damat evine getirilir. Gelin damat evi bitişik komşu bile olsalar, düğün alayı özellikle büyük bir tur atar ki, güya gelin yolu kolay belleyip baba evine gidivermesin. Hem gelin, hem damat övülür; kem gözlere nazar edilir. Antakya, Samandağ yöresinde cezayiri (uzun hava) okunur; debke (halay) arci (yöresel halay) çekilir; Adana civarındaki oyunun ismi ise `raksa'. Bu kadar değil; düğünle ilgili gelenekler gerdekten sonrasına da uzanıyor. Ancak pek çoğu günümüzde daha çok köylerde yaşıyor. Bazı âdetler de yok olmuş. Örneğin, şimdilerde kına var, masraflı açık artırmalı yemek faslı yok. Mahallelerde konvoylu çeyiz dolaştırma geleneği ise köylerde hâlâ görülebilir. Nusayriler örf, âdet, kimlik ve kökenlerini araştırma döneminin henüz başında. 1938'de Hatay'ın Türkiye'ye katılması sürecinde Güneş Dil Tezi savunucuları, `yöre halkının Eti Türklerinden olduğunu' döne döne tekrarlayıp durmuştu. Nusayrilerin inançlarını da dikkate alan kimi siyasetçiler, `Hz. Ali'nin orduları Arap değil, Türklerdendi. Horasan erenleri de Ali askerleri arasında bu bölgeye gelip yerleştiler' yolunda yazılar yazmışlardı. Günümüz Nusayrilerinin bir kısmı, bu propagandaya inanmış görünüyor. Ama çoğunluk, kökenlerinin Yemen'den kalkıp Irak, Suriye, Halep üzerinden Lazkiye yöresine göçen, yaklaşık 700 ila 300 yıllık süreçte Suveydiye (Samandağ), Antakya, İskenderun, Adana, Tarsus, Mersin'e yerleşen büyük aile efradına dayandığına inanıyor. Şunu diyorlar: `Ezilmişliğin verdiği hırsla, herkes eğitime sarıldı. Diyeti ise Arapçadan, asıl kültürümüzden vazgeçmek oldu. Türkçe, giderek Arapçanın yerini alıyor; iki kuşak sonra evimizde Arapça konuşulmaz olacak. Ama Araplık, siyasi ve milli bir dava değil bizim için. Etnik köken ve Arap kültürü ile eşanlamlı, o kadar. Bu kimliğimizle varız, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir rengiyiz. Bu yeterlidir. Yoksa, bizi Eti Türk'ü sayıp asimile etmenin âlemi yok. Dışlanmadan, horlanmadan, iftiraya uğramadan bu toplumun bir parçası olmak esastır.' Antakya'daki Çağdaş Sanat Atölyesi (ÇESA) hem Arap folklorunu derliyor, hem de `Grup Nidal' adıyla bir orkestra kurarak, halk türkülerini yaşatıyor. Mütevazı tiyatro topluluğunun Arapça dillendirdiği amatör oyunlar, halk arasında rağbet görüyor. Samandağ Belediye Başkanı Ganım Canpolat eğilimi özetliyor: `Kültürümüz ileriye dönüktür; her türlü değişime açığız.' Nusayrilerin sayısı konusunda kesin bir veri bulunmuyor. Bir milyona yakın oldukları sanılıyor. Adana'da Akkapı, Yamaçlı, Güneşli, Seyhan, Haydaroğlu, Cumhuriyet, Havuzlubahçe, Havutlu, Mirzaçelebi, Sucuzade, Mıdık mahalleleri ile Yüreğir ve Karataş; Mersin'de, Cumhuriyet, Turgutreis, Alsancak, Hamidiye mahalleleri; Tarsus'ta Eski Ömerli, Eski Hatay, Musalla ve Yeşil mahalleleri; İskenderun Arsuz, Karaağaç ve Nardüzü beldeleri; Antakya'nın başta Harbiye olmak üzere büyük bir bölümü, Samandağ, Aknehir yöresinin tamamında Aleviler oturuyor. Nüfus oranı Samandağ'da yüzde 90, Antakya'da yüzde 60-70; İskenderun'da yüzde 40; Adana'da yüzde 25, Tarsus'ta yüzde 80, Mersin'de yüzde 20-25, Lazkiye ve Halep'de (Suriye) yüzde 15. Tarih boyunca horlanan ancak, cumhuriyetin `vatandaşlık, laiklik, din ve vicdan hürriyeti' ile inanç ve ibadetlerini daha rahat yürüten Nusayriler, geleceklerini yeniden kurdular. Emek harcayarak mal mülk sahibi oldular; eğitime ağırlık verip kendilerince sınıf atladılar. Tarsuslu Nusayriler genelde kabzımallık, kebapçılık, mobilyacılık ve kuyumculuk yaparken; Adanalı kardeşleri bürokrasi ve iş hayatının belli kademelerinde ilerledi. Antakya Harbiye'de hizmet sektöründe çalışanlar ve atölye sahipleri bulunuyor. Samandağlılar ise modern tarımın yanı sıra, çoğunlukla yurtdışında nasiplerini aramakla meşguller.
FAİK BULUT
ATLAS dergisinde yayınlanan bu yazının orjinalini resimleriyle birlikte gormek icin
Bin Yemin web adresine tiklayabilirsiniz.


Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/din-ilahiyat/18467-ortadogu-dinleri-nusayriler.html#ixzz1UoOWfDKj

Alevilik Anadolu’nun öz ve özgün inançıdır.

Alevilik Anadolu’nun öz ve özgün inançıdır.


Alevilik; insanı merkezine koyan, Anadolu kaynaklı/Anadolu’ya özgü, eşi benzeri olmayan, bir inanç, bir kültür, bir felsefe, bir öğreti ve hatta bunların tümünü de içeren ve aşan bir toplumsal olgu, BAĞIMSIZ BİR DİNDİR.


Alevilik Anadolu’nun öz ve özgün inançıdır.
Alevilik bütünüyle Anadolu’da varolmuş/ortaya çıkmıştır. Alevilik; insanı merkezine koyan, Anadolu kaynaklı/Anadolu’ya özgü,
eşi benzeri olmayan, bir inanç, bir din, bir kültür, bir felsefe, bir öğreti ve hatta bunların tümünü de içeren ve aşan bir toplumsal olgudur.
Bu unsurların her biri bir ve bütün halinde Aleviliği ifade etmektedir. Anadolu Aleviliğini oluşturan temel kurumlar, ritüller ve inanç öğeleri bir bütün olarak ele alındığında şu çok açık ve net bir biçimde görülecektir ki Alevilik Anadolu coğrafyasına aittir ve bu coğrafya dışında Anadolu Aleviliğini bulmak, Anadolu Aleviliğine rastlamak olanaklı değildir. Burada Alevilikteki tek tek kimi unsurların benzerlerinin başka coğrafyalarda, toplumlarda görüldüğü itirazı ileri sürülebilir. Bu durum tüm inançlar için geçerlidir. Hıristiyanlığın, Museviliğin, Müslümanlığın bir çok unsuru da gerek birbirleri içerisinde gerekse bunların dışındaki inanç sistemlerinde görülmekle bu inançların bağımsızlığına halel gelmemektedir. Peki öyle ise Aleviliğin salt Anadolu’ya özgü olmadığını göstermek için böyle bir itiraz nasıl ileri sürülebilir!
Diğer yandan Aleviliğin özgünlüğü sözkonusu olunca da aynı durum geçerlidir. Yani başka coğrafyalarda Alevilik olmadığı gibi Anadolu Aleviliğinin bir benzeri de bulunmamaktadır.
Anadolu Aleviliğinin Anadolu orjinli olması gerçeğinin altında Anadolu kültür ve inaç birikiminin Alevilik içerisinde yankılanması, yer bulması Aleviliğin de bu mirası sahiplenmesi sürecinin sonuçları bulunmaktadır. Hal böyle olunca Aleviliğin başka coğrafyalarda aramak ya da o coğrafyalarla irtibatlandırmaya çalışmakta boşuna bir çaba olmaktadır.
Alevilik -bütün diğer dinler inançlar gibi- farklı din kültür ve inançlardan, farkı çoğrafyalardan, farklı tarihsel kesitlerde unsurlar almıştır. Bu unsurları Anadolu’da özel bir yöntemle sentezlemiş, harmanlamıştır. Alevilikte Şamanizm’den, Budizim’den, Mani inancından, Zerdüşlük’ten, Hırıstiyanlık’tan, İslamiyet’ten, Anadolu’nun yerli inançlarından unsurlar görülür.
Bu sentezleme/harmanlama özel yöntemin çok büyük bir önemi vardır. Çünkü bu sentezde yer alan hiçbir şey artık eskisi gibi değildir.
Örnek vermek gerekirse:
Kimya biliminde iki farklı tepkimeden söz edilir: Bileşim ve karışım.
Karışımda iki ya da daha çok madde tepkimeye girer. Karıştırılır. Fakat karışan maddeler hiçbir şekilde özelliklerini yitirmezler. Tepkimeye girmeden önceki özellikleri neyse yine odurlar. Bu karışan unsurları kolayca ayrıt etmek, ayrıştırmak mümkündür.
Bileşimde ise farklı maddeler tepkimeye girerler, kendi ilk özelliklerini yitirerek bambaşka bir madde ortaya çıkarırlar. Bileşimdeki bileşen maddeler artık tepkimeye giren o eski maddeler değildir sanki. Ayrılamazlar, bir çırpıda ayırt edilemezler.
İşte Alevilik sözedilen ikinci tepkime gibi yani kimyasal bileşim özellikleri gösteren bir olgudur.
Alevilik farklı inanç, din ve kültürlerden aldığı unsurları kimyasal bir bileşime tabu tutmuştur. O nedenle bir unsur Mani dini kaynaklı olabilir ama Alevilikteki büründüğü yapı ve işlev artık geldiği köken olan mani dinindeki anlamından tümüyle başkalaşmıştır. Örnek olarak Aleviliğin temel ilkelerinden olan “eline, diline, beline sahip olma” ilkesinin Alevilikteki yeri ve anlamı ile kaynağı olan Mani dinindeki yeri ve anlamı tümüyle farklılaşmıştır.
Bu anlamda Alevlik duru bir kaynak suyuna benzetilebilir. Suyun bileşiminde de farklı elementler vardır. Suyu da doğadaki farklı elementler, -2 hidrojen bir oksijen elementi- oluşturur. Fakat artık sudaki ne hidrojen tek başına hidrojen, ne oksijen tek başına oksijen özellikleri gösterir. Birleşmişler ve duru bir su halini almışlardır.
Böyle olunca Aleviliği oluşturan unsurlardan hiç birisini Aleviliğin kökeni ve kaynağı olarak adlandırmak bilimsel bir tanımlama olamaz.
Farklı unsurları birleştirerek özgün bir bütün ortaya çıkaran Alevilik olgusunu “senkretizm” olarak değerlendirerek Aleviliğin özgünlüğünü inkar etmek de aynı şekilde bilimsel bir adlandırma olamaz. Salt farklı din, inanç ve kültürlerden unsurlar unsurların alınmış olması nedeniyle senkretizm adlandırması yapılacak olursa başta Müslümanlık olmak üzere bu adlandırma tüm dinler için çok kolaylıkla yapılabilinir.
Aleviliğin özgünlüğü gerçeği çok somut olarak ortada iken bu gerçekliği reddetme tutumu bilimsel olmaktan çok ideolojik ve siyasal bir tutumdur.
Çünkü Aleviliğin özgünlüğü üzerinde karar kılındığında bununun toplumsal ve siyasal hayatta yankıları, karşılıkları gündeme gelecektir. Din ve inançların eşitliği ve bunun sonuçlarını istemek gündeme gelecektir.

Hal böyle olunca Alevilerin bağımsız, özgün bir inancın mensupları olarak hak taleplerinin önünü kesmek için ilk atılan adım gerek popüler düzlemde “hepimiz kardeşiz” hamasi söylemini tekrarlamak, gerekse sözde bilimsel düzlemde ise Alevilik diye özgün bir inancın olmadığını kanıtlamak için binbir gerekçe üretmek olmaktadır.



ALEVİ GERÇEĞİ TARTIŞMA GÖTÜRMEZ


Anadolu Aleviliği’nin özgünlüğü ve farklılığı hiç tartışma götürmeyecek şekilde taşın taş olduğu kadar gerçek ve elle tutulur somut bir olgudur.


Aleviler veya dışarıdan çeşitli çevreler Alevliği çeşitli şekillerde tanımlamaktadırlar. Anadolu Aleviliğini; “gerçek, öz Müslümanlık”, “İslamiyetin tasavvufi yorumu”, “İslamiyetin Türk yorumu”, “Alevi İslam”, “bir kültür”, “bir kültür/inanç”, “felsefi bir din”, “ayrı bir din”, “bir mezhep”, “heteredoksi” vb. olarak niteleyenler bulunmaktadır. Aleviliğe konulan bu adlar kişilerin siyasal ve toplumsal konumlanışlarına göre kazandıkları bir bakış açısının sonucu olmaktadır. Böyle olunca da ifade edilen tanımlama olan değil dilenen/olması istenilen biçimde gerçeği bozan, tahrip eden hal almaktadır. Fakat ne şekilde tanımlancak olursa olsun sözü edilen aynı olgudur ve bunun ayrı başka bir şey olduğu gerçeğinin üzeri kapatılamamaktadır.Alevilik İslamiyetten farklı bir inanç olarak kendisine özgü inanç ve kültürel değerleriyle Anadolu’nun öz ve özgün dini/kültürü olarak bu topraklarda yüzlerce yıldır yaşamaktadır. Alevilik dedesiyle, cemiyle, sazıyla, deyişiyle, semahıyla, tanrıyı insan, insanı tanrı gören tasavvuf felsefesiyle kendisine yönelik bütün baskı ve inkar politikalarına rağmen varolmuş, Aleviler yaşadıkları büyük dramlara rağmen yollarından/inançlarından asla geri dönmemişlerdir.





ALEVİLERİN ASİMİLASYONUÜlkemiz farklı kültürel ve inançsal renkleri bünyesinde barındıran çok renkli bir mozaiktir. İnsanlarımız farklılıklarıyla birlikte yüzlerce yıldır Anadolu toprakları üzerinde kardeşçe, barış içerisinde birbirlerinin inanç ve kültürlerine saygı göstererek, tarihsel bir hoşgörü örneği sergileyerek birarada yaşamışlardır. Farklılıklar ülkemizin bir zenginliği olmuştur.
Bu renklerden birini de Anadolu’de kendisine özgü bir inanç olarak Alevilik oluşturur.Alevilik kadar gerek kendi mensupları tarafından, gerek sözde bilim adamlarınca ve gerekse siyasal iktidarlar eliyle oraya buraya çekiştirilen, kendisi olmaktan çıkartılmaya çalışılan, kendisi dışında bir başka şeye benzetilmek için olmadık çabalar harcanan başka bir inanç ve kültür bulmak herhalde imkansızdır!
Aleviler Anadolu’da bin yıldır eşi benzeri görülmemiş baskılara uğramış, katliamlara maruz kalmış, sindirme ve yokedilme politikalarına muhatap olmuş ve fakat son 50 yılda yaşadıkları asimilasyon ve kimliksizleştirilme süreci kadar trajik ve vicdansız bir uygulamayı asla yaşamamışlardır. Doğrusu bu durum gerek Alevilik adına gerekse ülkemiz adına son derece üzüntü vericidir.
Hangi açıdan bakılırsa bakılsın Alevilik ülkemizde 1950’lere kadar tüm kurum ve kurallarıyla, bütün canlılığıyla ve kendi gizi üzerine yaşayıp gelmiş iken bu tarihten sonra sistemce uygulamaya konulan anti laik politikalar en dehşetli şekilde Alevileri vurmuştur.
Sistem Alevilere yönelik katliamlarla başaramadığını asimilasyon yoluyla hem de Aleviler arasından gönüllü hizmetkarlar bularak adım adım adeta tereyağdan kıl çeker gibi uyguladığı planıyla gerçekleştirmede oldukça maharet göstermiştir.
Aleviler arasında yaratılan bilinç bulanıklığı, sorgulayıcı bakışın köreltilmesi, aklın önüne set çekilmesi, uydurma bir tarih tasarımı ve özel olarak Alevileri yoldan çıkarmak için yapılan yol işaretlemeleri bir çok Aleviyi Alevilik adına tümüyle Aleviliğin karşısında/dışında inançları savunur/benimser ve uygular, kabul eder hale sokmuştur.
Sistemin ezici bir güçle taraf olması ve gözlerin bağlanması Aleviyi kendi dünyasının dışında bir dünyada olmaya mecbur ederken Alevi topyekün sürüklenip götürüldüğü bu dünyanın kendi öz dünyası, gerçek dünyası olduğunu iddia eder hale gelmiş ve bir adım daha ileri giderek aslında bu dünyanın gerçek sahibi olduğunu ileri sürerek kendisini oraya sürenler karşısında psikolojik bir mevzi kazanmak derdine düşmüş/düşürülmüştür.
Aleviye yaşatılan ve Alevinin yaşadığı acıdır, vicdansızlıktır...
Adını açık koymak, konuyu çıplaklığıyla ortaya getirmek gerekir.
Aleviler Alevi gibi yaşarken Alevi olmaktan çıkarılarak sistemin uyguladığı asimilasyon araçları ile sünnileştirme/müslümanlaştırma politikasının hedefi/nesnesi haline getirilmişler, yapılmışlardır.
Bu gidişatı durdurmak Anadolu Aleviliğinin insancıl ve evrensel değerlerine sahip çıkmak, Aleviliğin ölü bir inanç ve kültür olmasına izin vermemek için bir durum saptaması yapmak zorunlu görünmektedir.
Bu asimilasyona, sünnileştirme/müslümanlaştırma oyununa geçit vermemenin, karşı koymanın ilk şartı yaşanan kan kaybını durdurmaktır. Ardından izlenen süreci geriye çevirmek, bükülen çubuğu tersine bükmek, kaybedilen değerlerin kazanılmasına/geri alınmasının yoluna bakılmalıdır.
Şurası açıktır ki gidenler geri gelmeyecektir. Bilimsel ve örgütlü çaba daha fazla kayıba, tahribata meydan vermemeye yönelik olacaktır.
Bu saptamalar şu yaşanılan an için biraz “ağır” gelebilir. Ama son 50 yılın Alevi dünyası hızlı gösterilen bir film olarak gözlerimizin önünden geçirilirse konunun vahimliğinin yanında görülecektir ki söylenen her türlü söz “hafif” kalacaktır. Anadolu Alevi dünyasına şöyle kabaca bakıldığında dahi görülecektir ki bundan daha 50 yıl önce Alevi olarak kayda geçirilen, somut olarak gelenekleri, görenekleri inanç ve ritüelleri yani semahları-cemleri tesbit edilip makale/araştırma konusu yapılan binlerce köy bu kadar kısa bir süre içerisinde sünnileştirilmiş/müslümanlaşmış ve köklerine taban tabana yabancılaşmıştır.Resmi çevreler hiçte üzerlerine vazife olmadığı halde son derece masum bir söylemle Aleviler nezlinde misyonerlik faaliyeti yürütmektedir. Sözgelimi sık sık tekrarladıkları bir çağrı olan “Aslında ayrımız gayrımız yok. Kendimizi ayırmayalım. Hepimiz Müslümanız, kardeşiz söylemi” Türkçe’ye çevirildiğinde görülecektir ki “bırakın Aleviliği, hepimiz sünniyiz” anlamına gelmektedir.

Aslında bu yaklaşım “Alevilik diye bir inanç/kültür yoktur” diyen bütün bir zihniyetin de özetidir.


ASİMİLASYONDA TEMEL ARAÇ ALEVİ KÖYLERİNE ZORLA YAPILAN CAMİLERDİR.

Devlet Alevi köylerine baskı, sindirme ve psikolojik ikna yöntemleriyle köylüleri ikna ederek cami yapma yoluna gitmekte, burulara atadığı misyoner imamlar aracılığıyla Alevileri sünnileştirme politikası izlemektedir.

Özellikle 12 Eylül darbesinden sonra potansiyel olarak solda yer Alan Alevilerin bu solluklarını ortadan kaldırmak, muhalif kimliklerini yok etmek için onları Alevi olmaktan çıkarmak amacıyla Alevileri Sünnileştirme operasyonu başlatılmıştır. Tümüyle sonuç vermese bile bu politikanın Alevi dünyasının ruhunu parçalamakta ve Alevileri kimliksizleştirmekte küçümsenemeyecek bir başarı sağladığı tartışma götürmez.



ALEVİLİĞİN TEMEL SORUNLARIAlevilerin temel sorunu sistemin anti laik olmasından kaynaklanmaktadır.

Alevilerin en büyük sorunu Alevilere yönelik ayrımcılık, eşitsizlik ve hukuksuzluktur.

Bugün için Aleviler Türkiye’de resmi olarak tanınmamaktadırlar.

Alevi inancı devlet tarafından bağımsız ve özgün bir inanç olarak kabul edilmemektedir.

Alevilerin inanç merkezleri olan cemevleri ibadethane kapsamında değerlendirilmemektedir.

Aleviler yoksayma ve inkar politikasıyla yüzyüzedirler.

Gerek Diyanet İşleri Başkanlığı, gerek diyanetten sorumlu devlet bakanı Mehmet Aydın, gerekse başbakan Erdoğan son bir yıl içerisinde yaptıkları çeşitli açıklamalarda Alevilerin cemevlerinin inanç ve ibadet merkezi olamayacağı yönünde görüş açıklamışlardır. Halbuki Aleviler cemevlerini inanç ve ibadet merkezi olarak görüyor ve inançlarının gereğini bu mekanlarda yerine getiriyorlar.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 2.maddesinde devletin laik olduğunu belirtmesine,

10.maddesinde tüm yurttaşların yasa önünde eşitliğine vurgu yapmasına,

24.maddesinde din ve inanç özgürlüğünden sözetmesine rağmen Alevilik resmi olarak kabul edilmeyerek Aleviler ayrımcı ve eşitsiz uygulamalara maruz kalmaktadırlar.

Kamu olanakları, bütçe kalemleri Sünni/müslüman inancı için seferber edilirken Türkiye Cumhuriyeti devletinin Alevi inançlı yurttaşları yok sayılarak açık bir haksızlığa uğratılmaktadır.





SİSTEMİN ALEVİLERE BAKIŞIDevletin Aleviliğe bakış açısı adeta bir devlet politikası gibidir. Siyasal iktidarlar değişse de (ki son on yılda bunun örnekleri yaşandı) Alevilere yönelik yok saymacı tutum sürüp gitmektedir.

Diyanet işleri başkanlığı Anayasaya aykırı olan bu günkü görev ve teşkilat yapısıyla varolduğu sürece devletin Alevilere yönelik yoksaymacı ve ayrımcı tutumu sürüp gidecektir.

Alevi sünni sıradan yurttaşların Anadolu toprakları üzerinde birbirleriyle hiç mi hiçbir çatışmaları, kavgaları sözkonusu olmamıştır. Sıradan insan birbirini inançları konusunda, farklılıaklar konusunda hoşgörüyle karşılamakta, karşılıklı saygı içerisinde davranmaktadır. Bu anlamda farklı inançtan yurttaşlar arasında bir sorunun varlığından söz edilemez.

Ne yazık ki devletin anti laik politikası bu alanda da bir olumsuz anlayışın yeşermesine zemin hazırlamaktadır.



CEMEVLERİNİN ALEVİLİKTEKİ YERİ VE ANLAMIGünümüzde bir çok inancın kendi inançsal varoluşunu simgeleyen bir ibadethanesi bulunuyor. Bu simgenin içeriği yalnızca inanç boyutuyla sınırlı değil. Bu simgenin içeriğinde o inancın mensubu insanlara dair tarih, kültür, sanat, madddi ve manevi birikimler bütün bir miras olarak yer alıyor. Başka bir deyişle öyle olduğu düşünülüyor, öyle olduğu hissediliyor. Sözgelimi yeni inşa edilen bir cami veya kilise Müslüman ve Hırisitiyan birikimini bir bakıma o yere taşıyor, o mekanda somutlaştırıyor.

Alevi inancının ibadethaneleri olan cemevleri de Alevi yolunun simgesel bir mabedi olarak yalnızca inançsal boyutta değil Alevi yolunun tüm boyutlarında bir anlam, bir değer ifade ediyor. Alevi inancına mensup insanlar bu birikimi inşaa ettikleri cemevleri ile somut, elle tutulur hale getirdiklerini düşünüyorlar, o duyguyu yaşıyorlar.


Alevi inanç merkezi olan cemevlerinin kuruluşu, inşası dahası varoluşu Aleviliğin öz vatanı olan Anadolu toprakları dışında sözgelimi Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde hiçbir itirazla karşılaşmaksızın, tam tersine bir inanç merkezi olarak saygıya layık görülürken Aleviliğin kendi öz yurdunda özellikle resmi çevreler ve de İslam dininin resmi ve örgütlü temsilcisi olan Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından reddedilme yoluna gidiliyor.


Din ve inanç özgürlüğü ilkesi kişinin dilediği dini ve inancı seçme ve ona mensup olma özgürlüğünü de içeren evrensel bir ilke iken ülkemizde resim çevreler -sözgelimi başbakan- kendilerinin Alev inancıyla herhangi bir bağları olmadığı, dahası bu inanca mensup bulunmadıkları halde Alevilerin yerine geçerek Alevilerin ibadethanelerinin neresi olduğu, Alevilerin kendi ibadethaneleri olarak kabul ettikleri cemevlerinin ibadethane olarak değerlendirilemeyeceği yolunda görüş açıklayıp karar verme yolunu açmaya çalışıyorlar.


Yalnız resmi çevreler değil aynı şekilde sünni ilahiyatçılar ve sünni kökenli bazı akademisyenler de cemevlerinin Alevi inancına özgü ibadethaneler olamayacağını kanıtlamak için olmadık cambazlıklara başvurmaktan geri durmuyorlar.


İnanç merkezi olarak cemevlerini reddetme gayreti içerisinde olan çevrelerin bir yerin ibadethane sayılması konusuna ilişkin ölçütleri kendi mensup oldukları inancın ibadethaneleri oluyor. Çelişik ve kör bir mantık.


Halbuki her inancın kendisine özgü ibadethanesi ve yine her inancın kendisine özgü ibadet biçimleri bulunmaktadır. Bir inancın mensupları bir başka inancın ibadetlerine değil kendileri kendi inançları açısından ibadetten neyi anlıyorlarsa onu yerine getirmeye çalışacaklardır.


Sözgelimi Alevi ibadeti saz olmaksızın, deyiş söylenmeksizin, semah dönülmeksizin lokma yemeksizin asla gerçekleşmez, yerine getirilmiş sayılmaz. Bunlar Alevi inanç ve ibadetinin olmazsa olmaz temel ritüelleridir.


Fakat bu ritüeller bir başka inanç ve ibadetin kapsamına girmediği gibi o inanca göre “günah/yasak” olarak da görülebilir.


Bu durum ilkinin inanç/ibadet sayılmayacağını değil tersine iki inacın birbirinden farklılığını göstermiş olur.


Aleviler cemevlerinde bin yıllık inanç ve kültürlerinin gereğini yerine getirmeye çalışıyorlar.

Ve Aleviler kendi dışındaki inançlara nasıl saygı gösteriyorlarsa aynı saygının kendi inançlarına da gösterilmesini bekliyorlar.


Bundan daha doğal ne olabilir ki!



Hükümet bir an evvel Alevilerin sesine kulak vermeli ve Cemevleri ibadet merkezi olarak tanınmalıdır!





ALEVİLİĞİN DEĞERLERİBiz Aleviliği İslamın dışında evrensel insani değerler taşıyan, bütün insanları dili, dini, ırkı, cinsiyeti ne olursa olsun bir ve eşit gören bir inanç olarak değerlendiriyor ve bu özelliklerinden dolayı tüm insanlık ailesi için yaşaması gereken değerler olarak savunuyoruz.

Bize göre Alevilik tüm insanlık için bir şanstır. İnsanların kardeşliğini, dostluğunu savunan, insana insan olarak değer veren, başka inançları asla hakir görmeyen bir inanca insanlığın ihtiyacı bulunmaktadır.

Alevilikte evrensel insani değerler mevcuttur.


HÜMANİZM, ALEVİLİĞİN TEMEL KARAKTERİDİR
Aleviler tarihte salt inançlarından/ kültürlerinden/öğretilerinden dolayı birçok katliam yaşamış olmalarına rağmen Alevi öğretisinin temelini insan sevgisi yani hümanizm oluştur. Aleviler insanda tanrısal özellikler görürler. Onlara göre insan tanrının yeryüzündeki yansımasıdır. İnsana gösterilecek sevgi ve saygı yeryüzündeki her türlü ibadetten daha değerlidir. İnsana değer verilmelidir çünkü insan dünyadaki her şeyin yaratıcısıdır. İnsan yaratan ve yaşatandır. Hümanizm, insan sevgisi temelinde tüm “kerametlerin/ mucizelerin” insanda olduğuna inanır. Bunu “her ne arar isen insanda ara” özdeyişiyle dile getirir.

Aleviler insanlar arasındaki her türlü ayrımcılığa karşıdırlar. İnsanın insan olarak doğmasından ötürü saygıya, hak ve özgürlüklere layık olduğuna inanırlar.
İnsan hakları evrensel bildirgesinde ifadesini bulan temel insan haklarının bütün insanlar için gerçekleşmesi gereğine inanırlar.
Alevi toplumu barıştan, dostluktan, hoşgörüden yana, bilime ve gelişime açık zengin sanatsal ve estetik değerleri ile insanlığın gelişimine katkıda bulunmaktadır.
Alevilik dünyada yaşayan tüm insanlık ailesini/tüm insanları dost ve kardeş bilir. Farklı olmayı insanlık için bir zenginlik sayar.


ALEVİLER DEMOKRASİDEN YANADIR
Aleviler ve Alevi öğretisi demokrasiye bağlıdır. Bu onun tarihsel geleneğinden, Alevi öğretisinin yapısından kaynaklanır. Aleviler kendilerini demokrasi cephesinde görür. Çünkü demokrasi genel anlamıyla halka ve çoğulculuğa dayanan ama bireyin ve azınlıkların haklarına güvence veren inançların, düşüncelerin, siyasi eğilimlerin özgürce tartışıldığı farklılıkların kendisini ifade edebildiği çoğunluk ilkesinin hakim olduğu ve sorumluluklarının yüklendiği bir ortamı varkılar.

Yoksul Anadolu insanlarının varoluş öğretisi olan Alevilik sürekli bir gelişim, oluşum ve değişim içerisinde olmuştur.
Alevilik 1000 yıllık tarihi boyunca mazlumdan yana zalime karşı, ezilenden yana ezene karşı, zulme, zorbalığa baskıya karşı haktan ve haklıdan yana olmuştur.
Kendi dışındaki inançsal, dinsel, kültürel farklılıkları bir gerçeklik olarak gören ve saygı ile yaklaşan Aleviler tüm toplumsal kararların o toplumda varolan bireylerin ortak iradesi ele alınması gereğini savunur.

Alevilikteki toplumun iradesini arama anlayışı günümüzde demokrasi olgusu ile bütünüyle örtüşmektedir. Günümüz Alevi topluluğu tamamıyla demokrasiden yanadır. Yaşadıkları ortamlarda eksiksiz bir demokrasinin gerçekleşmesi için uğraş vermektedirler.
Alevi toplumu insanının doğası ve tarihi birikim bakımından dolayı özgürlükçüdür ve demokrasi yanlısıdır. Çünkü özgürlük insan kişiliğini ve düşüncesinin gelişmesi, gerek bireyin gerek toplumun yaratıcı, yetenekli ve sürekli gelişebilmesi için başta gelen koşuldur. Özgürlük, aynı zamanda yenilenme, gelişim ve değişim için gereklidir.

Bu anlamıyla Alevi örgütlenmesi, inanç özgürlüğünü, siyasi örgütlenme özgürlüğünü, düşünce ve basın yayın özgürlüğünün, insan hak ve özgürlüklerini savunur.
Tüm sorunların ancak demokrasi temelinde çözülebileceğine inanırlar.



ALEVİLİK DOĞMATİK VE BAĞNAZ DEĞİLDİR
ALEVİLİK RASYONELDİR

Alevilik dogmatik ve bağnaz değildir. Aleviler kuralcı ve biçimciliği reddederler. Öze, önem verirler. Diğer dinlerde, inançlarda olan, insan yaşamının her alanına müdahale eden kendileri dışında “doğruyu” görmeyen katı donuk yaklaşımları Alevilikte bulamazsınız. Dogmatizme karşı, bilimden yana, insan aklının ve iradesinin özgürlüğüne inanırlar. Alevilik eleştirel bir yaklaşımı savunur. Alevi öğretisinde “mutlak”lık, “değişmez”lik söz konusu değildir. Kılık-kıyafetten, ibabet etme biçimine, dünyaya, yaşama bakışta bu farklılıkları açık seçik görmek mümkündür.
Bu durum aynı zamanda Aleviliğin bir zenginliğidir. Aleviler hiç kimsenin kendileri gibi inanmak ve düşünmek zorunda olduğunu dayatmazlar. Kimseyi kendilerine benzetmek istemezler. Herkesi kendilerini ifade ediş biçimlerine göre algılarlar, eşit koşullarda bir arada özgürce yaşamayı savunurlar.
Alevilik rasyoneldir. Alevilikte akıl ve mantığa aykırı düşüncelere / inançlara / uygulamalara yer yoktur. Alevilik gerçekliği temel aldığından dolayı, realisttir, ilericidir.


ALEVİLİK
SÜREKLİ BİR DEĞİŞİM VE GELİŞİMDEN YANADIR

Alevlik donmuş, kalıplaşmış bir öğreti/inanç değildir. Tüm tarihi boyunca sürekli bir gelişim, değişim ve ilerleme içerisinde olmuştur. Alevilikte bir söz vardır: “Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy!” Aleviler tüm çağdaş yeniliklere öğretilerini uyarlamayı bilmişlerdir. Alevilik yaşadığı ülkeye, zamana, mekana, yenilik ve değişimlere uyma yeteneğini her zaman gösterebilmiştir.
Alevilik bilimsel ve teknolojik gelişmelerden yana olmuş, değişim ve gelişime her ortamda öncülük etmişlerdir.
Bilim dışılığı, akıl dışılığı şiddetle reddeder. Bilim her koşulda Aleviliğin yol göstericisi olmuştur. Bir Alevi özdeyişi bu anlayışı şu şekilde ifade eder: “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır!”


ALEVİ ÖĞRETİSİ EVRENSELDİR
HOŞGÖRÜ ÜZERİNE YÜKSELİR

Anadolu Aleviliği evrensel özellikler gösterir. Bu nedenle yalnız başına hiçbir ulusa, etnik guruba mal edilemez, onunla sınırlanıp daraltılamaz.
Alevilik yeryüzünde yaşayan tüm insanları din, dil, ırk, inanç, cinsiyet ayrımı yapmaksızın bir ve eşit olarak görür. Alevi öğretisinde “72 millete bir nazarla bakmak” ilkesi esastır. Bu tüm insanlar için eşitlik ve kardeşlik demektir.
Aleviler geçmişten bugüne hiçbir ulusa kendi dışındaki hiçbir inanca ve kültüre karşı düşmanlık beslememiştir. Tersine kardeşçe bir arada eşitçe yaşamayı öne çıkartmıştır. Çok kültürlü, çok inançlı, çok milliyetli bir barış ve kardeşlik ortamını özler.
Alevi öğretisi hoşgörü temeli üzerine kurulmuştur. Aleviler hiçbir insanı inancından dolayı kınamazlar, hakir görmezler, küçümsemezler. Hiç bir insandan kendileri gibi inanmalarını talep etmezler. Kendi yollarına girmeye zorlamazlar. Kimseyi kendilerine benzetmek istemezler. İslamiyet’in fetih anlayışına şiddetle karşıdırlar. Dinsel bağnazlığa, fundamentalizmi şiddetle reddeder.
Alevilik ırkçılığı insanlık suçu olarak değerlendirir.

Uluslarüstü bir inanç bir yaşam tarzı olan Alevilik, kendisini Alevi gören, Alevi hisseden bütün uluslardan insanların, yani Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Arnavut ve diğer ulusların ortak bir inancı kültür mozaiğidir.
Aleviler, Anadolu’nun zengin mozaiğinden, ulus ve inanç kültür kimlikleri temelinde eşit koşullarda kardeşçe bir arada yaşamayı hayata geçirecek, imha ve inkar politikalarını reddeder ve yeni bir toplumsal barış projenin yaratılmasından yanadırlar. Bu çerçevede Alevi öğretisi Alevi inancı ve kültürü her türlü ırkçı-şovenist ve milliyetçi akımı reddeder. Ona karşı mücadele eder. Bu anlayışlarda barışçı, eşitlikçi ve evrenseldir.



ALEVİLER
LAİK TOPLUM LAİK DEVLET İLKESİNİ SAVUNURLAR

Alevi toplumu yaşadığı her toplumda kamusal ve toplumsal hayatın laiklik ilkesine uygun olarak yapılandırılması gereğini savunurlar. Laiklik, siyasal, hukuksal ve felsefi bir bütünlük arzeden, imam ve inanç yerine aklın hakimiyetini, bilimi öne çıkaran laiklik aynı zamanda, siyasi iktidarların dini kudretten ayrılması dinin kamu hayatı üstündeki etkisini sınırlamak ve genel olarak devletle din işlerinin birbirinden ayrılması anlamını da taşır.
Laiklik ilkesinin reddi, kamusal ve toplumsal hayatın bir inanca, bir dine göre şekillendirilmesi çağdışılıktır, toplumsal bir çatışma nedenidir.

Laiklik inananların, farklı inananlar farklı düşünenlerin kendi tercihlerinin ortak güvencesidir. Bunun için laiklikte devlet inançlar karşısında taraf değil, ortak güvencedir. Laiklik inanç dünyasının sivil topluma devridir. Bu çerçevede laiklik demokrasinin temel bir ilkesidir.
Bunun içindir ki Aleviler laiklik ilkesini ısrarla benimserler. Laiklik için mücadeleyi her zaman yürütür ve savunurlar.


ALEVİLİK DOĞAVE ÇEVRE DOSTUDUR
Alevi öğretisi doğa ve insan dostudur. Alevilikte “her şeyin bir canı/ruhu” olduğu inancı vardır. Dolayısıyla dağın, taşın, ağacın, ırmağın, böceğin yani doğadaki tüm canlı ve cansız varlıkların da bir canı vardır. Ve hiç bir canı incitmemek gerekir. Aleviler doğayla dosttur. Doğanın tahrip edilmesine, insanların insanca yaşayacağı ortamın yok edilerek çevrenin kirletilmesine karşı dururlar. Hatta Alevilikte ağaçların, dağların, suların kutsallığı söz konusudur. Bu kutsallık yaşam kaynağı olan doğanın korunmasından kaynaklanıyor olsa gerekir.


ALEVİLİKTE KADIN ERKEK EŞİTLİĞİ VARDIR
Alevi felsefe ve öğretisinde cinsiyet ayrımcılığına yer yoktur. Kadın ve erkek toplumda eşit statüdedirler. Alevilik tüm kültür ve inanç eylemlerinde kadın ve erkeğin eşit biçimde yer almasını öngörür. Alevilikte kadın erkek eşitliği “aslanın dişisi de aslandır” özdeyişi ile dile getirilir.


SANAT ALEVİLİĞİNİN VAROLUŞ UNSURUDUR
Sanat Alevi öğretisini var eden temel unsurların başında gelir. Aleviliğin toplumsal/inançsal kurumlarının başında gelen “cem” adı verilen toplantılar saz, şiir, semah eşliğinde yürütülür. Alevilik’te Alevi felsefesini dile getiren şiirleri söyleyen ozanlara büyük saygı duyulur. Ozanların eren/evliya olduğu dahi düşünülür. Şiirler saz eşliğinde ezgili bir biçimde söylenir. Bir müzik aleti olan saz da Alevilikte kutsal addedilir. Kadın ve erkeklerin birlikte katıldıkları semahlar (yani dans) da Aleviliğin vazgeçilmez unsurlarındandır. Sazı, şiiri, semahı ile Alevilik estetize edilmiş bir yaşam sunar. Estetik güzellik adeta Aleviliğin kendisidir.

ALEVİLER DÜNYAYA KUCAK AÇIYOR
Farklı ulusların, toplulukların, inançlarından, kültürlerinden, tarihi birikim ve estetik değerlerinden süzülüp gelerek özgün bir öğreti oluşturan Anadolu Aleviliği sosyolojik gelişime uygun olarak bugün kıtaları kapsayan bir geniş coğrafyaya yayılmış bulunmaktadır.
Ne var ki bütün varlığına rağmen Alevilik Türkiye’de resmi olarak yok sayılmakta, inkar edilip yadsınmaktadır. Aleviliğin inkarı yalnız Türkiye için değil insanlık ailesi için de önemli bir kayıptır.
Dünya insanlığını sevgi, saygı ve hoşgörü ile birbirine kaynaştırarak barış içinde uyumlu bir şekilde bir ararda yaşamalarını özleyen/öngören Alevilik bunun için tüm dünya insanlığına kucak açmış bulunmaktadır.
ALİ YILDIRIM

Hızır Orucu

Hızır Orucu

Hızır Orucu

Anadoluda oluşan Hızır kültürünün kaynağı Hızır (Hıdır) Peygambere dayanır. Hızır Arapça Al-Hazır, Al-Hızır (Yeşillik) anlamında bir sıfat olmakla beraber; bir Peygamber, Nebi, Veli yada bir ulu kişi olarak anılır. Genellikle ismi İLYAS peygamberle beraber söylenir. Buda Hızır-İlyas zamanla “Hızır-Ellez” veya “Hıdrellez” şeklinde yerleşmiştir.

Hızır inanışının önce Mezopotamya da ortaya çıktığı, buradan Yahudi geleneklerine ve inancına girdiği, oradan da gerek Hıristiyan gerekse Müslüman inancına geçerek önemli oranda yayıldığı görülmektedir.

Hızır’ın temel özelliği, Abı Hayat’ı (Bengi su) içerek ölmezlik mertebesine ulaşmasında yatar. İnsanoğlunun ölüm karşısındaki çaresizliğinin ve arayışının bir sembolü olan Hızır, orta doğu mitolojisinin temel unsurlarından biridir. İnanç alanında oluşturduğu bu olgu halk arasında çok canlı ve güçlü tutulmakta. Kendisine tanrı tarafından batın bilgisi (Ledün ilmi, Hakikat ilmi, gerçek ilim) verilerek Hz. Musa’yı eğitmekle görevlendirilmiş, Tasavvuf ehli tarafından “gerçek bilgiye” sahip olmuş “Yetkin insanın (insan-ı kamilin) simgesi sayılmıştır. Halk arasında ise dar zamanlarda imdada yetiştiğine inanılan bir peygamber, eren olarak kabul edilmiştir.

Söylenceye göre: Hızır Aleyhisselam, İlyas Aleyhisselam ve İskender-i Zülkarneyn birlikte Abı Hayat-ı aramaya çıkmışlar. Bir süre sonra karanlıklar ülkesine dalmışlar. Hızır ve İlyas ölmezlik suyunun kaynağını bulup içmişler fakat İskender’e söylememişler.

İslam Sufi’leri içerisinde Hızır genellikle “Veli” sayılmıştır. Hızır Mutasavvuflar arasında “Mürşit” pozisyonundadır. Yani insanları aydınlatan biri sayılır. Hızır’ın içtiği Abı Hayat ise tasavvufta “bilgi, irfan, feyiz, neşe, aşk, vuslat, söz ve şiir” anlamına gelecek biçimde kullanılmıştır.

Halk arasında inanışa göre ise; Hızır her konuda her şeyi bilen birisidir ve yeryüzünde tanrının bir nevi vekilidir. Hızır ve İlyas sağdır. Yaşamaktadır. Hızır karada, İlyas denizde yardıma muhtaç olanlara, zor durumda kalmış olanlara yardım ederler. İmdat isteyenlerin imdadına yetişirler. Hızır ve İlyas yılda bir kez (6 Mayıs hıdrellez gününün gecesi) bir gül ağacının dibinde buluşurlar.

Hızır ve İlyas inancı Alevi düşüncesine ve inancına en yoğun biçimde girmiştir. Öyle ki Hızır’ın adına atfedilen “Hızır Orucu” tutulur ve dördüncü gün bayramlaşılır. Hızır orucunun son gününde özellikle cem ayinleri yapılır. O gece bir bezin veya tepsinin üzerine un konulur ve Hızır’ın gelip bu una dokunarak bir işaret bırakması beklenir. Çünkü Hızır’ın uğradığı eve bereket, sağlık ve düzen gelir. Böyle inanılır. Eğer sabah kalkıldığında un üzerinde bir iz veya işaret görülürse o undan kömbe yapılır (Halk arasında buna niyaz yada lokma denir.) ve çevreye dağıtılır. Kömbeyi istisnasız her ve yapar ve dağıtır. Buna “Hızır Lokması” denilir. Hızır’ın un üzerine iz ve işaret bırakarak onurlandırdığı ev sahipleri gücü yetiyorsa mutlaka kurban keser ve çevreye dağıtırlar.

İnanışa göre Nuh peygamberin gemisi fırtınaya tutulmuş, halk feryat edip “Yetiş ya Hızır; bizi kurtar!” diyerek dua etmişler. Duaları Allah tarafından kabul olunarak, fırtına dinmiş. İşte o zaman yüce Allah’a ‘üç gün oruç’ adamışlar. Bu oruç o günden bu güne kadar aynı inançla tutulmaktadır.

Hızır orucu, eski takvim (rumi) aylar hesabına göre 31 Ocak ile 2 Şubat arasında (3 gün) tutulurdu. Ancak, bu ayları şimdi kullandığımız miladi takvime çevirirsek, 13-14-15 Şubat günlerine gelmektedir. Oruç bu günlerde tutulur

Şİ’A MEZHEBİ, TARİHÇESİ, FIRKALARI

Şİ’A MEZHEBİ, TARİHÇESİ, FIRKALARI

T.C.




İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ




KELAM DERSİ ARAŞTIRMASI














Şİ’A MEZHEBİ, TARİHÇESİ, FIRKALARI








HAZIRLAYAN: FATİH KUŞ-THESCHK PARLAK




DERSİN HOCASI: DOÇ DR. HULUSİ ARSLAN






MALATYA / 2011








İÇİNDEKİLER


İÇİNDEKİLER. 2
GİRİŞ. 3
KONUNUN ÖNEMİ3
KONUNUN SINIRLARI3
Birinci Bölüm.. 4
1) Şia Kavramı4
A) lugat manası:4
B) Istılah manası:4
2) Şia’nın Ortaya Çıkışı4
3. Şia’nın İtikadi Mezhepler Arasındaki Yeri ve Temel Esasları4
a) İMAMET. 5
b) İLAHİYAT :5
c) NÜBÜVVET :5
d) AHİRET :5
4. Şii Fırkalar5
a) SEBEİYYE. 6
b) GALİYYE veya GULAT. 6
c) 2)ĞURABİYYE. 6
a) KEYSANİYYE. 7
b) ZEYDİYYE. 8
c) İMAMIYYE. 10
C1) İSNAAŞERİYYE. 11
C2) İSMAİLİYYE. 12
d)DÜRZİLER. 13
e) HAKİMİYYE. 14
f) NUSAYRİLER. 14
SONUÇ. 15


GİRİŞ


KONUNUN ÖNEMİ


İslam’da, eski ve yeni bütün fikri hareketler, akımlar, fırkalar ve ekoller şeklinde doğmuştur. Başlangıçta itikadi olarak ortaya çıkan bu hareketler sonradan siyasi gruplaşmalara dönüşmüştür. Sonunda da bu itikadi mezheplerin ihtilafları, cedel ve kelama, fıkıh ve içtihada evrilmiştir. Öyle ki ihtilaf tabii bir şeydir. Resulullah bunu hadislerinde şöyle dile getirmektedir: “Yahudiler 71 fırkaya hırıstiyanlar 72 fırkaya ayrıldılar. Ümmetimde 73 fırkaya ayrılacaktır.” (prof. suphi es-salih İslam mezhepleri ve müesseseleri, sayfa 59). Her ne kadar bu hadisin sıhhati üzerinde çeşitli görüşler olsa da, bu hadisten anlaşılan mana, semavi kökenli bütün dinlerin, insan düşüncesine hürriyet verdiği ve insan düşüncesindeki hürriyetin ihtilaftan ari olamayacağıdır.
İnsan toplumlarında anlaşmazlık özellikle inanç mensupları arasında tabii bir şey olduğu sürece İslam ümmetinin de ihtilaf devrelerinden anlaşmazlık merhalelerinden geçmesi kaçınılmaz bir neticedir. Bu ihtilafların sebeplerinden bazısı itikadi konularda, bazısı siyasi ve bir kısmı da şahsidir.
Böyle bir ihtila,fın neticesi olarak ortaya çıkan Şi’a mezhebi de, İslam kelam ve mezhepler tarihinin önde gelen ekollerinden biridir. Biz de bu araştırmamızda siyasi ihtilaflar sonucu ortaya çıkan Şia mezhebini konu edindik. Bu konuyu araştırma konusu olarak seçmemizin önde gelen sebeplerinden birisi, ilahiyat fakültesi kelam derslerinden adından sıkça bahsedilen bu mezhep hakkındaki şahsi merakımız ve ders hocamız Doç. Dr. Hulusi Arslan bey’in yönlendirmeleridir.
KONUNUN SINIRLARI


Elbette ki fakülte dersi düzeyinde yapılan bir araştırmada Şi’a mezhebinin bütün yönleriyle ortaya konulması mümkün değildir. Bu sebeple biz de araştırmamızı, Şia kavramı, bu kavramın tarihsel süreçteki gelişimi, bu adla anılan mezhebin tarihçesi ve temel görüşleriyle sınırlandırdık. Ayrıca, Şi’a mezhebi içerisinde sayılan dier kollar hakkında da kısa tanıtıcı bilgiler verdik.
Birinci Bölüm


1) Şia Kavramı


A) lugat manası:


Sözlükte yardımcı taraftar anlamına gelmektedir. Kelime Kuranda aynı anlamda kullanılmıştır.” Musa… orada kavga etmekte olan iki adam buldu bu kendi taraftarlarından şu da düşmanlarından “ (kasas 28/15) kelimenin aynı anlamdaki kullanımı bizzat hz. Ali tarafından şu şekilde ifade edilmiştir: “Şia’ma (taraftarlarıma) saldırdılar bir kısmını zulüm ve hile ile öldürdüler.
B) Istılah manası:


Şia hilafetin hz. Alinin hakkı olduğunu hz. Alinin nass ve vasiyet yoluyla imam olduğuna inanan hilafetini onun nesline mahsus kılan fikri bir yöneliştir. Hilafetin masum ve günah işlemeyen ali oğullarına ait olduğuna imametin seçim ile olan bir kurum değil dinin esasına ait bir kurum olduğuna inananlar bu grubu oluştururlar.
2) Şia’nın Ortaya Çıkışı


Şia’nın ortaya çıkış tarihi hakkında ihtilaf bulunmaktadır.
-Şii kaynaklar bu fırkanın peygamberin sağlığında doğduğunu ve daha o zamanlar hz. Âlinin üstünlüğünü kabul ederek onun tarafını tutanların bir topluluk olarak ali şiası’nı meydana getirdiklerini ileri sürerler.
-Bazı yazarlarda Şiiliğin peygamberin vefatını takiben Hz. Alinin meşru halife olduğu talebiyle baştan sona siyasi bir hareket olarak başladığını ileri sürerler. Bir kısım yazarlara göre Şiilik siyasi bir hareket şeklinde Hz. Osman’ın şehit edilişinden sonra ortaya çıkmıştır. Erken devir müelliflerinden biri Şiiliğin siyasi bir hareket olarak Hz alinin halifeliği sırasında ve özellikle cemel ve sıffın vakalarından sonra ortaya çıktığını ileri sürerken çağdaş yazarlardan birisi ise Hz. Alinin şehit edilmesinden ve cemaatin muaviyeye biatından sonra ortaya çıktığını ileri sürerler.
3. Şia’nın İtikadi Mezhepler Arasındaki Yeri ve Temel Esasları


Şia ve Ehli sünnet arasında özde bir fark yoktur. Her iki tarafta biraz hoş görülü düşünseydi bu farklılıklar şimdiye kadar giderilebilirdi.
İbnul ebil hadid bize mezhebini şu şekilde anlatmaktadır: Arkadaşlarımız bu konuda kurtuluş, fevz ve necat yolu üzerindedir. Çünkü itidal yoluna suluk etmişler ve şöyle demişlerdir.
Şüphesiz ali ahrette insanların en üstünüdür. Cennette hepsinin üstündedir. Dünyada halkın en faziletlisidir. Hususiyet, meziyet ve menkıbeleri herkesten fazladır. Ona buğz ve düşmanlık eden onunla savaşan kimse ALLAHIN düşmanıdır. Kafir ve münafıklarla beraber ebediyen cehennemdedir. Ancak tevbe ettiği sabit olur ve alinin sevgi ve dostluğu ile ölürse o taktirde kurtulur.
Aşırı olanlar ise sayısız fırkalara ayrılmışlardır. Çoğu ise şia mezhebinden tümü ile sapmışlardır. Şia ile birleştikleri tek nokta her iki tarafında genel olarak Hz. Ali tarafını tutmuş olmalarıdır. En önemlisi ise Hz alinin nass ve vasiyetle açıkta halife tayın edildiğini söylemeleridir.
a) İMAMET


İmama itaat ve onu kabul imandan bir cüzdür. İmamlar nasla tayin olur. İmam en büyük öğreticidir. O her türlü hatadan masumdur……
b) İLAHİYAT :


Allah kendisine hiçbir şeyin benzemediği ezeli ve ebedidir. O cisim değildir ahirette görünmez…….
c) NÜBÜVVET :


İnsanların dünya ve ahirette saadetini sağlamak içindir. Peygamberlerin mucizeleri vardır. Hz Muhammed’in mucizesi kurandır……
d) AHİRET :


Diriliş, cennet, cehennem, ikap vuku bulacaktır…….
4. Şii Fırkalar


Şiilikte çok aşırı giden veya bunun aksine hareket eden ve bu ikisi arasında orta yolu tutanlar vardır.
Çok aşırı gidenler, Hz. Ali'yi ilâhlık mertebesine çıkarmışlardır. Daha az aşırı olanlar ise Hz. Ali'yi peygamberlik derecesine yükseltmişler ve onun, Resulullah (S. A. V. )'den üstün olduğunu iddia etmişlerdir. Şimdi aşırı giderek, îslâmdan çıkan bu aşırı uçların bir kısmını izah edelim.
Günümüzdeki şiiler, bunların Şiiliğini reddederler. Biz de bunların müslüman olduklarını kabul etmeyiz
Aşırı giden şii gruplar şunlardır: 1) SEBEİYYE, 2) GULAT, ve 3) GURABİYYE
a) SEBEİYYE


Bunlar, Abdullah İbn-i Sebe'ye tâbi olanlardır. İbn-i Sebe' Hiyreli bir Yahudi idi. Kendisini müslüman olarak gösteriyordu.
İbn-i Sebe', bozuk düşüncelerini ve fitne zehirini müslümanlar arasında peyderpey yayıyordu. Görüşlerine esas olarak Ali İbn-i Ebî Talib'i almıştı. îbn-i Sebe', Tevratta her peygamberin bir vekili olduğunu gördüğünü, Hz. Ali'nin de Hz. Muhammed'in vekili olduğunu, Hz. Muhammed, peygamberlerin en üstünü olduğu gibi Hz. Ali'nin de vekillerin en üstünü olduğunu ve Hz. Muhammed'in tekrar dünyaya döneceğini insanlar arasında yaymaya başlamıştı.
Hz. Ali (R. Â. ) şehit edilince İbn-i Sebe' insanların Hz. Ali'yi sevmelerini ve şehit oluşuna çok üzülmelerini istismar etti. Hz. Ali'nin ölümü hakkında insanları saptırmak ve onların inançlarını bozmak için karakterine uygun olarak çeşitli yalanlar yaymaya başladı, îbn-i Sebe‘ öldürülenin Hz. Ali olmayıp, onun şekline giren bir şeytan olduğunu, Hz. İsa'nın göğe çekildiği gibi Hz. Ali'nin de göğe çekildiğini anlatmaya başladı.
b) GALİYYE veya GULAT


Sebeiyye fırkasının bir diğer versiyonu gulattır. Başında yine İbn Sebe vardır. Bunlara göre imamda uluhiyet vardır. Bunların anlayışları Hululıyye Tenasühiyye Yahudilik ve Hrıstıyanlıktan kaynaklanır. Bunlarda dört husus göze çarpar.
1)Teşbih 2)Allah’ın zahir olması 3)Ric’at 4)Tenasüh
c) 2)ĞURABİYYE


Bu gurup da aşırı fırkalardan biridir. Hz Ali’yi hemen hemen Hz. Muhammed (S. A. V. )'den üstün saymışlardır. Bunlar, peygamberliğin aslında Hz. Ali'ye ait olduğunu, fakat Cebrail'in, hatâ ederek Hz. Ali yerine Hz. Muhammed'e geldiğini iddia ederler. Bunlara «Kargacılar» anlamına «Ğurabiyye» denilişinin sebebi; bunların, «Karganın kargaya benzediği gibi Hz. Ali de Hz. Peygamber'e benzer» demeleridir. Bu yüzden Cebrail vahyi getirdiği zaman karıştırmıştır. Hz Ali’nin de Hz Muhammed’e çok benzediği için Hz Muhammed’e getirmiştir.
Şiiler, yukarıda geçen sapık inançlı fırkaları ve benzerlerini, kendilerinden saymazlar, onların aşırı olduklarını söylerler ve onların çoğunu müslüman dahi kabul etmezler.
Bu sebeple: Bu fırkalar İslâm tarihinde «Şiilik» adı altında zikredilmişler, bunlardan tamamen beri olan birçok Şii yazarlar ise, bunların suçlarının cezasını çekmişlerdir.
Hasılı durum ne olursa olsun İslâmdan çıkan bu fırkaların bugünkü Şiiler arasında gözle görülecek hiçbir varlıkları yoktur. Bugünkü Şiilerin arasında, imamları, insanların gözü önünde açıkça ilahlaştıran veya Cebrail'in peygamberliği getirirken hata ettiğini iddia eden hiçbir kimse yoktur.
Diğer Fırkalar şunlardır:
a) KEYSANİYYE


Bunlar, Muhtar b. Ebî Ubeyd b. Mes'ud es-Sakafi adlı kişiye tâbi olanlardır. Muhtar, önceleri Haricî mezhebine tâbi idi, daha sonra Hz. Ali'ye yardım eden şiilerden oldu. Keysaniyye, Keysan adlı bir kişinin adını taşımaktadır, Keysan‘ın, yukarıda adı geçen Muhtar adlı şahıs olduğu söylenilmiştir. Diğer bir görüş ise Keysan'ın Hz. Ali (R. A. )'ın kölesi veya oğlu Muhammed b. Hanefiye'nin talebesi olduğunu söylemiştir.
Keysaniyye'nin kısaca temel prensipleri:
A) Keysaniyye inancı, Sebeîler gibi ehl-i beytten gelen imamları ilahlaştırma temeli üzerine kurulu olmayıp, imamı mukaddes bir şahıs sayma, ona son derece itaat etme, ilmine kayıtsız-şartsiz güvenme esasları üzerine kuruludur. Keysanîler, imamın hata işlemyeceğine inanırlar. Çünkü onlara göre imam, ilâhi ilmin bir sembolüdür.
B) Sebeîler gibi Keysanîler de imamın tekrar döneceğine inanırlar. Bunlara göre dönecek olan imam, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den sonra gelen Muhammed b. Hanefiyye'dir. İçlerinden bir kısmı Muhammed b. Hanefiyye'nin öldüğüne, tekrar dirilip geri döneceğine inanırken, çoğunluğu teşkil eden diğer bir kısmı ise, onun ölmediğine «Rıdvâ» dağında, yanında bal ve su olduğu halde yaşadığına inanırlar.
C) Keysanîler, «Bedâ». diye adlandırılan, sonradan meseleyi kavrayıp, ona göre görüş değiştirme prensibine inanırlar. Bu prensibe göre Allah Teâlâ, bilgisinin değişmesi neticesinde istediği şeyi değiştirir. Bir şeyi evvelâ emreder, sonra o şey hakkındaki bilgisi değiştiği için birinci emrinin aksini emreder. Bu hususta Şehristanî şöyle der: «Muhtar «Bedâ» prensibini seçti. Çünkü o meydana gelen hadiseleri, ya kendine gelen bir vahiy veya imanı tarafından gönderilen bir mektup yoluyla bildiğini iddia ederdi. Arkadaşlarına, bir şeyin olacağını veya bir hadisenin meydana, geleceğini haber verirdi. Eğer olay, haber verdiği gibi cereyan ederse bunu iddialarına delil gösterirdi. Şayet olaylar haber verdiği gibi çıkmazsa «Rabbmizin görüşü değiştiği için hadiseyi değiştirdi» derdi.
Şüphesiz ki bu görüş, apaçık bir sapıklıktır, bozuk bir inançtır.
D) Keysanîler, ruhların ölenlerden ayrılıp yeni doğan canlılara girmesi anlamına gelen «Ruhların tenasühü» görüşüne inanırlar.
Aslında bu görüş, Hint felsefesinden alınmıştır. Bu iddiayı onlar ileri sürmüşlerdir. Hint felsefecileri, ruhun üstün bir hayvandan çıkıp, âdi bir hayvana girmesiyle azap gördüğünü, âdi bir hayvandan çıkıp yüksek bir hayvana girmesiyle de mükâfatlandırıldığını ileri sürmüşlerdir.
Keysaniler, Hint asıllı olan bu felsefenin hepsini almamışlar, sadece imamlara ait bazı meseleleri almışlardır.
E) Keysaniler şöyle derler: «Her şeyin bir zahiri bir de bâtını vardır. Her şahsın bir ruhu vardır. İndirilen her âyetin bir te'vili vardır. Bu dünyada temsili olarak mevcut olan her şeyin bir hakikati vardır. Bu âlemde bulunan hikmet ve surlar bir insan şahsında toplanmıştır. Bu hikmet ve sırları Hz. Ali, oğlu Muhammed b. Hanefiyye'ye tahsis etmiştir. Bu ilimler kimde toplanırsa gerçek imam işte O'dur. .
b) ZEYDİYYE


Şii mezhebinin ehli sünnet vel-cemaate en yakın olan ve en mutedil davranan gurubu bu fırkadır.
Bu fırka imamları peygamberlik derecesine yükseltmemiş, hatta peygambere yakın bir derecede de saymamış, onların da diğer insanlar gibi olduklarını, ancak Resulullah‘ın dışında bütün insanlardan üstün olduklarını kabul etmişlerdir.
Resululîah (S. A. V. )'in sahabîlerinden herhangi birini kâfirlikle itham etmemişler, özellikle Hz. Ali'nin kendilerine bey'at ettiği ve Halifeliklerini kabul ettiği sahabîleri ağır şekilde suçlamamışlardır. Bu fırkanın imamı, Zeyd b. Ali Zeynelâbidin'dir
Zeydiyyenin Bazı Görüşleri
Zeydiye mezhebine mensup olanlar, Resulullah (S. A. V. )'in vasiyetle beyan ettiği imamın, isim ve şahsiyetle tayin edilmiş bir kişi olmadığına, sıfatları zikredilerek tayin edildiğine inanırlar. Zikredilen sıfatlar, Resulullah (S. A. V. )'den sonra Hz. Ali'nin imam olduğunu ortaya koyar. Çünkü bu sıfatlar, Hz. Ali'ye olduğu kadar başka hiçbir kimsede bulunmamıştır.
Zeydiyye mezhebine göre, aynı devirde iki bölgede iki ayrı imama biat etmek caizdir. Böylece her imam, kendisini imam ilân ettiği bölgede imam olarak kalır. Yeter ki Zeydîlerin saydıkları sıfatlara sahip olsun ve «ehlül Halli vel akd» tarafından başa getirilmiş olsun.
Bu sözden anlaşıldığı gibi Zeydiyye mezhebine mensup olanlar, bir bölgede iki halife bulunmasını caiz görmezler. Çünkü bu durum, orada bulunan insanların iki ayrı halifeye biat etmelerini gerektirir ki, bu da sahih delillerle yasaklanmıştır.
Zeydiler, büyük günah işleyenin samimiyetle tevbe edip günahlarından vazgeçmedikçe devamlı olarak cehennemde kalacaklarına inanırlar. Bu meselede Zeydîler, Muteziîe'nin yolunu tutmuşlardır. Çünkü Zeyd'in, Mutezîle'nin lideri Vâsıl b. Ata ile büyük bir ilişkisi bulunmuştur.
Zeyd'in Vâsıl ile olan bu ilişkisi ve diğer bir kısım sebeplerden dolayıdır ki bir kısım şiiler Zeyd'i sevmezler.
Zeydiye'yi iki kısma ayırabiliriz:
Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in halifeliğini kabul eden ve Rafizîlerden sayılmayan önceki Zeydiler.
2) Bu iki zatın halifeliklerini kabul etmeyen ve Rafizi olan sonraki Zeydîler.
Bugün, Zeydiye mezebi hmensupları Yemen'de bulunmaktadır. Bunlar, ilk Zeydilere daha yakındırlar.
c) İMAMIYYE


Bu grubun üzerinde durduğu nokta: «îmamiye» sıfatıdır. Çünkü bunların hepsi, Zeyd b. Ali (R. A. )'ın dediği gibi, imamın sıfatla tayin edilmeyip şahsen tayin edildiğini iddia ederler.
Hz. Ali, Peygamber tarafından tayin edilmiştir. O da, Peygamber (S. A. V. )'in vasiyeti gereği, kendisinden sonra gelecek imamları tayin eder. Bunlar, imamları «Vasiler» olarak adlandırırlar. İmamiyye mezhebinde olanlar, Hz. Ali (R. A. )'ın, Peygamber Efendimizden gelen açık ve kesin bir delille bizzat imam tayin edildiği, imamın, sıfatlarıyla tayin edilmediği hakkında ittifak etmişler.
Resulullah‘ın tayin ettiği o şahıs, Hz. Ali'dir. İmamîler, Resulullah (S. A. V. ) tarafından bizzat Hz. Ali (R. Â. )'ın halife olarak tayin edildiğine delil olarak, doğru ve sahih olduğunu zannettikleri bazı hadisleri gösterirler. Bu hadisler şunlardır:
«Ben kimin dostu isem Ali de onun dostudur. Ey (kim) Sen ona dost olana dost ol, düşman olana düşman ol. »[
«Sizin en iyi hüküm, vereniniz Ali'dir. »[
İmamiye mezhebi mensupları, Peypgamber Efendimiz (S. Â. V. ) zamanında görülen bazı hadiselerden de, Hz. Ali'nin, Peygamber tarafından halife tayin edildiğine dair deliller çıkarmaya çalışırlar, Meselâ:
Resulullah (S. A. V. ) hiçbir sahabeyi Hz. Âli'ye âmir tayin etmemiştir. Hz. Ali, Resulullah'dan ayrı bulunduğu her harp ve müfreze harekatında âmir kendisi olmuştur. Ebubekir, Ömer ve diğer sahabîler böyle değildirler. Çünkü onlar bazan âmir olmuşlar, bazan da başkaları onlara âmir tayin edilmiştir. Bunun en güzel örneği; Hz. Ebubekir ve Ömer'in de içinde bulundukları ve Resulullah‘ın, başına komutan olarak Üsame'yi tayin ettiği ordudur.
İmamiyye Şîası gaybet-i kübra yani büyük gaybetin başlamasından itibaren İran'ın resmi mezhebi olduğu 10. (16) asra kadar İslâm dünyasında güçlü bir varlık göstermemiştir. Ancak Safevilerin kurulmasıyla İmamiyye 907 (1501) 1149 (1736-37) yılları arasında kendisini himaye eden bir devlete sahip olmuştur. Şah İsmail devrinden itibaren İran'da camilerde ilk üç halifeye lânet edilmesi kararlaştırılmış, ezana ilaveler yapılmıştır.
İmamiler, Hz, Ali'nin nass yoluyla Resulullah‘ın halifesi olduğu hususunda ittifak ettikleri gibi, Hz. Ali'nin, Hz. Fatıma'dan doğma oğulları Hasan ve Hüseyin'in, Hz. Ali'den sonra sırasıyla, hilafete 'gelmesi gereken vekiller oldukları hususunda da ittifak etmişler ancak, bunlardan sonra gelecek olan halifeler hakkında ihtilâfa düşmüşlerdir. Hatta bu hususta yetmişten fazla fırkaya ayrıldıkları söylenilmektedir. Aralarında en büyük iki fırka İSNAAŞERİYYE ve İSMAİLİYYE’dir
C1) İSNAAŞERİYYE


Bunlar, halifeliğin, Hz. Hüseyin (R. A. )'dan sonra Ali Zeynelâbidin'e ondan sonra Muhammed el-Bâkır'a ondan sonra Cafer-i Sadık'a, ondan sonra Musa Kâzım'a, ondan sonra Ali el-Rıda'ya, ondan sonra Muhammed el-Cevad'a, ondan sonra Ali el-Hadiye, ondan sonra Hasan el-Askeriye, ondan sonra onikinci imam olan Askerî'nin oğlu Muhammed'e ait olduğunu kabul ederler. İsnaaşeri'ler, onikinci imam Muhammed'in, babasının evinde «Sirdab» diye adlandırılan bir sığmağa girip gizlendiğine ve bir daha dönmediğine inanırlar. İsnaaşerîler, gizlenen onikinci imamın yaşı mevzuunda ihtilâf ederek bazıları, gizlendiği zaman yaşının dört olduğunu, bazıları ise sekiz yaşında olduğunu söylerler. Yine İsnaaşeriler, gizlenen onikinci imamın, vereceği hüküm hakkında da ihtilâf etmişler, bazıları, kaybolduğu yaşta iken, halifenin bilmesi gereken şeyleri bildiğini ve ona itaat etmenin vacib olduğunu ileri sürerken, diğer bir kısmı, hüküm vermenin, gizlenen imamın mezhebine mensup âlimlere ait olduğunu söylemişlerdir.
Günümüzdeki isnaaşeriyye mezhebi mensupları bu son görüşü benimsemektedirler. Irak nüfusunun hemen hemen yarısı, îsnaaşeriyye mezhebine mensup olan Şiiîerdendir.
Şİİ İMAMLAR ŞECERESİ
1)Ali b. Ebi Talib
2)Hasan 3)Hüseyin 4)Ali Zeyne’l Abidin 5)Muhammed Bakır
6)Ca’fer Sadık 7)Musa Kazım
8)Ali Rıza 9)Muhammed Cevad
10)Ali Hadi 11)Muhammed Hasan Asker


12) Muhammed Mehdi Muntazar
C2) İSMAİLİYYE


Daha önce de işaret ettiğimiz gibi îsmailiyye, İmamiyenin bir koludur. Bu fırka, çeşitli îslâm ülkelerine yayılmıştır. Bir kısmı Afrika'nın güneyinde ve orta kısmında, diğer bir kısmı Şam'da, çoğunluğu ise Hindistan ve Pakistan'da bulunmaktadır. Bu mezhep, İsmail b. Cafer es-Sadık'a nisbet edilir. Bu mezhebe mensup olanlar, imamların sıralanması meselesinde Cafer-i Sâdık'a kadar, İsnaaşeriyye taifesiyle ittifak halindedirler. İsnaaşeriyyeler, imamlığın, Cafer-i Sadık'tan sonra Cafer'in oğlu Musa Kâzım'a geçtiğine inanırlarken, İsmailiyye gurubu, Cafer-i Sâdık'ın diğer oğlu İsmail'e geçtiğini ileri sürerler. İsmailiyye mezhebine mensup olanlar, İsmail'in imam olduğunun babası Cafer-i Sâdık'ın nassı ile (sözü ile) sabit olduğunu, ancak İsmail'in, babasından önce öldüğünü ileri sürerler
İsmail'in, babası Cafer-i Sadık'tan önce ölmesine rağmen, İsmailiyye mezhebinde olanlar, Cafer'den sonra oğlu İsmail'in, imam olacağına dair, Cafer'in nassını geçerli sayarlar. Çünkü bunlara göre, imamın söylemiş olduğu bir nassı geçerli saymak, onu geçersiz saymaktan daha evladır.
İsmaililere göre imamlık, Cafer'in oğlu İsmail'den sonra, İsmail'in oğlu Muhammed Mektum'a geçmiştir. Muhammed Mektum «Gizlenen imamlar» mânâsına gelen «Mektum imamların» birincisidir. Çünkü İsmaililer, imamın gizli olabileceğini, buna rağmen ona itaatin gerekliliğini savunurlar. Bunlara göre imamın gizli oluşu, imam oluşuna engel teşkil etmez.
Diğer Şii mezhepleri gibi bu mezhep de Irak'ta ortaya çıkmış ve diğer mezhep mensuplarının gördükleri işkencelere bunlar da uğramışlardır. İşkence ve baskılar neticesinde bu mezhebe mensup olanlar. İran'a, Horasan'a ve onların komşuları Hindistan'a, Türkistan'a kaçmışlar, mezheplerine eski Fars inançları ve Hint görüşleri karışmış, neticede birçokları hak yoldan sapmışlar, heva ve heveslerine uymuşlardır. İşte bu sebeple, İsmailiyye adını birçok fırkalar taşımaktadır. Bazıları İslâm'ın dışına çıkmamışken , bazıları islâm'ın değişmez hükümleriyle çelişen bir kısım düşünce ve inançları benimseyerek İslâm çerçevesinin dışına çıkmışlardır.
İsmailiyye mezhebine mensup olanlara «Batıniler» de denir. Böyle adlandırılmalarının sebeplerinden biri, bunların, inançlarını insanlardan gizlemeleridir. Gizlemelerinin sebebi ise önceleri zulüm ve işkenceye uğramaları idi. Daha sonra ise, inançlarını gizlemek, onların bazı guruplarında psikolojik bir hastalık durumuna geldi. Bunların davranışları ve içyüzleri, Haçlı seferlerinin ve Tatarların savaşları sırasında ortaya çıkmıştır. Bunların bir kısmı İslâm'a ve Müslümanlara bir belâ kaynağı olmuştur.
Bunların «Batınîler» diye adlandırılma sebeplerinden biri de bunların, birçok zaman «îmam gizlidir» diye iddiada bulunmalarıdır.
İsmailîlerin mutedil olanlarının benimsedikleri görüşler şu üç temel üzerine kurulmuştur. İsnaaşeriyyeler de bu fikirlerin çoğuna aynen katılırlar.
1) İlâhî feyiz: Bu, 'Allah'ın, imamlara lütfettiği bir bilgidir. 'Allah Tealâ, imamları, imamlıkları icabı derece ve ilim yönünden, insanlardan üstün kılmıştır, imamlarda, başkalarında olmayan ilimler vardır. Onlara, diğer insanların idrak edemedikleri şer'î ilimler verilmiştir.
2) İmamın açık ve tanınan bir kişi olması gerekli değildir. Bilâkis imam, gizli ve tanınmayan biri de olabilir. Buna rağmen ona itaat edilmesi vaciptir. O, insanlara doğru yolu gösteren mehdidir. O, geçen nesillerde ortaya çıkmamışsa da bir gün mutlaka ortaya çıkacak, kıyamet kopmadan önce, zulüm ve haksızlıkla dolan yeryüzünü adaletle dolduracaktır.
3) İmana, hiçbir kimsenin önünde sorumlu değildir. İmam ne yaparsa yapsın, hiçbir kimse onu hatalı görmez. Bilâkis, herkesin, ona inanması vaciptir. Onun yaptığı her şey hayırdır. Ondan, şer çıkmaz. Çünkü imamda hiçbir kimseye verilmeyen bir ilim vardır.
îşte bu sebeple İsmailîler, imamların masum olduğuna inanırlar. Buradaki masumluğu, bizim anladığımız şekliyle «Hata işlemezler» mânâsına almamışlardır. Onlara göre imamın masumluğu şu mânâ dadır: Bizim hata sandığımız şeyleri diğer insanların yapması caiz olmadığı halde imamlar yapabilir. Çünkü onlarda, yollarını aydınlatan ilim vardır.
d)DÜRZİLER


Çoğunluğu Şam'da yaşayan Dürzi'lerin, Hakimilerle büyük bir ilişkisi vardır.
Bunların durumlarının ne olduğu bugün bilinmemektedir. İnanç ve davranışlannı komşularından, eş ve dostlarından saklarlar. Durumlarının ne olduğunu Allah daha iyi bilir.
e) HAKİMİYYE


Bunlar İslâmî sınırları aşan aşırı uçlardandır. Hakimiye fırkasında olanların bir kısmi; «Allahın nurunun yeryüzünü aydınlatması» meselesinde çok aşırı gitmişler, Allah'ın, imama hulul ettiği görüşüne varmışlar ve imama ibadet etmeye davet etmişlerdir.
Bu aşırı gurubun reisi, Allah'ın, kendisine hulul ettiğini (girdiğini) iddia eden ve insanları kendine ibadet etmeye çağıran, Fatımi devletinin başkanlarından «el-Hâkim bî-Emrillah» dır. Bu kişi, önce kendini gizledi, daha sonra bazı rivayetlere göre öldü, bazılarına göre ise öldürüldü. Tercih edilen görüş, Hâkim'in, bir kısım akrabaları tarafından öldürüldüğüdür. .
«el-Hâkim bî-Emrillah»‘ın müridleri ve kendisinden sonra ortaya çıkan mezhebine tâbi olanlar Hâkim'in öldürüğünü kabul etmezler. Onun gizli yaşadığını ve birgün döneceğini iddia ederler.
İşte bu fırkaya «Hakimiyye» adı verilir.
f) NUSAYRİLER


Bu fırka mensupları, Hakimîler gibi Şam'da yaşamışlardır. İsnaaşeriyye fırkasıyla beraber bulunmuşlardır. Daha doğrusu bunlar, İsnaaşeriyye'ye mensup olduklarını iddia ederler.
Nusayriler, ehli beyt'e mutlak bir bilgi verildiğine, Hz. Ali'nin ölmediğine, onun ilâh olduğuna veya ilâha yakın bir derecede bulunduğuna inanırlar. Nusayrîler, şeriatın, bir zahiri bir de bâtını olduğu ve bâtınını imamların bildiği hususunda, Batınîyye fırkasıyla birleşmektedirler.
Bunlara göre nur, asrın imamının üzerine doğar, onu şeriatın hakikatlarını, zahirini değil, bâtınını anlamaya sevkeder.
Kısaca bu fırkanın görüşleri Şii fırkalarına mensup olan ve bir çok Şiilerin reddettikleri aşırı görüşlerin bir karışımıdır. Bunlar, halihazırda hiçbir mensubu bulunmayan kâfir Sebeiyye fırkasından «Hz. Ali'nin Allah olduğu, onun ebediliği ve tekrar döneceği» görüşünü almışlar, Batınıyyeden ise, «şeriatın bir zahiri bir de bâtını» olduğu görüşünü almışlardır.
Bu fırkanın îleri gelenlerinden bir kısmı müridlerini esrarla uyuşturarak yoldan çıkarıyorlar ve kendilerine bağlıyorlardı. Bunun içindir ki tarihte bunlar «Haşşaşîn» (esrarcılar) diye adlandırılmışlardır.
Günümüzde İslâm dünyasının muhtelif yerlerinde Şîa mevcudu kesin bir istatistik bulunmamasına rağmen %7 - %9 arasında tahmin edilmektedir.
SONUÇ


Şîa fırkaları arasında müşterek nokta İmamet esasıdır. Düşüncelerine göre Cenab-ı Hak Hz. Peygamber'i İslâm dinini yaymak için göndermiş, o da peygamberlik görevini yerine getirerek yirmi üç sene süreyle Allah'ın dinini neşretmiştir. Hz. Peygamber'in inanç ve amel yönünden yirmi üç sene zarfında gerçekleştirdiği ıslah hareketinin O'nun ölümü ile ortadan kalkması Allah'ın hikmetine uygun düşmez. Bu sebeple Hz. Peygamber'in faaliyetlerinin boşa gitmemesi ve devam etmesi için nübüvvetle eş değer olan bir imamet müessesesi gereklidir. İslâm dünya durdukça devam edecek bir ilahî din olduğuna göre bütün zamanlar boyunca, Hz. Peygamber adına dinî konulara çözüm getirecek ve İslâm ümmetini yönetecek bir imama zaruri olarak ihtiyaç vardır. Bu imamın Hz. Peygamber'in neslinden olması gereklidir.
©2011:theschk parlak


Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/din-ilahiyat/333979-tarikatlar-kultler-mezhepler-sia-siilik.html#ixzz1UoRsb6DN